Fethullah Gülen’in dine dayalı bir devlet kurma gayesi ve hedefi var mıdır?
“Fethullah Gülen, İran’da gerçekleştirilen devrimin Türkiye’de de gerçekleştirilmesini arzulamakta olup, Türkiye’de İslami bir devrim için yurt sathında teşkilatlanmaya önem vermektedir.” iddiası var. Fethullah Gülen’in böyle bir amaçla gücü ele geçirip devlete hâkim olarak baskı ve zorlamayla dinî dayatmalarda bulunacağı yönünde endişe duymakta haklılık payı olabilir mi?
Uzun yıllar önce ortaya atılmış bu iddiayı bugün güncellemek isteseler herhalde “Fethullah Gülen, İran’da gerçekleştirilen devrimin bütün dünyada gerçekleştirilmesini arzulamakta olup, bütün dünyada İslami bir devrim için dünya sathında teşkilatlanmaya önem vermektedir.” demeleri gerekirdi.
Fethullah Gülen’in fikriyatını ve hissiyatını bilmeyenler ve tanımayanlar arasından belki bu tür iftiralara inananlar çıkabilir. Oysa ki Gülen’e göre devletin rejimini değiştirmekle veya gücü elde edip yukarıdan aşağıya insanlara baskı ve zorlama yaparak dayatmalarla hiçbir mesele halledilemez. Hele ki iman ve sair evrensel insanî değerler asla böyle güçle kuvvetle insanlara benimsetilemez. Din meselesinde baskı ve zorlama sadece ve sadece insanları münafık yapar.
“Türkiye’de İran rejimi türü bir şekil istediğiniz yönünde iddialar ileri sürülüyor?” sorusu Fethullah Gülen’e yöneltildiğinde şöyle cevaplamıştır: “İran rejimine taraftar olduğum iddiası, olsa olsa, gerçeği tam tersine çevirmenin eşi bulunmaz bir örneği olabilir.”[1]
İran devrimi hakkında söyledikleri
“Dünyada İranlılarla yıldızı barışmayan bir insan varsa, o da benimdir.”[2] diyen Fethullah Gülen’in farklı zamanlarda çeşitli vesilelerle bu konuda söyledikleri incelendiğinde bu cevabının haklılığı ortaya çıkmaktadır:
“İran’da insanlar inançlarına göre bir hayat tarzı içine çekilmediler. O ölçüde inanmadıkları bir hayat tarzının içine itildiler. Yani Humeyni idaresi gelinceye kadar orada sokaklar aynı Türkiye’deki gibiydi. Gelince birden bire herkes çarşaf giyecek dediler yani Taliban’ın hareketi gibi. Herkes sakal bırakacak dediler, herkes şunu yapacak bunu yapacak dediler. Aslında bu tehlikeli bir şeydi, çünkü dine ait meseleler gönül rızasıyla yapılırsa, iradeyle yapılırsa sevabı vardır. Bunların tepelerine binerek bunları yaptırsanız sevap olmaz orda, o meselede sevap olmaz. Ve o iş devam da etmez, bir yerde patlar aksi zuhur eder. O şiddettir, baskıdır. O açıdan insanların iradesine saygılı olunması lazım. İran’da idare tarafından ciddi bir hoyratlık yaşandı.”[3]
“Kendi ülkelerinde inkılap yapmış olabilirler, bir şey diyemezsiniz; İslam adına hareket etmeleri kötü oldu. Hadiseler öyle sevimsizce cereyan etti ki, dünyanın dört bir yanında Müslümanlığa karşı bir nefret uyandı. Hüsnüniyetle dine hizmet eden kimselerin hareket ve faaliyet alanlarının daralmasına sebebiyet verdiler. Şimdi dünyanın neresinde din ve diyanet adına bir ses yükselse, ‘bize ferdî planda, ailevi planda dinimizi yaşama imkânı verin’ dense problem oluyor. Kaldı ki, İslam dininin sosyal hayatı alakadar eden yanları da vardır ve bunlar çok güzel şeylerdir; bunlar aynı zamanda devleti, devletin kurallarını da rahatsız etmez. Ama, bir taraftan fırsat kollayanlar, diğer taraftan da gerçekten devletin yapısıyla alakalı