Orucun Ferde Kazandırdıkları
İnsanoğlu, Cenâb-ı Hakk’ın sayılamayacak kadar lütuf ve ihsanına mazhardır. Rahmeti Sonsuz’un insana verdiği nimetlerden biri de onu kendi aklıyla başbaşa bırakmayıp, yol gösterici olarak peygamberleri ve kitapları göndermesidir. Bunlar vasıtasıyla insan, şeytanî dehlizlerde gezinmek yerine melekî ufuklarda pervaz edecek, böylece yaratılış gayesine muvafık hareket etmiş olacaktır.
Kur’ân bizlere bu gayeyi, وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَالْاِنْسَ اِلَّا لِيَعْبُدُونِ “Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.”[Zâriyât sûresi, 51/56.] âyetiyle bildirmektedir. Yani insanın mevcudiyetinin gayesi ibadet etmek, kendisini yaratan Rabbine kullukta bulunmaktır. Yapılan bu ibadetlerin karşılığı ise sadece Allah’tan beklenir. İbadetlerin semeresi uhrevîdir, faydası ahirette görülecektir. Bu sebepledir ki insan ibadetlerle, uhrevî yanı ağır basan kâmil bir kul durumuna yükselir. Bu durumunu korumak da yine ibadetlerle olur. Burada istidradi olarak –antrparantez– ifade edelim ki, bazı ibadetlerle birlikte gelen dünyevî faydalar kat’iyen o ibadetlerde gaye olamaz. Mülâhazaya alınmaksızın ibadetlerle birlikte gelen fayda ve maslahatlar ise Allah’ın Hakîm isminin gereğidir. Evet, O’nun bizi mükellef tuttuğu şeylerde bizim görebildiğimiz ve göremediğimiz nice hikmetler vardır. İşte namaz, oruç gibi ibadetlerle birlikte gelen fayda ve maslahatlar da hep bu perspektiften değerlendirilmelidir. Meseleyi bu şekilde tespit ettikten sonra şimdi oruçla gelen fayda ve maslahatlardan, tabir-i diğerle orucun bize kazandırdıklarından bahsedebiliriz.
- Sabrı Öğretir
- Nefsi Terbiye Eder
- Günahlara Karşı Kalkandır
- Ruhu Olgunlaştırır
- İnsanı Melekiyete Yükseltir
- Nimetlerin Değerini Öğretir
- Allah’la Münasebeti Kuvvetlendirir
- Allah’a Kavuşmayı Hatırlatır
- Sağlığa Faydalıdır
- İktisada Alıştırır
- Ebedî Nimetlere Liyakat Kazandırır
- Emanete Riayeti Öğretir
- Sadakat ve Vefayı Öğretir
- Müstağni Olmayı Öğretir
- Samediyet Sırrını Kazandırır
- Disipline Alıştırır
1. Sabrı Öğretir
Sabır, yücelme ve fazilete ermenin en mühim bir esası ve iradenin zaferidir. O olmadan ne ruhu inkişaf ettirmekten ne de yücelip benliğin sırlarına ermekten bahsedilebilir. İnsan sabırla ete-kemiğe bağlılıktan kurtulur ve yine sabırla yüce âlemlere ermeye namzet bir melek hâline gelir.
Her gün beş vakit namaz, senede en az bir ay oruç, muayyen miktarda zekât, ömürde en az bir defa hac ve kulluğa müteallik diğer bütün emirler ancak sabırla yerine getirilebilirler. Bunlar, aynı zamanda insan hayatını disipline eder ve ona ötelere göre bir boya çalar. Böyle bir hayat da bütünüyle nuranilik çizgisinde geçer, bereketlenir ve nihayet –Allah’ın fazlıyla–Cennet’i semere verir. Onun için insan dişini sıkacak, ibadetlere sabredecek ve böylece hayatını ışıl ışıl nurlandıracaktır.
Sabır kelimesiyle aynı kökten gelen sabir, öteden beri ilaç sanayiinde kullanılan zehir gibi acı bir maddedir. Sabretme, dişini sıkma, metanet gösterme, sarsılmama, irade felcine uğramama, hâdiseleri sineye çekme ve dayanma kolay bir iş olmadığından dolayıdır ki sabır, işte o acılardan acı sabiri yutmak gibidir. Ancak bu acılık, işin başlangıcı itibarıyladır. Neticesi ise her zaman şeker şerbet gibi tatlı olmuştur.
Orucun en büyük faydalarından biri, şüphesiz insanı sabra alıştırmasıdır. İnsan, tuttuğu oruçla çok ciddi bir sabır eğitimi görmüş olur. Zira o, acıktığında yemeye karşı, susadığında su içmeye karşı sabreder; kendisine reva görülen sevimsiz davranışlar karşısında da “Ben oruçluyum.” der, sabreder. Peygamber Efendimiz de (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu hususu izah sadedinde, “Oruç, sabrın yarısıdır.”[1] buyurmuşlardır. Evet, oruç, sabrın yarısıdır. İnsan, elini, ayağını, dilini, dudağını, kulağını bağlayıp Rabbine doğru kanat çırparken bir de sabrı kendine burak edinebilirse, adeta iki kanadıyla beraber Cenâb-ı Hakk’ın maiyyetine erme payesine doğru pervaz etmiş olur.
Kur’ân-ı Kerim’de sabrın fazilet ve mükâfatıyla alâkalı birçok âyet-i kerime vardır. Biz konuyu kendi başlığı altında müstakillen değerlendirildiği yerlere havale ederek bu âyetlerden sadece birkaçını vermekle iktifa edeceğiz:
اِلَّا الَّذ۪ينَ صَبَرُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِۜ اُو۬لٰٓئِكَ لَهُمْ مَغْفِرَةٌ وَاَجْرٌ كَب۪يرٌ
“Sabredip iyi işler yapanlar için mağfiret ve büyük mükâfat vardır.”[2]
وَاصْبِرْ فَاِنَّ اللهَ لَا يُض۪يعُ اَجْرَ الْمُحْسِن۪ينَ
“Sabret, çünkü Allah güzel davrananların ecrini zayi etmez.”[3]
اِنَّمَا يُوَفَّى الصَّابِرُونَ اَجْرَهُمْ بِغَيْرِ حِسَابٍ
“Sabredenlere mükâfatları hesapsız ödenecektir.”[4]
Her türlü nimetin içinde rahat bir şekilde hayatını devam ettiren bir insanın bu durumunun hep böyle sürüp gideceğine dair garantisi yoktur. Zaman zaman hiç beklenmedik bir yerde, beklenmedik bir zamanda fakirlik gelip başına konabilir. Zengin iken iflas edebilir, –hafizanallah– bir felaketle her şeyini kaybedebilir, meydana gelen bir harpte çeşitli sıkıntılarla baş başa kalabilir. Öyle ya, mülkün gerçek sahibi Allah’tır; onu dilediğine verir, dilediğinden de çekip geri alır.
قُلِ اللَّهُمَّ مَالِكَ الْمُلْكِ تُؤْتِي الْمُلْكَ مَنْ تَشَاءُ وَتَنْزِعُ الْمُلْكَ مِمَّنْ تَشَاءُ وَتُعِزُّ مَنْ تَشَاءُ وَتُذِلُّ مَنْ تَشَاءُ بِيَدِكَ الْخَيْرُ إِنَّكَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ
“De ki: Allahım, (ey) mülkün sahibi! Sen dilediğine mülkü verir, dilediğinden alırsın; dilediğini yükseltir, dilediğini alçaltırsın. Hayır (mülk) Senin elindedir. Sen her şeye kadirsin.”[5]
Beklenmeden gelen böyle bir durum karşısında dayanıklı olup sarsılmamak için önceden hazırlıklı olmak, zihin ve ruhu olduğu gibi vücudu da böyle zamanlara göre hazırlamak icap eder.
İşte bu ve buna benzer sıkıntılar karşısında zorlanıp ümitsizliğe kapılmamak için oruç ibadeti, insana âdeta bir intibak (uyum) eğitimi yaptırır. Bedeni yeme-içme gibi en zaruri ihtiyaçlara sabrettirmek suretiyle ansızın başına gelebilecek birtakım sıkıntılara karşı hazırlamış olur. İnsan, böylece dünyanın değişik sıkıntı, zahmet ve külfetlerine karşı daha kolay bir şekilde karşı koyabilir.
Hem insanların büyük çoğunluğu, çok defa açlığa müptela olur. İnsan, böyle bir şeye maruz kalması durumunda sabredip tahammül gösterebilmek için açlık ve riyazet alıştırması yapmaya muhtaçtır. Ramazan-ı Şerif’te –yer ve zamana göre farklılık arz etse de– günün yaklaşık yarısını kapsayan oruç, açlığa karşı bir nevi sabır, tahammül, riyazet ve idmandır. Demek, beşerin başına gelen musibetleri ikiye katlayan sabırsızlığın bir ilacı da oruçtur.
Aynı zamanda oruç, sıkıntılar ve ızdıraplar karşısında eğilmeyen, kendisine hâkim olan, teklif edilen bir kısım dünyalıklar mukabilinde gerçek ve hak bildiği prensiplerden asla fedakârlıkta bulunmayan ideal insanların yetişmesine zemin hazırlar.
2. Nefsi Terbiye Eder
Oruçla –Hazreti Üstad’ın “Ramazan Risalesi”nde ifade ettiği gibi– nefsin terbiyesi de hedeflenmelidir. Oruç tutan bir mü’minin, “Ben bu nefsimin biraz daha burnunu sürteyim, bunu biraz daha Cenâb-ı Hakk’a yönlendireyim. Onu kıllet-i taâma (az yeme), kıllet-i kelâma (az konuşma), kıllet-i menâma (az uyuma) alıştırayım. Bir seyr u sülûk-i ruhanîde, çile yoluyla elde edilen meziyet, fazilet ve dereceler ne ise onları elde etmeye çalışayım.” demesi ve Ramazan’ı aynı zamanda bir riyazat mevsimi olarak görmesi lazımdır. Zaten riyazatın bir yanı da oruca bakmaktadır. İnsan, az yiyip-içmek ve bazı sıkıntılara katlanmak suretiyle gerçekten bazı harikulâdeliklere mazhar olabilir; metafiziğin, fiziğe hükmettiğini görebilir. Bunlar ruha kendi gücünü kazandırma adına yapılan önemli şeylerdir. Ancak hedeflenen şey Allah rızası olmazsa çekilen o zahmet ve sıkıntılara katlanmanın da bir mânâsı yoktur.