endişe taşıyanlar, -sadece bizde değil- en küçük İslamî kıpırdanışa ikinci İran nazarıyla bakmaya başladılar. Tabii o hareketin içinde bulunan insanlara da mollalar demeye başladılar, belki bazılarına Humeynilik yakıştırdılar. İran’daki hareketin halkına faydası ne oldu bilemem, ama diğer Müslümanları töhmet altında bıraktılar. Şimdi bütün Müslümanlar, ‘Acaba böyle bir emelleri var mı?’ diye tüm dünyada mercek altına alınır oldu. 11 Eylül’le vehim daha da gelişti. Paranoya yaşanıyor. Müslümanlık adına İran’daki hareket zararlı olmuştur...”[4]
“İran o bölgede olmanın gereğini yerine getiriyor. O bölgede din olmadan hâkimiyet olmaz. Yayılmak dinle mümkün ancak. Onların din anlayışı farklı, imamlarla idare edilen, işin içinde ruhani bir şeyler olma zorunluluğu koyan bir anlayış. Asıl mesele Kur’an değil, Ali’dir. Türkiye İran gibi olamaz, bir kere din esprisi çok farklı. Kaynaklar itibariyle de çok farklı. Esas, imamet meselesi akideleridir. Dinin hükmüdür. Sünnilik’te böyle mesele yok. Din bir değildir ki, Türkiye İran olsun. Türkiye’de birtakım anlayış farklılıklarına rağmen, dine sahip çıkmak lazım. Dışarıdan gelecek yanlış din anlayışları ve dinin yanlışlara alet edilmesi de bu şekilde önlenebilir.”[5]
“İran, tarihi boyunca İslam için hep hastalıklı bir uzuv olarak kalmıştır. O kadar ki, Farslar bazı dönemlerde Sünnîlerden daha çok, Allah, Peygamber tanımaz Nusayrîlere yakın olmuşlar ve bütün mücadelelerini, dıştan ziyâde, İslam dünyası içinde Sünnîlere karşı yöneltmişlerdir. Bugünkü İran yönetimi, Şah dönemine nispetle Sünnî dünyaya daha ılımlı bir yaklaşım içinde midir, değil midir Allah bilir.. Ancak, birtakım İslami alâmet ve şeaire nispeten yer verdikleri için, Şah dönemini aşmış gibi bir görünüm sergilemekteler. Öte yandan, şurası unutulmamalıdır ki, İran ihtilâli bütün dünyada Müslümanları zor durumda bırakmıştır. Oysaki İran, hiçbir İslam ülkesi tarafından öncü kabûl edilmemiştir. İkinci olarak, hiçbir Sünnî İslam ülkesi, onları taklit etmez. Üçüncü olarak, Farslar tarihte sürekli Sünnîliğe karşı bir tavır aldıklarından İran’ın, sahabi anlayışı yerine farklı bir düşünceyi ön plâna çıkarması kaçınılmaz olmuştur. Batı, İran ihtilâlini bu yönleriyle istismar ettiği gibi, çıkarttığı karışıklıklarla, bu ihtilâli belli bir mecrâya çekmiş ve onun şahsında İslam’ı bir şiddet dini gibi gösterme yoluna girmiştir. Ayrıca, İran’ın ihtilâl ihracı arzusundan faydalanarak, bölge devletlerini korkutmuş ve İslam dünyasındaki bütün İslami hareketleri ciddî şekilde kontrol altına almıştır. Meseleye bu yönleriyle bakıldığında, İran ihtilâlinin Batı’nın bilgisi haricinde yapıldığını kabûl etmek zor olsa gerek.”[6]
“Bilhassa yakın geçmişte meydana gelen negatif görüntüler bizler için birer dezavantaj olmuştur. Ne var ki, onların yaptıkları yanlışları İslâm’a mal etmek kat’iyen hatadır. Evet İran’da bir inkılâp yapılmak üzere yola çıkılmıştır ama, yapılanlar ihtilal çerçevesini aşamamıştır. Kaldı ki, dünyaya İslâm imajını yanlış aksettiren sadece İran da değildir.”[7]