Evet, nefsin frenlenmesi bakımından aç kalma ve az yeme ciddi bir dinamiktir. Onun içindir ki ehlullah sürekli riyazat yaparak ruhî kıvamlarını korumaya çalışmışlardır. Yogilerin aç-susuz durmakla ve bazı mistiklerin nefislerine bir kısım eza ve cefa çektirmek suretiyle belli nispette ruha kendi gücünü kazandırdıkları da öteden beri bilinen vakalardır. Ama onların bu yaptıklarıyla ahiret adına elde edecekleri hiçbir şey yoktur. Zira aç ve susuz kalma ve riyazat yapma ancak ibadet niyetiyle olursa bir değer ifade eder. Allah’ın rızası, ibadetleri yalnız O’nun rızasını tahsile bağlamakla elde edilir.
Oruç, nefse vurulan bir gem ve zimamdır. Dolayısıyla nefsin firavunluğunu kırar. Aslı ve sübutu problemli olsa da faslı ve vermek istediği ders açısından manidar bir rivayette şöyle denir:
“Cenâb-ı Hak, nefsi terbiye için ona çeşitli cezalar verdi. Sonra sordu: ‘Sen kimsin, ben kimim?’ Nefis, ‘Sen sensin, ben benim.’ dedi. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak onu açlıkla terbiye etti. Neticede, ‘Ben kimim, sen kimsin?’ sorusuna nefsin cevabı, ‘Sen âlemlerin Rabbisin, ben ise senin hakir bir kulunum.’ şeklinde oldu.”
Nefsin dizginlerini elde tutmak, insanlar için vazgeçilmez bir ihtiyaçtır. Zira nefsin istek ve alışkanlıkları, insan için öldürücü birer zehir ve onu aşağılara çeken ağırlıklar gibidir. Nefis, insana daima kötülüğü emreder. Hazreti Yusuf;
وَمَٓا اُبَرِّئُ نَفْس۪ىۚ اِنَّ النَّـفْسَ لَاَمَّارَةٌ بِالسُّٓوءِ اِلَّا مَا رَحِمَ رَبّ۪ىۜ اِنَّ رَبّ۪ى غَفُورٌ رَح۪يمٌ
“Doğrusu, ben nefsimi müdafaa edemem, onun kusurlardan âri olduğunu iddia edemem. Çünkü Rabbimin merhamet edip korudukları hariç, nefis daima fenalığı ister, kötülüğe sevk eder. Doğrusu Rabbim gafurdur, rahimdir (affı ve merhameti boldur).”[6] demek suretiyle nefsi en güzel şekilde tanıtmıştır. Nefis, verdikçe isteyen, aldıkça şımaran bir yapıya sahiptir. Peygamberimiz de (sallallâhu aleyhi ve sellem) dualarında, doyma bilmeyen nefisten Allah’a sığınmıştır:
اللهُمَّ إِنِّي أَعُوذُ بِكَ مِنَ الْعَجْزِ، وَالْكَسَلِ، وَالْجُبْنِ، وَالْبُخْلِ، وَالْهَرَمِ، وَعَذَابِ الْقَبْرِ، اللهُمَّ آتِ نَفْسِي تَقْوَاهَا، وَزَكِّهَا أَنْتَ خَيْرُ مَنْ زَكَّاهَا، أَنْتَ وَلِيُّهَا وَمَوْلَاهَا، اللهُمَّ إِنِّي أَعُوذُ بِكَ مِنْ عِلْمٍ لَا يَنْفَعُ، وَمِنْ قَلْبٍ لَا يَخْشَعُ، وَمِنْ نَفْسٍ لَا تَشْبَعُ، وَمِنْ دَعْوَةٍ لَا يُسْتَجَابُ لَهَا
“Allahım! Âcizlik ve tembellikten, korkaklık ve cimrilikten, yaşlılık ve kabir azabından Sana sığınırım. Allahım! Nefsime takva nasip eyle. Onu tertemiz yap. Zira Sen, temizleyenlerin en hayırlısısın. Nefsimin sahibi Sensin. Allahım! Fayda vermeyen ilimden, ürpermeyen kalbden, doymayan nefisten, kabul olmayan duadan Sana sığınırım.”[7]
Başka bir duasında ise nefsin şerrinden, kötülüklerinden, insanın başına getireceği gailelerden Allah’a sığınmıştır.
اللَّهُمَّ عَالِمَ الغَيْبِ وَالشَّهَادَةِ، فَاطِرَ السَّمَوَاتِ وَالأَرْضِ، رَبَّ كُلِّ شَيْءٍ وَمَلِيكَهُ، أَشْهَدُ أَنْ لاَ إِلَهَ إِلاَّ أَنْتَ، أَعُوذُ بِكَ مِنْ شَرِّ نَفْسِي وَمِنْ شَرِّ الشَّيْطَانِ وَشَرَكِهِ
“Ey gayb ve şehadet âlemlerini hakkıyla bilen, gökleri ve yeri hiç yoktan yaratan Allahım! Ey her şeyin Rabbi ve hakiki sahibi! Şehadet ederim ki Sen’den başka ilâh yoktur. Nefsimin şerrinden, şeytanın şerrinden ve onun hilesinden Sana sığınırım.”[8]
Eskilerin ifadesiyle, تَرْكُ الْعَادَاتِ مِنَ الْمُهْلِكاَتِ “Âdetleri, tiryakilikleri terk etmek insanları öldürür, helâk eder.” Biraz da görenek tiryakiliği ile çeşit çeşit yiyip içmeye alışan bir insanın gerektiğinde bunlardan vazgeçmesi zordur. Oysa bir mü’min, nefsini en ağır şartlarda yaşamaya alıştırmalıdır. İşte insanın, oruç vesilesiyle, nefsin alıştığı âdet ve alışkanlıkları terk etmesi ve bir mânâda bağımsız yaşamaya alışması mümkündür. Açlığa ve susuzluğa alışan biri, zorunlu olarak böyle bir şeye maruz kaldığında sabredip dayanmasını da bilir.
3. Günahlara Karşı Kalkandır
Günah bir iç çöküntü, bir terslik ve fıtratla bir zıtlaşmadır. Günaha giren kimse kendini, vicdanî azaplara ve kalbî sıkıntılara bırakmış bir talihsiz ve bütün ruhî meleke ve kabiliyetlerini şeytana teslim etmiş bir mazlum ve mağdurdur. Bir de o günahı işlemeye devam ederse, bütün bütün ipi elden kaçırır ve artık ne bir irade ne bir direnme ne de kendini yenilemeye mecali kalmaz.
İnsanın geçip gittiği yollarda yığın yığın günah vardır ve bunlar birer kobra gibi onu gözetlemektedir. Birinden kurtulması mümkün olsa bile diğerlerine kendini kaptırmadan yoluna devam etmesi bir hayli zordur. Polat gibi sağlam bir irade gerektir ki bu yollar aşılabilsin.
İşte bu tehlikeye karşı oruç, bir kefil ve bir teminat hükmündedir. Bazı kimseler için, onları inhiraftan koruyucu bir sütredir. Masiyetlere karşı yapılmış bir tahşidattır. Evet o, bir kalkan gibi sahibini korur ve ona Cennet’e giden yolu kolaylaştırır.
Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
يَا مَعْشَرَ الشَّبَابِ مَنِ اسْتَطَاعَ مِنْكُمُ البَاءَةَ فَلْيَتَزَوَّجْ، وَمَنْ لَمْ يَسْتَطِعْ فَعَلَيْهِ بِالصَّوْمِ فَإِنَّهُ لَهُ وِجَاءٌ
“Ey gençler topluluğu! Sizden evlenmeye güç yetirebilen evlensin. Güç yetiremeyenler ise oruç tutsun. Zira oruç, (günahlardan koruyan) bir kalkandır.”[9]
Oruç bir alıştırmadır; kişide cismanî arzulara karşı koyma melekesini geliştirir. İnsan, oruçlu olduğu zamanlarda her türlü negatif istek ve meyillere engel olabildiği gibi, kazandığı dirençle oruçlu olmadığı zamanlarda da bunu yapabilir. Zira oruç, sadece midenin aç bırakılması demek değildir. Aksine o, mideyle birlikte bütün duygulara; göze, kulağa, akla, kalbe, hayale ve sair cihazat-ı insaniyeye de oruç tutturmak, onları günahlardan, mâlâyani şeylerden çekmek ve her birini kendisine mahsus ubudiyete sevk etmektir. Bu şekilde oruç tutan bir insan helâl yörüngeli bir hayat yaşıyor demektir.
Nefsi kontrol altında tutmanın en etkili yoludur oruç. Zira midenin sürekli dolu olması, vücudun bütün organlarını en yüksek enerji kapasitesine ulaştırır. Bu durum, nefsin arzu ve isteklerinin önünü açar. Bir bakarsınız insan, diline hâkim olup da mahzurlu şeyleri konuşmaktan kendini alıkoyamaz. Bu yüzden prensip kararı almalı; mesela dil, tilavet-i Kur’ân, zikir, tesbih, salavat ve istiğfar gibi şeylerle meşgul edilerek yalandan, gıybetten ve kötü sözlerden alıkonulmalıdır. Hatta bazen, “Ağzımdan gıybet adına bir söz çıkarsa, aralıksız şu kadar oruç tutacağım.” demek suretiyle gıybete giden yollar baştan kapatılmalıdır. Vereceğimiz böyle bir ceza ile nefis belki intibaha gelir, sonrasında aklın hâkim, nefsin mahkûm olması sağlanabilir. Kim bilir belki de bunun sonunda gıybet etmemeyi Rabbimiz fıtratımızın bir parçası hâline getirir.
Evet, kontrolsüz dil, insanın ahiret hayatı için en büyük tehlikelerden biridir. Onu kontrol altına almanın tek yolu ise nefsin arzu ve isteklerini kısıtlamaktır. Oruç, bu fonksiyonu eda etmesi bakımından herkes için şayan-ı tavsiye en önemli reçetedir. Nitekim Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) şu hadisi de bunu teyit etmektedir:
مَنْ لَمْ يَدَعْ قَوْلَ الزُّورِ وَالعَمَلَ بِهِ، فَلَيْسَ لِلَّهِ حَاجَةٌ فِي أَنْ يَدَعَ طَعَامَهُ وَشَرَابَهُ
“Kim oruçlu iken yalan konuşmaktan ve kötü hareketlerden vazgeçmezse bilsin ki onun yeme-içmeyi bırakmasına Allah’ın ihtiyacı yoktur.”[10]
Oruçlu kişi, dilini korumanın yanında gözünü harama bakmaktan, kulağını da fena şeyleri işitmekten men etmeli; gözünü ibrete, kulağını da hak söz ve Kur’ân dinlemeye yönlendirmelidir.
Hâsılı, en mükemmel oruç, mideyle birlikte göze, kulağa, kalbe, hayale, fikre ve sair organlara da tutturulan; onların haramlar ve mâlâyani şeylerden alıkonularak kendilerine mahsus kulluğa sevk edildiği oruçtur. Bunun yolu ise insan vücudundaki büyük bir fabrika hükmündeki mideyi oruç vasıtasıyla kontrol altına almaktan geçer. Çünkü o kontrol altına alınabilirse diğer azalar da kolayca ona tâbi kılınabilir.
Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadislerinde şöyle buyurmuştur:
إِنَّ اللَّهَ كَتَبَ عَلَى ابْنِ آدَمَ حَظَّهُ مِنَ الزِّنَا، أَدْرَكَ ذَلِكَ لاَ مَحَالَةَ، فَزِنَا العَيْنِ النَّظَرُ، وَزِنَا اللِّسَانِ المَنْطِقُ، وَالنَّفْسُ تَمَنَّى وَتَشْتَهِي، وَالفَرْجُ يُصَدِّقُ ذَلِكَ كُلَّهُ وَيُكَذِّبُهُ
“Her insanın zinadan bir payı vardır ve bundan kurtulması pek zordur. Gözün zinası (harama) bakmak, dilin zinası (haram) konuşmaktır. Nefis buna can atar. Organları ise onun bu isteğini ya kabul eder ya da reddeder.”[11]
Maalesef günümüzde bu tür günahlar çok yaygındır. Hâlbuki günah her yönüyle, her hâliyle, her ünitesiyle, her müessesesiyle şeytana hizmet eder. Günahlara karşı İslâm’ın ortaya koyduğu bir kısım düstur ve esaslar vardır. İnanan insanlar bu düsturlara başvurdukları sürece günah girdabına kapılmayacak, günah selleriyle sürüklenip yok olmayacaklardır. Fakat İslâm’ın esaslarına riayet edilmediği zaman, insanların tıpkı kütükler gibi bu günah sellerine kapılıp sürüklenmeleri mukadderdir. İslâm’ın bu bakış açısını şöyle özetleyebiliriz:
Öncelikle, İslâm, beşer olmaktan kaynaklanan hususları realite olarak kabul eder. Mesela beşerde gazap, hırs ve inat gibi duyguların bulunması birer realitedir. Fakat bunlar yerinde kullanıldığı zaman yümün, bereket ve bir kısım hayırlara vesile olabilirken, yerinde kullanılmadığında şerre sürüklerler. Aynı şekilde İslâm, insandaki şehveti de bir realite olarak kabul eder. Dahası şehveti (arzu ve iştiha), insanda şahsî hayatın ve neslin devamı için verilmiş bir avans, bir ilâhî armağan olarak görür. İnsan, bu avansı kullanıp değerlendirerek, yeryüzünün salih mirasçıları olan ümmet-i Muhammed’in çoğalmasına vesile olacaktır. Ancak bu mevzuda meşru çizgiler içinde kalmak ve günaha girmemek olmazsa olmaz bir esastır. Bunun yolu da evliliktir.
Evlenmeye imkânı olmayanlar ise Allah Resûlü’nün tavsiyesine uyarak oruç tutarlar. Ancak oruç da bütün şartları yerine getirilerek tutulmalıdır ki günahlara mâni olma fonksiyonunu yerine getirebilsin. Bu zaviyeden bakacak olursak mesela bir insan, bütün gün aç durup da akşam vakti tıka-basa karnını doyursa, sahurda da yine iftar vaktiyle yarışır gibi yiyip içse, elbette ki oruçtan beklenen neticeyi elde edemeyecektir. Zira orucun önemli hedeflerinden biri de şehveti kırmaktır. Hâlbuki günde belli kalorinin üstünde alınan gıdalar şehvetin kırılması şöyle dursun, onun güçlenmesine sebep olmaktadır. Dolayısıyla da böyle yiyip-içen bir insanın oruçtan bu mânâda bir fayda görmesi imkânsızdır. Haddizatında insan, normal vakitlerde de yeme-içmesine dikkat etmelidir. Az yeme, az uyuma ve az konuşma değişmeyen İslâmî birer prensiptir.
Binaenaleyh iradenin hakkını vererek, nefse ait beslenme musluklarını kısmak çok mühimdir. Aksi takdirde nefis daima şeytana açık bir kapı olacaktır. Şeytan gibi nefisten de insana dost olmaz. Nefsin, fenalıklara götüren büyük bir hasım ve kendisine karşı “en büyük cihad”ın yapılması gereken bir düşman olduğunun bilinmesi, ondan ve şeytandan kurtulma, dolayısıyla da Allah’a yaklaşma istikametinde atılmış önemli bir adımdır. Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem), bir keresinde, أعْدَى عَدُوِّكَ نَفْسُكَ الَّتِي بَيْنَ جَنْبَيْكَ “Senin en büyük hasmın, mahiyetindeki nefsindir.”;[12] başka bir defa, bir muharebeden dönenlere hitaben, قَدِمْتُمْ خَيْرَ مَقْدَمٍ مِنَ الْجِهَادِ الْأَصْغَرِ إِلَى الْجِهَادِ الْأَكْبَرِ. “Şimdi küçük cihaddan büyük cihada döndünüz.” buyurması, “Büyük cihad nedir?” sorusunu ise, مُجَاهَدَةُ الْعَبْدِ هَوَاهُ “Kulun, heva-yı nefsine savaş açması.” şeklinde cevaplaması,[13] nefisten korkmamız ve karşısında daima teyakkuzda bulunmamız hususunda bizim için önemli derslerdir.
Evet, nefsi kontrol altına almanın uygulamalı metodu oruçtur. Bunun içindir ki o, dinin temel rükünlerinden biri olmuş, insanın İslâm’ı nefsinde uygulamasının pratik ifadesi olan takvaya ulaştıran yollardan biri sayılmıştır.
Hâsılı, insan oruçla nefsini, Cenâb-ı Hak karşısında serkeşlikten kurtarır ve itaat eden bir kul olma yoluna girer. Oruç tutan herkes, oruçlu olmadığı günlere nispeten, daha bir melekleştiğini vicdanında hisseder. Yine herkes anlar ki izin verilmedikçe en küçük bir şeyi dahi yapamaz, elini suya uzatamaz.. ve bu vesileyle de kendisinin mâlik değil memlûk; hür değil kul-köle olduğunu anlar. Neticede nihayetsiz aczini, fakrını, kusurunu görür ve bir şükr-ü mânevi eliyle rahmet kapısını çalmaya hazırlanır. Yeter ki orucunu dinin verdiği ölçüler içinde tutsun.
4. Ruhu Olgunlaştırır
İnsan, ruh ve bedenden meydana gelmiş bir varlıktır. Ruhsuz beden bir şey ifade etmediği gibi, bedensiz ruh da teklif dünyası adına bir mânâ ifade etmez. İnsanın yiyip içtiklerinin, yaptığı hareketlerin, yerine getirmeye çalıştığı ibadet ü taatin hem bedenine hem de ruhuna birtakım tesirleri vardır. Ağzına aldığı bir lokma, zâhiren midesine gitmekle birlikte ruhunda da bazı tesirler icra eder. Hâkeza, yaptığı hareketler vücuduna tesir ettiği gibi ruhuna da tesir eder. Bu açıdan insanın ruhî hayatının gelişip olgunlaşmasında yediği-içtiği şeylerin önemli bir yeri vardır.
Oruçta aynı zamanda tasavvufçuların riyazat ismini verdiği, yiyip-içtiklerine azami dikkat etme mânâsı vardır. Yani oruç bir mânâda ruhun riyazatı ve bedenin perhizidir. Sık sık oruca müracaat eden bir insan, onun, vicdanında hâsıl edeceği meziyet ve faziletleri açık bir şekilde müşahede edebilir. Her zaman ve her yerde midesini düşünen bir insanda ise temiz bir ruh ve saf bir kalbin bulunması zordur.
Bedenin bir kısım ihtiyaç ve istekleri olduğu gibi, ruhun da kendine göre istekleri vardır. İnsan, cismaniyeti itibarıyla küçük bir varlıktır; ama ruhî melekeleri yönüyle sonsuzluğa açıktır. Sınırsız meyilleri, arzuları, istekleri, duyguları, hayalleri, düşünceleri ve fikirleriyle o sanki kâinatın küçük bir fihristesi hükmündedir.
İşte konumu ve durumu bu olan insanın ruhî yönünü ve bütün istidatlarını inkişaf ettiren, arzu ve emellerinin gerçekleşmesine vesilelik yapan, şehvet ve gazap gibi duygularını zapturapt altına alan, onu, Rabbiyle irtibata geçiren en ulvî ve en yüksek ameliye ancak ve ancak ibadettir. Önemli bir ibadet olan oruçta da bütün bu hususiyetler mevcuttur.
İnsanı ruhen terakki ettirmeyi hedefleyen bütün dinlerde, şekil farklılıkları bir tarafa bırakılacak olursa, oruç önemli bir esastır. Hatta insanların bu mânâdaki olgunlaşmasında rehberlik rolü ile vazifelendirilen bütün peygamberler, böyle bir misyonu yüklenmeye hazırlanma dönemlerini hep oruçlu geçirmişlerdir. Bu da yine orucun insanı olgunlaştırmadaki tesirini gösteren ayrı bir delildir.
Hazreti Musa’ya (aleyhisselâm) Tevrat nazil olmaya başladığında o, kırk günlük orucunu tamamlamış bulunuyordu. İncil’in ilk âyetleri Hazreti İsa’ya nazil olduğunda kim bilir bu büyük peygamber kaç gündür oruçluydu. İnsanlığın İftihar Tablosu, peygamberlik verilmeden önceki günlerini hep oruçlu geçirmişti. O, Hira’da itikâfa girmiş gibiydi. Zaten vahiy de bir Ramazan gününde gelmeye başlamıştı. İtikâfın Ramazan ayında olması da nazara alınacak olursa, Efendimiz’in Hira’ya çekilişinin Ramazan ayına denk gelmesi cidden manidardır.
Evet, insanlarda çoğu zaman ruh bedenin, beden de ruhun rağmına gelişir. Ruhanî yönleri itibarıyla gelişmek isteyenler mutlaka oruç tutmalıdırlar. Veya şöyle söyleyelim: Oruç tutmayanlar, bedenlerinin altında kalır ve istenen ölçüde ruhanî olgunluğa ulaşamazlar.
Üstad Bediüzzaman da bu hususla alâkalı olarak şunları söyler:
“Mide fabrikasının pek çok hademeleri ve kendisiyle alâkadar çok insanî duyguları var. Eğer senenin bir ayında gündüzleri tatile girmezse, hademelerin ve diğer duyguların hususi ibadetlerini onlara unutturur, kendiyle meşgul eder, onları tahakkümü altına alır, nazar-ı dikkatlerini daima kendine çeker, onlara ulvî vazifelerini unutturur. Fakat Ramazan-ı Şerif orucuyla o fabrikanın hademeleri anlarlar ki, sırf o fabrika için yaratılmamışlar. Ve sair cihazat, o fabrikanın süflî eğlencelerine bedel, Ramazan-ı Şerif’te melekî ve ruhanî eğlencelerle lezzet alırlar, nazarlarını o mânevi zevklere dikerler. Onun içindir ki, Ramazan-ı Şerif’te mü’minler, derecelerine göre ayrı ayrı nurlara, feyizlere, mânevi zevklere mazhar olurlar. O mübarek ayda oruç vasıtasıyla ruh, akıl ve sır gibi latifeler çok terakki eder, midenin ağlamasına karşılık onlar masumâne gülerler.”[14]
5. İnsanı Melekiyete Yükseltir
İnsanda biri melekî diğeri de hayvanî olmak üzere iki yön vardır. Yani onun fiziğe ait bir yanı olduğu gibi fizik ötesine açık bir mahiyeti de vardır. Evet, onun, bir taraftan behîmî hisler, şehvetler, gazaplar, kinler ve nefretlerden ibaret hayvanî bir yanı, diğer taraftan da iz’an, irfan, mârifet, muhabbet, kulluk ve tevazu gibi melekî bir yanı söz konusudur.
Allah (celle celâluhu) insanın donanımına hem iyi hem de kötü duygular yerleştirmiştir. Bu itibarla da insan, melekleşebilir de, şeytanlaşabilir de. İradesiyle melekleri geride bırakabilecek bir ruhanîlik kazanabileceği gibi, şeytana bile rahmet okutturacak duruma da düşebilir.
Evet, en güzel şekilde yaratılan insanın, aynı zamanda kendisini aşağıların aşağısına götürücü –belli hikmetler için mahiyetine konulan– kötü duygulara da açık bir yanı vardır. O her zaman bu duyguların tesiriyle a’lâ-yı illiyyînden esfel-i sâfilîne düşebilir.
Bu hususla ilgili Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyrulur:
لَقَدْ خَلَقْنَا الْاِنْسَانَ ف۪ٓى اَحْسَنِ تَقْو۪يمٍۘ ثُمَّ رَدَدْنَاهُ اَسْفَلَ سَافِل۪ينَۙ اِلَّا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ فَلَهُمْ اَجْرٌ غَيْرُ مَمْنُونٍ
“Biz, insanı en güzel biçimde yarattık. Sonra onu aşağıların aşağısına atıverdik. Yalnız inanıp iyi işler yapanlar hariç. Onlar için kesintisiz bir mükâfat vardır.”[15]
İşte insanın, potansiyel insanlıktan hakiki insan olma ufkuna yükselmesi, mahiyetinde bulunan bu meleklik yönünü inkişaf ettirmesiyle mümkün olacaktır. Yoksa cismaniyetine bağlı kaldığı, hayvaniyetinin güdümünde yaşadığı; yani yiyip içerek yan gelip kulağı üzerine yattığı sürece o, mülk âleminin dar çerçevesi içinde sıkışır kalır; kalır da ahsen-i takvîm sırrına mazhar bir varlıkken hayvanlardan da aşağı bir duruma düşer. Fakat o, hayvaniyetten çıkıp cismaniyeti bırakırsa yani nefsanî, hayvanî ve cismanî kirlerden temizlenerek Cenâb-ı Hakk’ın esmâ-i ilâhiye, evsaf-ı sübhaniye ve şuûn-u rabbaniyesinin nurlarıyla tenevvür ederse farklı bir mahiyete erer, ayrı bir kıvam kazanır.
Âyet-i kerime ve hadis-i şeriflerde meleklerin çokça zikredilip nazara verilmesinin hikmetlerinden biri de insanda potansiyel hâlde bulunan bu melekiyet yanını harekete geçirmek, tetiklemek, neşv ü nema bulmasını sağlamak ve böylece onu melekleşme ufkuna ulaştırmaktır. Evet, meleklerin hâli nazara verilmek suretiyle melekleşmeye bir teşvik ve çağrı yapılmakta, mahiyetimizde meknî bulunan melekûta ait hususiyetleri inkişaf ettirmemiz istenmektedir.
İnsanı meleklerden ayıran en önemli özelliklerden biri, onun nefis sahibi olmasıdır. Meleklerde yeme-içme, evlenme, günah işleme gibi davranışlar söz konusu değildir. Onlar, yaratılışları gereği masum, her an Allah’ı tesbih ve taatle meşgul nuranî varlıklardır. Bununla ilgili Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
وَقَالُوا اتَّخَذَ الرَّحْمٰنُ وَلَداً سُبْحَانَهُۜ بَلْ عِبَادٌ مُكْرَمُونَۙ لَا يَسْبِقُونَهُ بِالْقَوْلِ وَهُمْ بِاَمْرِه۪ يَعْمَلُونَ يَعْلَمُ مَا بَـيْنَ اَيْد۪يهِمْ وَمَا خَلْفَهُمْ وَلَا يَشْفَعُونَۙ اِلَّا لِمَنِ ارْتَضٰى وَهُمْ مِنْ خَشْيَـتِه۪ مُشْفِقُونَ
“(Birtakım insanlar çıkıp, meleklerin) Rahman (olan Allah)’ın çocuğu olduğunu iddia ettiler. Bilakis onlar O’nun şerefli kullarıdır. O’nun sözünün önüne geçmez, sadece O’nun emriyle hareket ederler. (Allah) onların önlerinde ve arkalarında ne varsa (tüm hallerini) bilir. Onlar O’nun razı olduğundan başkasına şefaat edemezler. Allah korkusu ve O’na olan saygılarından dolayı her an müteyakkızdırlar.”[16]
İnsan ise hayatiyetini ancak yeme-içmeyle devam ettirebilir. Her zaman için nefsine uyup günaha girme ihtimali vardır. Ancak oruç tutan bir mü’min, yeme-içmesine bir engel koyar, şehvetine hâkim olur, her türlü günahtan sakınır, melekler gibi bir hayat yaşar. Hatta o, bu hâliyle melekleri bile geride bırakabilir. Öyle ki, Cenâb-ı Hak bu vasıflara sahip olan mü’min kullarıyla meleklere karşı iftihar eder, onları meleklere örnek gösterir.
Evet, öyle insanlar vardır ki melek gibidirler. Bu insan, “Rabbim hesaba çeker.” düşüncesiyle karıncaya dahi ayağını basmaz. Kendisinden daha muhtacını görse elindekini ona verir. Namaz kılmak üzere Rabbinin huzuruna gelince ayakları tir tir titrer. Titrer de ahirete ait hesabını düşünerek iki büklüm olur ve Ona bakanlar Allah’ı hatırlar. İnsan da vardır ki şeytan gibidir. Ormanlardaki canavarlardan daha tehlikeli ve daha zararlıdır. İşte insan, oruç sayesinde bu aşağı derekelerden çıkıp melekler ufkuna belki de daha ilerisine adım atmaya liyakat kazanır.
6. Nimetlerin Değerini Öğretir
Cenâb-ı Hak, yeryüzünü binbir çeşit nimetle donatmış ve onu insanın emrine musahhar kılmıştır. Her gün semadan önümüze âdeta sofraların biri indirilip diğeri kaldırılmaktadır. Ağaçlar devamlı meyve vermekte, zemin çeşit çeşit nimetler bitirmektedir. Kur’ân-ı Kerim, pek çok âyetiyle bize, Rabbimizin nimetlerini hatırlatır. Ezcümle:
وَفِى السَّمَٓاءِ رِزْقُكُمْ وَمَا تُوعَدُونَ
“Semada rızkınız ve size vaat olunan şeyler vardır.”[17]
وَاَنْـزَلْنَا مِنَ السَّمَٓاءِ مَٓاءً بِقَدَرٍ فَاَسْكَنَّاهُ فِى الْاَرْضِۗ وَاِنَّا عَلٰى ذَهَابٍ بِه۪ لَقَادِرُونَۚ فَاَنْشَاْنَا لَـكُمْ بِه۪ جَنَّاتٍ مِنْ نَخ۪يلٍ وَاَعْنَابٍۢ لَـكُمْ ف۪يهَا فَوَاكِهُ۬ كَث۪يرَةٌ وَمِنْهَا تَاْكُلُونَۙ
“Gökten, ölçülü bir şekilde su indirip yeryüzünde tuttuk. Onu geldiği yere geri göndermeye de kadiriz. Bu suyla sizin için hurmalıklar, üzüm bağları var ettik; onların meyvelerinden istifade ediyorsunuz, yiyorsunuz.”[18]
فَلْيَنْظُرِ الْاِنْسَانُ اِلٰى طَعَامِه۪ۙ اَنَّا صَبَبْنَا الْمَٓاءَ صَبّاًۙ ثُمَّ شَقَقْنَا الْاَرْضَ شَقًّاۙ فَاَنْبَتْنَا ف۪يهَا حَبّاًۙ وَعِنَباً وَقَضْباًۙ وَزَيْتُوناً وَنَخْلاًۙ وَحَدَٓائِقَ غُلْباًۙ وَفَاكِهَةً وَاَبّاًۙ مَتَاعاً لَـكُمْ وَلِاَنْعَامِكُمْۜ
“İnsan yediği şeyler üzerinde bir düşünsün. Gökten suyu indirdik. Sonra yeryüzünü, toprağı yardık (gözelerini açtık) da onda hububat, üzüm, yonca, zeytin, hurma, ağaçları gür ve sık bahçeler, meyveler ve çayırlar bitirdik. Siz ve hayvanlarınız istifade edesiniz diye.”[19]
Allah, yeri de göğü de insanın istifadesine sunmuştur. Ne var ki o, Rabbine karşı pek nankördür. Onun için de sayılamayacak kadar çok nimetlerin içerisinde yüzerken bile çoğu kez bunların farkına varamaz. “Ol mahiler ki deryada yüzer, deryayı bilmezler.” fehvasınca tıpkı balıkların, içinde bulundukları sudan habersiz yaşamaları gibi. Oruç ise insanın bu tavrına bir çeki düzen verir. Nimetler içerisinde yüzen insan, oruçla birlikte bu nimetlerin kıymet ve ehemmiyetini anlar ve dolayısıyla onların şükrünü eda etmeye çalışır.
İnsanoğlu, dalında kendisine tebessüm eden bir salkımın nasıl bir nimet olduğunu oruç sayesinde anlar. Hususiyle yaz günleri, her gün kana kana içtiği fakat ne büyük bir nimet olduğunu unuttuğu suyun kıymetinin farkına varır. İftar vakti o suyu yudumlarken, “Allahım! Acaba Cennet’teki kevserlerin de böyle mi?” der, dünyadaki suda Cennetteki kevseri tadar. İşte bu hatırlama insanda öyle bir imana vesile olur ki bunu başka şeylerin kazandırması mümkün değildir. Demek ki ağzını bağlamanın, Allah’ın meşru kıldığı şeylerden –sırf O’nun emri olduğu için bir süreliğine de olsa– el çekmenin vicdanlarda hâsıl ettiği şey bütünüyle imandır. O iman ki vicdanlarda duyulur, kalblerde hissedilir ve onun sayesinde huzura erilir.
Evet, nimetler Allah’ındır ve O, verdiği bu nimetlerin karşılığında bizden şükür ister. Verdiği bunca nimete karşı Allah’ı unutmak ne büyük bir hata, ne büyük bir nankörlüktür! İşte oruç, nimetleri iradî olarak kesmek suretiyle insanı bu unutkanlıktan kurtarır. Kul, geçici olarak nimetlere sırtını dönmek ve iradî olarak onlardan ilgi ve alâkayı kesmek suretiyle âdeta şöyle der: “Evet, ey Allahım! Yağmur, onunla inen azot, hava, şimşek, şimşeğin çakması, yağmurun, dolunun yere inmesi, karın yağması, toprağın mevcudiyeti, rüşeymlerin başını çıkarması... vs. hepsi bizler için büyük birer nimetmiş. Biz bunları ancak geçici olarak bu nimetlerden mahrum kalmak suretiyle hissettik. Seni arıyor, Seni hatırlıyor ve Sana şükrediyoruz.” Onun bu sözüne karşılık Cenâb-ı Hak da şöyle mukabelede bulunur:
فَاذْكُرُون۪ٓى اَذْكُرْكُمْ وَاشْكُرُوا ل۪ى وَلَا تَـكْـفُرُونِ۟
“Beni zikredin ki Ben de sizi anayım, Bana şükredin ve sakın nankörlük etmeyin.”[20]
لَئِنْ شَكَرْتُمْ لَاَز۪يدَنَّــكُمْ وَلَئِنْ كَفَرْتُمْ اِنَّ عَذَاب۪ى لَشَد۪يدٌ
“Bana şükrederseniz Ben de nimetleri artırırım, eğer küfran-ı nimette bulunursanız, şüphesiz azabım çok şiddetlidir.”[21]
7. Allah’la Münasebeti Kuvvetlendirir
İnsan, Rabbiyle münasebetinin kuvveti nispetinde kâmil insan olma yoluna girmiş demektir. Cenab-ı Hak’la irtibatı kuvvetli olan bir mü’minin hayatında tamam olmayan bir şeye rastlanmaz. O, tıpkı âyette;
تَـتَجَافٰى جُنُوبُهُمْ عَنِ الْمَضَاجِعِ يَدْعُونَ رَبَّهُمْ خَوْفاً وَطَمَعاًۘ
“Yataklarından kalkar, havf-reca (korku-ümit) duygularıyla Rabbilerine ibadet ederler.”[22] buyrulduğu gibi uzunluğuna ve kısalığına aldırış etmeden gecenin bir yarısı kalkar, Rabbinin gazabından endişe ederek ve rahmetine nâil olmayı umarak kıyamda durur. Ramazan’da sahura kalkmak için geceyarısı yumuşak döşeğini terk eder. Sırf O’nun rızasını elde edebilmek için gün boyu aç ve susuz durmaya katlanır. İşte böyle bir fedakârlık Allah ile o kulu arasında çok kuvvetli bir bağ meydana getirir. Onun bu fedakârlığına karşılık Cenâb-ı Hak ahirette şöyle buyuracaktır:
كُلُوا۟ وَٱشْرَبُوا۟ هَنِيٓـًٔۢا بِمَآ أَسْلَفْتُمْ فِى ٱلْأَيَّامِ ٱلْخَالِيَةِ
“Geçmişte yaptığınız iyi amellerin karşılığı olarak afiyetle yiyin, için.”[23]
Kudsî bir hadiste de buyrulduğu gibi Cenâb-ı Hak, iki korkuyu ve iki emniyeti bir arada yaşatmaz. Bu dünyada rahat ve rehavetinden taviz vermeyen, din adına birtakım sıkıntılara katlanmayan, kendini zora sokmayan bir insan ahirette bunlara maruz kalacaktır. Aksine, bu dünyada gece yarısı yumuşak yatağını terk eden, günboyu açlığın ve susuzluğun sıkıntılarına katlanan ise ahiretin sıkıntı ve meşakkatlerinden emin olacaktır.
8. Allah’a Kavuşmayı Hatırlatır
Oruç tutan bir insanın her ânı, Allah’ı ve nimetlerini hatırlatması ve netice itibarıyla da en büyük nimet olan Allah’a kavuşmayı hatıra getirmesi bakımından son derece kıymetlidir. Sabahtan akşama kadar bedenine ait birtakım arzu ve ihtiyaçlarından uzak kalan insan zâhiren sıkıntı çekse de ibadetin getireceği uhrevî faydalar ona bu sıkıntıları unutturur. Oruçlu bir mü’min bütün gün, şehvetini, yemesini ve içmesini kendisi için bıraktığı Rabbiyle buluşmayı düşünür. Bu düşüncesi sayesinde de hayatı baştan sona istikamet dairesinde cereyan eder. Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) orucun, biri uhrevî diğeri de dünyevî olan semerelerine dair şöyle buyurmuştur:
لِلصَّائِمِ فَرْحَتَانِ يَفْرَحُهُمَا إذَا أَفْطَرَ فَرِحَ وَإذَا لَقِيَ رَبَّهُ فَرِحَ بِصَوْمِهِ
“Oruçlu için iki sevinç vardır. Biri iftar ettiği zaman duyduğu sevinci, diğeri de Rabbiyle buluşacağı zaman orucu sayesinde yaşayacağı sevinç.”[24]
Hakiki bir mü’min, hayatını, Allah ile buluşacağı duygu ve düşüncesiyle geçirir ve bunun bir an önce gerçekleşmesini diler. O bu kadar istekli davranınca Allah da onun bu isteğine cevap verir.
مَنْ أَحَبَّ لِقَاءَ اللهِ أَحَبَّ اللهُ لِقَاءَهُ وَمَنْ كَرِهَ لِقَاءَ اللهِ كَرِهَ اللهُ لِقَاءَهُ
“Her kim Allah’a kavuşmayı arzu ederse, Allah da ona kavuşmayı diler. Her kim de O’na kavuşmaktan hoşlanmazsa, Allah da ona kavuşmaktan hoşlanmaz.”[25]
9. Sağlığa Faydalıdır
Orucun ruh ve beden sağlığına faydaları hakkında bugüne kadar birçok söz söylenmiş, birçok makale ve kitap yazılmıştır. Az yemenin insan sağlığına faydası öteden beri bilinen ilmî bir gerçektir. Dolayısıyla bedene gerekli kalori ve enerjiyi sağlayacak besinleri almak şartı ile günün belirli öğünlerinde yemek yiyerek vakitsiz atıştırmalardan kaçınmak, mideyi yararlı-yararsız şeylerle tıka-basa doldurmaktan çok uzak durmak gerekir. İşte orucun insan vücuduna sağladığı en önemli faydalardan biri budur. Çünkü oruç tutan bir insan, gün boyu ağzına bir lokma dahi götüremeyeceği gibi iftarda da az bir yemekle yetinir. Peygamberimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) oruç konusundaki sünneti de bu yöndedir.
Çok yemenin sağlığa zararlı olduğu bugün bütün tıp uzmanları tarafından ifade edilmektedir. Hatta çok yemek ile kalb, şeker, tansiyon gibi pek çok hastalık arasında doğrudan bir ilişki olduğu da artık pek aşikar bir realitedir. Bedeni belirli bir süre yiyeceklerden uzak tutmak, geçmişten bugüne birçok hastalığın tedavisinde başvurulan tabiî bir metot olarak kabul edilmektedir. Buna göre oruç, koruyucu hekimlik açısından çok büyük önemi haiz olduğu gibi, güç yetirebilecek hasta kimselerin, midelerini her yıl bir ay dinlendirmeleri de onlar için ehemmiyetli bir tedavi yoludur.
Bunun dışında sigara gibi başta damar sertliği olmak üzere muhtelif hastalıklara sebebiyet verdiği bilinen alışkanlıkların Ramazan ayının girmesiyle birlikte ciddi oranda azaldığı da bir gerçektir. Hatta kimi tiryakiler Ramazan ayını vesile yaparak sigarayı tamamen bırakmaktadırlar. Orucun, dolaylı da olsa insan sıhhatine böyle bir katkısından da söz edilebilir.
Bir diğer açıdan, daha dünyaya gelmeden anne karnında faaliyete başlayan vücudumuzun organ ve sistemlerinin, özellikle de sindirim sisteminin zaman zaman dinlenmeye ihtiyacının olduğu, tıbbî çevrelerce kabul edilip savunulan bir hakikattir. Senenin bir ayında vücudun dinlendirilmesi anlamına gelen oruç, bu yönüyle insan bedeni için son derece faydalıdır.
Faaliyet içinde olan her makine bir müddet sonra bakıma alınıp dinlendirilir. Böyle yapılmadığı takdirde ya ömrü kısalır veya tamamen tahrip olur. Öğrencilere, belirli bir süre tedrisat gördükten sonra tatil verilir. Sabahtan akşama kadar çalışan bir işçi, akşamleyin istirahate çekilir. Bu mola ve dinlenmeler olmadan aynı tempoda çalışma ve semere verme mümkün değildir. İnsan vücudunu bir fabrika, azalarını da o fabrikanın aletleri gibi düşünebiliriz. İşte oruç, vücut fabrikamızın dinlenmesine, yıpranmamasına ve mükemmel şekilde çalışmasına bir vesiledir.
İnsan, oruç sayesinde, zamanla vücudunda biriken zararlı maddelerden ve fazlalıklardan kurtulur. Dolayısıyla bedenen kendisini rahatlamış hisseder. Nitekim bugünün insanı, fazla kilolarından şikâyetçi olup bunlardan kurtulmak için kapı kapı çare aramaktadır. Fazla kiloların, vücudumuzda kan dolaşımı ve beyin başta olmak üzere çeşitli organ ve sistemlere zarar verdiği tıp çevreleri tarafından kabul edilmektedir. İşte oruç, sevap kazanmanın ve Allah’ın hoşnutluğuna ermenin önemli bir vesilesi olmanın yanında bir taraftan da bu gibi maddî rahatsızlıklara çare olmaktadır.
10. İktisada Alıştırır
Gerek Kur’ân-ı Kerim gerekse hadis-i şerifler bizleri iktisada teşvik eder, neticeyi düşünmeden bilinçsiz olarak harcamada bulunmayı yasaklar. Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyrulur:
وَلَا تَجْعَلْ يَدَكَ مَغْلُولَةً اِلٰى عُنُقِكَ وَلَا تَـبْسُطْهَا كُلَّ الْبَسْطِ فَـتَـقْعُدَ مَلُوماً مَحْسُوراً
“Elini boynuna bağlayıp cimri kesilme, büsbütün de açılıp tutumsuz olma ki herkes tarafından ayıplanan, kaybettiklerine hasret çeken bir hâle düşmeyesin.”[26]
Kur’ân’ın tabiriyle, Allah’ın kendilerine ihsan ettiği maldan infak etmeyip cimrilik yapanlar, âdeta ellerine kilit vurup, boyunlarına asmış bir durumdadırlar. Bunun karşılığında onu çar-çur eden, harcamalarını heva ve heveslerine uyarak şuursuzca yapanlar da sonunda fayda vermeyen bir pişmanlık içine düşerler. Kur’ân, bu ikisini de hoş karşılamamakta, israfın da cimriliğin de herhangi bir fayda getirmeyeceğini söyleyip inananlara orta yolu tutmalarını (iktisadı) tavsiye etmektedir:
وَالَّذ۪ينَ اِذَٓا اَنْـفَقُوا لَمْ يُسْرِفُوا وَلَمْ يَـقْتُـرُوا وَكَانَ بَـيْنَ ذٰلِكَ قَوَاماً
“Onlar ki harcadıkları zaman ne israf eder ne de cimrilik yaparlar. İkisi arasında orta bir yol tutarlar.”[27]
وَهُوَ الَّـذ۪ٓى اَنْشَاَ جَنَّاتٍ مَعْرُوشَاتٍ وَغَيْرَ مَعْرُوشَاتٍ وَالنَّخْلَ وَالزَّرْعَ مُخْتَلِفاً اُكُلُهُ وَالزَّيْـتُونَ وَالرُّمَّانَ مُتَشَابِهاً وَغَيْرَ مُتَشَابِهٍۜ كُلُوا مِنْ ثَمَرِه۪ٓ اِذَٓا اَثْمَرَ وَاٰتُوا حَقَّهُ يَوْمَ حَصَادِه۪ۘ وَلَا تُسْرِفُواۜ اِنَّهُ لَا يُحِبُّ الْمُسْرِف۪ينَ
“Çardaklı-çardaksız bağ ve bahçeleri, tatları farklı farklı çeşit çeşit hurma ve ekinleri, birbirine benzeyeniyle benzemeyeniyle zeytinleri, narları (çeşit çeşit meyveleri) yaratan O’dur (celle celâlüh). Mahsul verince ürününden yiyin, devşirildiği gün hakkını da (öşrünü) verin. İsraf etmeyin, çünkü O müsrifleri sevmez.”[28]
Cenâb-ı Hak, mazhar oldukları nimetlerin şükrünü eda etmeyenleri de şöyle uyarır:
وَضَرَبَ اللهُ مَثَلاً قَرْيَةً كَانَتْ آمِنَةً مُطْمَئِنَّةً يَأْتِيهَا رِزْقُهَا رَغَدًا مِنْ كُلِّ مَكَانٍ فَكَفَرَتْ بِأَنْعُمِ اللهِ فَأَذَاقَهَا اللهُ لِبَاسَ الْجُوعِ وَالْخَوْفِ بِمَا كَانُوا يَصْنَعُونَ
“Allah bir beldeyi misal verdi: Güven ve huzur içinde idiler. Her taraftan bol bol rızık gelirdi. Fakat Allah’ın nimetlerine nankörlük ettiler de bu yaptıklarından dolayı Allah onlara açlık ve korku ızdırabını tattırdı.”[29]
Bunlardan başka da israfı yasaklayan, mü’minleri iktisada teşvik eden çok sayıda âyet vardır.
Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) de mü’minlere, ibadetlerinde, hâl ve hareketlerinde, malî harcamalarında, yeme-içmelerinde, kısacası hayatın bütün birimlerinde iktisadı düstur edinmelerini tavsiye etmiştir:
مَا عَالَ مَنْ اِقْتَصَدَ
“İktisatla hareket eden (fert, toplum) fakir düşmez.”[30]
مَنْ اِقْتَصَدَ أغْنَاهُ اللهُ وَمَنْ بَذَرَ أَفْقَرَهُ اللهُ
“İktisat yapanı Allah zengin eder. Saçıp savuranı da fakirleştirir.”[31]
إِنَّ الْهَدْيَ الصَّالِحَ، وَالسَّمْتَ الصَّالِحَ، وَالِاقْتِصَادَ جُزْءٌ مِنْ خَمْسَةٍ وَعِشْرِينَ جُزْءًا مِنَ النُّبُوَّةِ
“İyi yol, iyi davranış ve iktisat, peygamberliğin yirmi beş parçasından bir parçadır.”[32]
İşte İslâm’daki oruç ibadeti, insanlara iktisat düsturunu öğreten bir muallim mevkiindedir. İstediği şeyi, aklına geldiği zaman hiçbir sınırlama getirmeden yapmaya alışan kişi, oruçlu olduğu zaman mecburen bunu yapamayacaktır. Mesela her canı istediğinde yemek yiyen, maddi olarak vücudunun arzularına boyun eğen biri, oruçlu olduğunda mecburen akşamın gelmesini bekleyecek, dolayısıyla bu beklemeyle iktisat etmeyi öğrenecek, sorumsuzca yaşamaktan uzaklaşmış olacaktır.
11. Ebedî Nimetlere Liyakat Kazandırır
Maddi-mânevi muvaffakiyet, bir kısım mahrumiyetlere katlanmaya bağlıdır. Hayatında herhangi bir mahrumiyeti olmayan kimsenin bir kısım meselelerde muvaffakiyeti görülse bile o, ahirete bakan yönü itibarıyla zararda demektir. Bir insanın çile ve ızdırap çekmeden İslâm adına bir yerlere ulaşması mümkün değildir. Peygamberlerin hayatlarına baktığımız zaman bunun böyle olduğunu görürüz. Hem kendileri hem de ashabları, dinlerini yaşama adına nice mahrumiyetlere, nice eza ve cefalara göğüs germek zorunda kalmışlardır. Mü’minin, dinini yaşama adına mahrumiyetler çekmesi bir âdet-i ilâhiyedir dense sezadır.
İnsan burada bir kısım nimetlerden mahrumiyetle kendini, ebedi âlemde ebedi nimetlere hazırlamış olur. Burada önüne gelen her şeyden istifade etmeyi düşünen bir insan, belki çok defa meşru-gayrimeşru ayırmadan hem dünya hayatını hem de ahiretini berbat edecektir. Rahat bir şekilde yeme-içmeye, rahat yaşamaya alışmış bir insanın kılı kırk yararcasına, meşru olanı olmayandan ayırması pek düşünülemez. Kur’ân-ı Kerim bunları anlatırken;
وَالَّذِينَ كَفَرُوا يَتَمَتَّعُونَ وَيَأْكُلُونَ كَمَا تَأْكُلُ الْأَنْعَامُ
“Kâfirler, dünyada zevklerini yaşamak ister, hayvanlar gibi yer-içerler.”[33] buyurur.
Binaenaleyh, mü’min, iradesinin hakkını vererek aç-susuz durmak suretiyle kazanacağı fazilet sayesinde, değil harama el uzatma, şüpheli diye bazı mubahlardan bile kendisini alıkoyar. Böylelikle dünyasını mamur ettiği gibi, ahirette de Cenâb-ı Hakk’ın lütfedeceği ebedî nimetlere liyakat kazanmış olur.
İnsanın kazanacağı her durum belli hâl ve keyfiyetleri elde etmesine bağlıdır. Diyelim ki bir saraya davet edilen birisi gitmeden önce orada gözetilen adab u erkâna göre kendisine çeki düzen verir. Aynen bunun gibi insan, Allah’ın huzuruna gitmeyi, Resûl-i Ekrem’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) şefaatine liyakat kazanmayı, Cennet’e girmeyi düşünüyorsa bunlar için gerekli keyfiyetleri kazanmak zorundadır. İşte oruç başta olmak üzere ibadet ü taat, insanı donatarak oralara gitmeye ehil hâle getirir.
12. Emanete Riayeti Öğretir
Mü’minlerin taşıması gereken hasletlerden birisi de emanete riayettir. Kur’ân, وَالَّذ۪ينَ هُمْ لِاَمَانَاتِهِمْ وَعَهْدِهِمْ رَاعُونَۙ “Mü’minler emanetlerine ve ahitlerine özen gösterirler.”[34] âyetiyle emanete riayeti mü’minliğin alâmeti olarak saymıştır. Kendilerinde bu sıfat bulunmayan kimseler, içlerinde münafıklığa ait bir özellik taşımaktadırlar demektir. Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadislerinde bu hususa işaretle şöyle buyurmuşlardır:
اٰيَةُ الْمُنَافِقِ ثَلَاثٌ إِذَا حَدَّثَ كَذَبَ وَإِذَا وَعَدَ أَخْلَفَ وَإِذَا اؤْتُمِنَ خَانَ
“Münafığın alâmeti üçtür: Konuştuğunda yalan söyler, söz verdiğinde yerine getirmez, kendisine bir şey emanet edildiğinde de hıyanet eder.”[35]
Oruç, gizli ve aşikâr her zaman emanete riayet etmeyi öğretir. Zira Allah’ın helâl kıldığı nimetleri yiyip-içmekten kaçınmayı sağlayacak Allah’tan başka bir görüp gözeten yoktur. Oruçlu, sabahtan akşama kadar yeme içmeyi terk ederek Allah’ın koyduğu sınırlara riayet eder. Bütün imkânlar mevcut olmasına rağmen, hiç kimse kendisini görmese bile mü’min orucunu sürdürür. O böylece akşama kadar emaneti muhafaza hissiyle dolu olarak yaşar. Oruca karşı gösterilen bu tavır, Müslümanın bütün hayatına akseder. Dolayısıyla oruç tutan bir mü’min, bütün hayatı boyunca kendisine emanet olarak verilen şeylere karşı son derece dikkatli ve titiz davranır.
13. Sadakat ve Vefayı Öğretir
Fert, vefa duygusuyla itimada şayan olur, yükselir. Yuva, vefa duygusu üzerine kurulmuş ise devam eder ve canlı kalır. Millet, bu yüce duygu ile faziletlere erer. Devlet, kendi tebaasına karşı ancak bu duygu ile itibarını korur. Vefa düşüncesini yitirmiş bir ülkede ne olgun fertten ne emniyet vaat eden yuvadan ne de istikrarlı ve güvenilir bir devletten bahsetmek mümkün değildir. Böyle bir ülkede fertler birbirlerine karşı kuşkulu, yuva kendi içinde huzursuz, devlet tebaaya karşı uğursuzlardan uğursuz ve her şey birbirine karşı yabancıdır.
Vefa, fertlerin birbiriyle kaynaşıp bütünleşmesini temin eder. Vefa sayesinde cüzler küll olur; ayrı ayrı parçalar bir araya gelerek vahdete ulaşır. Vefa duygusu varıp sonsuzluğa erince, ötelerden gelen tayflar kitlelerin yolunu aydınlatır ve toplumun önünü kesen bütün tıkanıklıkları açar. Elverir ki o toplum, vefa duygusuyla olgunlaşmış ve onun kenetleyici kollarına kendini teslim etmiş olsun.
Vefa bu kadar önemli olduğundandır ki Kur’ân, وَاَوْفُوا بِالْعَهْد اِنَّ الْعَهْدَ كَانَ مَسْؤُ۫لاً “Verdiğiniz sözü yerine getirin. Çünkü verilen söz, sorumluluk gerektirir.”[36] demek suretiyle insanları uyarmış, vefalı olmaya davet etmiştir.
Oruç da vefa duygusunun tezahür ettiği en güzel bir ibadettir. Zira o, Allah ile kul arasında yapılmış bir ahittir. Kul, belirli zaman dilimlerinde belirli şeylerden vazgeçecek, dolayısıyla bu hareketiyle, ahdinde vefalı olduğunu gösterecektir. Aynı zamanda insan, tuttuğu oruçlarla vefa duygusunu geliştirecek ve böylece vefa onun ayrılmaz bir parçası olacaktır. Bu hâl ile hallenen kimse de içtimaî, ailevî ve ferdî hayatında âdeta “vefa”dan bir abide hâline gelecektir.
Ramazan, ondan nasiplenmesini bilen her insanı, seviyesine göre bir vefa ve sadakat eri hâline getirir. Oruç tutan ve ondaki sırrı kavramaya çalışan bir mü’min, hem Hakk’a teveccühünde hem de halkla münasebetlerinde hep vefa ve sadakat peşinde olur. O, sadece belli vakitlerde ibadet eden bir insan olmakla yetinmeyip, ubudiyet ufkuna yürür ve bütün gününü kulluk şuuruyla değerlendirir, her an ibadet ediyormuş gibi yaşar. Dünyevî eğilimlerden ve cismanî temayüllerden biraz sıyrılınca, kendini Cenâb-ı Hakk’a adama ve bir hakikat eri olma hedefi belirir önünde. Bu hedefe ulaşmak maksadıyla, Bediüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle,[37] hep Allah için düşünme, Allah için konuşma, Allah için muhabbet duyma, “lillah, livechillah, lieclillâh” dairesi içinde kalma ve her zaman Hakk’a müteveccih bulunma denemeleri yapar; bu denemeler neticesinde başarıyı yakalamaya her gün biraz daha yaklaşır. Derken, tam bir vefa ve sadakat insanı olur. Zaten oruç, vefa duygusunun en güzel alâmetidir. Kul, belirli süreler dâhilinde, belirli şeylerden vazgeçer ve bu suretle ahdinde vefalı olduğunu gösterir; Cenâb-ı Hak da onun mükâfatını bizzat Kendisinin vereceğini vaat eder.
Allah’a karşı vefalı davranan bir insan, zamanla ailevî ve içtimaî hayatında da tam bir “vefa timsali” durumuna yükselir. Bu duyguyla sıla-i rahimi gözetir; herkese yardım elini uzatır, Allah yolunda infak etmeye doyamaz hâle gelir.
14. Müstağni Olmayı Öğretir
Toplumu ayakta tutan dinamiklerden birisi de onu teşkil eden fertlerin istiğna duygusuna sahip olmalarıdır. Bir hadiste, مَنْ يَسْتَغْنِ يُغْنِهِ الله “Kim müstağni davranırsa, Allah onu zengin kılar.”[38] buyrularak istiğnanın neticesi gösterilmiş ve mü’minler böyle güzel bir haslete teşvik edilmiştir.
İnsanların kul-köle hâline gelerek zelil bir şekilde yaşamalarının sebebi büyük ölçüde maddî çıkarlarını ön plânda tutup, nefsin sınırsız arzularına boyun eğmeleridir. İnsan oruç sayesinde, nefsinin kendisine fısıldamaya çalıştığı şeytanî vesveselerin önüne bir set çeker, onun zimamını kendi eline alır ve onu yönlendirmeye çalışır. Zira insan oruçluyken yeme-içmeye, şehevani arzularına ve benzer bir kısım dünyevî şeylere karşı kapalı bir durumdadır. Böylelikle o, dünya adına gelecek baskılardan âzâde olarak izzetli bir hayat tarzına sahip olur ve Cenâb-ı Hakk’ın, mü’minlerin bir sıfatı olarak bildirdiği izzet payesini elde etmiş olur. Şöyle buyurur Rabbimiz:
وَلِلَّهِ الْعِزَّةُ وَلِرَسُولِهِ وَلِلْمُؤْمِنِينَ
“İzzet, Allah’a, Resûlüne ve mü’minlere aittir.”[39]
15. Samediyet Sırrını Kazandırır
Samediyet, Allah Teâlâ’nın sıfât-ı sübhaniyesindendir. İhlâs sûresi bunu en güzel şekliyle açıklamaktadır:
قُلْ هُوَ اللهُ اَحَدٌۚ اَللهُ الصَّمَدُۚ
“De ki: Allah birdir. Samed (her şey kendisine muhtaç olduğu halde o hiçbir şeye ihtiyaç duymayan) Allah’tır.”[40]
O, birdir, tektir; -haşa- atomlardan, partiküllerden bir araya gelmiş bölünüp-parçalanacak bir varlık değildir. Diğer bir ifadeyle O, bir cevher ve araz da değildir. O, kendisini eşya ve hâdiselerle daima bizlere bildiren fakat Yüce Zatını kavramaktan âciz olduğumuz bir Mevcud-u Meçhuldür. Yine O, bire dayanan ve artık ötesinde parçalanmaların bittiği, terkip-teliflerin sona erdiği bir Ehad’dir. Öyle bir Ehad’dir ki feyz-i akdesiyle herkesteki ‘hayata tutunma duygusu’ doğrudan doğruya O’ndan gelmekte ve herkesin kamet-i kıymetine göre yine O’nun tarafından verilmektedir. Bu yönüyle Allah, “Samed”dir. Herkes her şeyinde O’na koşar, her gediğini O’nunla kapatır. Herkes O’na muhtaçtır ama O hiç kimseye muhtaç değildir. Samed, işte bu gibi mânâlara gelir. O, herkesin ihtiyacını giderir de hazineleri asla tükenmez. Mutlak mânâda O, her şeyden müstağnidir. Zira O, Samed’dir.
قُلْ لَوْ كَانَ الْبَحْرُ مِدَادًا لِكَلِمَاتِ رَبِّي لَنَفِدَ الْبَحْرُ قَبْلَ أَنْ تَنْفَدَ كَلِمَاتُ رَبِّي وَلَوْ جِئْنَا بِمِثْلِهِ مَدَدًا
“De ki: Rabbimin sözlerini yazmak için bütün denizler mürekkep olsa, hatta bir o kadarını daha getirip ilave etsek, Rabbimin sözleri tükenmeden o denizler tükenirdi.”[41]
Yaratmadan rızık vermeye kadar, denizler mürekkep olsa yazsalar, her şey biter tükenir de Allah’ın kelimeleri bitmez. Zira O, her gün ayrı bir şe’n üzeredir. O’na ait işlerde bitme ve tükenme yoktur. كُلَّ يَوْمٍ هُوَ ف۪ى شَاْنٍۚ “O, her an ayrı bir tasarruftadır.”[42]
Allah (celle celâlühû) yemez, içmez, üzerinden zaman geçmez; erkeklik ve dişilik gibi hususlar da O’nun için katiyen mevzubahis olamaz. O, bunlardan mukaddes ve münezzehtir. Kul da oruç tutarken yemez, içmez, çoğu defa beşerî arzu ve isteklerini unutur. Her şey varken ve birçok şeyi yapması mümkünken bunların hepsini elinin tersiyle iter, iter ve yüksek bir istiğna tavrı takınır. Böylelikle de rahmet âlemiyle rezonans olur, o âlemden gelen meltemlere karşı aynı frekansta alıcı olarak devreye girer, rahmet esintileri kalbinde makes bulur.
Evet, Allah Samed’dir. Bunu da ancak samediyete mazhar olanlar idrak eder. Daha önce zikrettiğimiz bir kudsî hadiste Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır: “Oruç Bana aittir; karşılığını da Ben vereceğim.”[43] Cenâb-ı Hak orucun mükâfatını Zât-ı Ulûhiyet’ine izafe etmektedir ki bunda da yine samediyetin cilveleri hissedilmektedir.
16. Disipline Alıştırır
Disiplin; intizamın temini için uyulması gereken emir ve yasaklar, dengeli bir insan olabilmek için lazım gelen zihnî, ahlâkî, ruhî terbiye ve “düzen ruhu” mânâlarına gelir. Disiplin insanı ise belli kaide ve prensipler çerçevesinde yaşayan, tertip ve düzen hususunda hassas davranan insan demektir.
Aslında bir mü’minin hayatı her zaman çok ahenkli olmalıdır. O, ne zaman ne yapması gerektiğini, hangi işlerle uğraşması lazım geldiğini önceden bilmeli ve ona göre davranmalıdır. Onun, hangi işi önce yapacağını belirleme ve bir programa göre çalışma niyeti haricinde “Acaba şimdi ne yapsam?” şeklinde bir düşüncesi olmamalıdır. O, hem Cenâb-ı Hakk’a karşı kulluk vazifelerini hem diğer insanlarla alâkalı sorumluluklarını hem de kendi şahsî işlerini belli bir disiplin içinde götürmeli, bunlardan hangisini ne zaman yapacağını mutlaka önceden tayin etmeli; her hâliyle bir düzen ve intizam örneği sergilemelidir. Haddizatında ibadetler, iş tanzimi ve vakit taksimi için çok önemli birer köşe taşlarıdır ve inanan insan çoğu zaman işlerini o ibadet takvimine göre ayarlar. “Öğle namazından sonra”, “akşam namazından önce” diyerek gününü, ibadetleri esas alarak belli dilimlere ayırır ve hiçbir ânını boş geçirmemeye çalışır.
Zamanın kıymetini bilen ve ömrü, değerlendirilmesi gereken çok önemli bir nimet olarak gören kimseler, yeme-içmeden yatıp-kalkmaya kadar her şeyi disiplin altına alırlar; hiçbir meselelerini dağınıklık içinde ve sürüncemede bırakmazlar. Onlar bilirler ki hem insanların hem de kurumların en verimli oldukları anlar, en düzenli oldukları zamanlardır.
İşte Ramazan ve oruç, yemek-içmek-uyumak gibi nefsin arzu ettiği şeylere karşı tavır belirleyerek, bunları ihtiyaç ölçüsünde ve hamd ü şükür duyguları içerisinde yapmak suretiyle hayatı disipline etmeyi öğretir. Nefsanî isteklere karşı, kalb ve ruh atmosferine sığınarak, vicdanı harekete geçirip iradeyi güçlendirerek sürekli istikamet üzere olabilmeyi ders verir.
Ramazan-ı Şerif, insanın en zayıf damarlarından biri olan yeme-içme isteğini sınırlamayı ve kontrol altında tutmayı sağlar. Âdeta bir beslenme disiplini talim eder. Evet, hayatı devam ettirebilmek için mutlaka yeme-içmeye ihtiyaç vardır. Ne var ki sağlığa dair lüzumlu prensipler hesaba katılmadan vakitli vakitsiz yenilip içilen her şey beden için zararlı olduğu gibi; midenin, kalbi ezecek kadar güçlenip insanı kalb ve ruhun derece-i hayatından hayvaniyet ve cismaniyet çukurlarına düşürmesi de bir felakettir. Kişinin kendisi için felaket olduğu gibi, Rabbinin hoşnutluğuna da bütünüyle zıttır.
Bu mübarek ay boyunca tutulan oruç, yemek vakitlerini belirleme, israftan ve mideyi tıka-basa doldurmaktan kaçınma, beden ve ruh sağlığına zarar veren şeylerden uzak durma ve aynı zamanda helâl dairesi içinde kalarak harama el uzatmama hususlarında mü’minlere egzersiz yaptırır; Ramazanlaşabilen insanlara bu konularda disiplin ruhu kazandırır.
Hak’la münasebetin önemli bir şiarı da Kur’ân okumak, Cenâb-ı Allah’a dua edip yalvarmak ve sürekli O’na teveccühte bulunmaktır. Ne var ki Kur’ân-ı Kerim’in işlemeli sandıklar ve ipekten kılıflar içindeki hapsine son verip onu dil ve gönüllere şeker-şerbet yapmak da pek çokları için bir mânâda ancak Ramazan-ı Şerif’te mümkün olmaktadır. Bu kutlu ay, damaklara bir Kur’ân tadı çalmakta ve insanlara bir evrâd ü ezkâr disiplini de aşılamaktadır.
İşte bir ay boyunca, yeme-içmeden yatıp kalkmaya, ibadet ü taâatten evrâd ü ezkâra kadar hayatın hemen her alanıyla alâkalı bazı kaide ve kurallar çerçevesinde davranan, bir ölçüde disiplin ruhuna kavuşan ve düzenli yaşamaya alışan insanlar, Ramazan’dan sonra da aynı nizam ve intizamı koruyup devam ettirmelidirler. Mesela bir ayın her gecesinde uykusunu bölüp sahurun bereketinden istifade etmeye koşan, bu arada seccadeyle de bir vuslat yaşayan mü’minler, bu otuz geceyi bir alışma süresi olarak değerlendirmeli ve artık senenin her gecesini bir vuslat koyu bilmeli, gecelerini hiç olmazsa birkaç rekât teheccüd namazıyla aydınlatmalıdırlar.
Evet, bir disiplin insanı, nasıl yaşayacağını ve nerede nasıl davranacağını önceden belirler; belli prensipler çerçevesinde kendine bir rota çizer ve attığı her adımı bilerek atar. Bizim tavır ve davranışlarımızın renk, desen ve çizgilerini dinimiz çok önceden belirlemiştir. Mesela, Allah’a ve Resûlü’ne iman, bizim için en önemli esastır. Bu esas, sonraki adımlarımızın yönünü de tayin eden bir yol işaretidir. Biz, inandığımız Rabbimizi, rehber bildiğimiz Resûl-i Ekrem Efendimiz’i herkese anlatmakla mükellefiz. Dolayısıyla gönüllere girmeye çalışır; İslâm’ın güzelliklerini sergilemek için onu en iyi şekilde temsil etmeye gayret gösteririz. Bu niyete matuf olarak, dinî kaynaklarımızın şekillendirdiği tavır ve davranışlarımızla insanların arasında bulunur; onlara kendi değerlerimizi tanıtırız. Gönül verdiğimiz hakikatleri herkese anlatmak için –dinen kat’î haram olan meselelere girmeme kaydıyla– o mevzuda kullanılmasına cevaz verilen bütün vesileleri kullanır ve ne yapıp edip insanlarla iman hakikatleri arasındaki engelleri kaldırmak için çabalarız. Aynı zamanda disiplin insanı olmakla kuralcı olmak arasındaki farka da dikkat eder; içinde yaşadığımız zamanın şartlarını göz önünde bulundurma, kendi kültür ortamımızın gerçeklerini gözetme ve devrin insanlarına onların anlayacağı bir dil ve üslupla hitap etme gibi hususlara da azami özen gösteririz.
Şayet kendimizi Cenâb-ı Hakk’ın rızasına adamış ve o rızayı da Zât-ı Ulûhiyet’i duyurmaya bağlamışsak, artık nerede olursak olalım, hangi şartlar altında bulunursak bulunalım, bizim için durmak, âcizliğe düşmek ve mesuliyetten kaçmak söz konusu değildir. Her mevsime ve her döneme göre bir dil ve üslup tutturmalı, dilbeste olduğumuz hakikatleri terennüm etmekten asla geri durmamalıyız.
Tabi ki böyle bir gönül yüceliği ve bu denli bir disiplin ruhu –hususi bir inayet olmazsa– bir anda kazanılamaz. O ufka ulaşmak, uzun bir zaman ve ciddi alıştırmalar ister. Şu kadar var ki Ramazan bir başlangıçtır ve o güzel hasletlere ulaşmak için çok bereketli bir ekim mevsimidir.
Aslında inananlar için, insan ömrü bir Ramazan, büluğ çağı imsak vakti ve ölüm de iftar anıdır. Bir aylık Ramazan, bir ömür süren kulluk orucunun alıştırması gibidir. Otuz günde kazandığı güzel hasletleri hayat boyu devam ettirmesini bilenlerdir ki, burada biraz aç ve susuz kalmaya bedel, ötede inşaallah, “Kullarım, çok defa sizi renginiz kaçmış, benziniz sararmış-solmuş, gözleriniz içine çökmüş ve avurtlarınız çukurlaşmış olarak görüyordum. Buna Benim için katlanıyordunuz. Geçmiş günlerde takdim ettiklerinize bedel haydi bugün afiyetle yiyin, için.” hitabını duyacak ve işte o gün asıl iftarlarını yapacaklardır.
[1] Tirmizî, dâavat 87; İbn Mâce sıyâm 44.
[2] Hûd sûresi, 11/11.
[3] Hûd sûresi, 11/115.
[4] Zümer sûresi, 39/10.
[5] Âl-i İmrân sûresi, 3/26.
[6] Yûsuf sûresi, 12/53.
[7] Müslim, zikr 73; Ebû Dâvûd, vitr 32; Tirmizî, daavât 68.
[8] Tirmizî, deavât 14, fazlu’t-tesbîh 95; Ebû Dâvûd, nevm 8.
[9] Buhârî, nikâh 2, 3; Müslim, nikâh 1.
[10] Buhârî, savm 8, edeb 51; Tirmizî, savm 16; Ebû Dâvûd, savm 25.
[11] Buhârî, isti’zan 12, kader 9; Müslim, kader 5.
[12] el-Beyhakî, ez-Zühd, s.156.
[13] el-Beyhakî, ez-Zühd, s.165; Hatîb el-Bağdâdî, Târîhu Bağdâd 13/523.
[14] Bkz.: Bediüzzaman, Mektubat, s.454 (Yirmi Dokuzuncu Mektup, Sekizinci Nükte).
[15] Tîn sûresi, 95/4-6.
[16] Enbiyâ sûresi, 21/26-28.
[17] Zâriyât sûresi, 51/22.
[18] Mü’minûn sûresi, 23/18-19.
[19] Abese sûresi, 80/24-32.
[20] Bakara sûresi, 2/152.
[21] İbrahim sûresi, 14/7.
[22] Secde sûresi, 32/16.
[23] Hâkka sûresi, 69/24.
[24] Buhârî, savm 22; Müslim, sıyâm 163.
[25] Buhârî, rikak 41; Müslim, zikir 14, cennet 63.
[26] İsrâ sûresi, 17/29.
[27] Furkan sûresi, 25/67.
[28] En’âm sûresi, 6/141.
[29] Nahl sûresi, 16/ 112.
[30] Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 1/447; İbn Ebî Şeybe, el-Musannef 5/331.
[31] el-Bezzâr, el-Müsned 3/161.
[32] Ebû Dâvûd, edeb 2; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 1/296.
[33] Muhammed sûresi, 47/12.
[34] Mü’minûn sûresi, 23/8.
[35] Buhârî, îmân 24, şehâdât 28, vesâyâ 8, libâs 69; Müslim, îmân 107-110.
[36] İsrâ sûresi, 17/34.
[37] Bkz.: Bediüzzaman, Lem’alar, s.21 (Üçüncü Lem’a, Üçüncü Nükte).
[38] Buhârî, zekât 50; Müslim, zekât 124.
[39] Münâfikûn sûresi, 63/8.
[40] İhlâs sûresi, 112/1-2.
[41] Kehf sûresi, 18/109.
[42] Rahman sûresi, 55/29.
[43] Buhârî, tevhid 35; Müslim, sıyâm 160.
- tarihinde hazırlandı.