“Türkiye’yi öteki Müslüman ülkelerle karşılaştırdığım vakit, Türkiye’nin Müslümanların yaşamasına daha uygun olduğunu söyleyebilirim. Çünkü İran ve Suudi Arabistan gibi ülkelerde belli bir İslâm’ın var olduğu gözüküyorsa da, onlar toplum içinde farklı düşünce ve anlayış biçimlerinin varlığını hoş karşılamazlar. Maalesef, Arap dünyasının kalan kısmı da onlardan farklı değildir. Gerçek şu ki, Batılı anlamda olmasa da, cumhuriyetçi sistem ve demokrasinin Türkiye’de belli ölçüde yerleşik olması, dinlerini yaşamak isteyen Müslümanlar için rıza gösterilebilir bir ortam sağlamaktadır.”[8]
“Ben İranlı değilim ki Humeyni olayım; Humeyni’nin iddiasını hiçbir zaman taşımadım ki ben Türkiye’ye Humeyni gibi döneyim. Ne karakter bakımından, ne mezhep bakımından, ne ülke bakımından Humeyni ile hiçbir zaman bir alakam olmadı. Hele onun hesaplarıyla, onun arka plandaki mülahazalarıyla filan diyecek olurlarsa; Allah rızasının dışında bir şey düşünmeyi ben hayatımı israf saydım şimdiye kadar.”[9]
Dinde baskı ve zorlama meselesi
Fethullah Gülen, İslam’a göre dinde baskı ve zorlama olmadığını, baskı ve zorlama ile insanın kalbine iman sokulamayacağını, olsa olsa insanın münafık yapılacağını, baskı, zorlama ve dayatmalarla yapılan amellerin makbul olmadığını her fırsatta ifade etmiştir:
“Aslında İslâm, müntesiplerine, şunu-bunu kendi inanç sistemlerini kabul etmeye zorlamak veya ikrahta bulunmak için değil, aksine insanları böyle bir baskıdan kurtarıp, onların akıl ve mantıklarına seslenerek, hür iradeleriyle yeni bir seçimde bulunmaya uyarma esprisiyle gelmiştir. Zaten, dinin eksiksiz ve kusursuz yaşandığı dönemlerde, onun mânevî cazibesi ne değişik mantık oyunlarına, ne cerbezeye ne de açık-kapalı baskı ve ikraha hiç mi hiç ihtiyaç bırakmamıştır. Hâl konuşmuş, dil müphemlere ışık tutmuş; meydan söze kalınca, o zaman da vicdanlar muhatap alınmış, beyanlar hikmet ve mev’ize-yi hasene ile süslenerek tebşir ve inzarda bulunulmuş, ama kat’iyen kavlî ve fiilî icbara başvurulmamış ve hele asla ikrah yoluna gidilmemiştir. Gidilmezdi de; zira İslâm, zorlama ile kabul edilen (mükreh) imanı makbul saymadığı gibi, cebr u şiddetle yaptırılan işleri de onun ruhuna aykırı bulmuştur. Aslında din-i hak, özünde ihlâs ve rıza-yı ilâhî bulunmayan hiçbir ameli ibadet kabul etmez. Ona göre, baskı ve ikrah ile meydana gelen iman, iman değil bir nifak ve bütün şubeleriyle amel de bir riyadır. Bu itibarladır ki İslâm, dinde zorlamayı asla tasvip ve tecviz etmemiştir/etmez.. ve Kur’ân: ‘Din için dine sokmaya matuf ikrah yoktur.’ diyerek zorlamayı kökünden keser atar; zira onun nazarında riya ayn-ı nifak, nifak da kapalı bir küfürdür. İslâm ise, küfrün kökünü kurutmak, duygu ve düşüncelerden şirki silmek, riya ve süm’a kapılarını kapamak için gelmiştir.”[10]
“Peygamber Efendimiz (sallallahü aleyhi vesellem) tâ baştan itibaren değişik din mensuplarına fevkalâde bir müsamaha ile yaklaşmış, bu hususta olabildiğine yumuşak davranmış, arkasındakileri o istikamette sürekli motive etmiş ve onları ümmet-i vasat (örnek millet) olmanın hakkını edâ etmeye çağırmıştı. Müslümanlar her zaman bu çağrıya uymuş, bazı dönemlerdeki bir kısım dar görüş ve dar vicdanların sert ve bağnazca tutumları istisna edilecek olursa, hep hoşgörülü davranmış, başkalarının farklı inanç ve felsefelerine saygılı olmuş ve kat’iyen düşünce, inanç ve diyanetlerinden ötürü kimseye baskıda bulunmamışlardı; bulunamazlardı da, zira, Kur’ân onlara ‘Dinde zorlama yoktur; hak, bâtıl birbirinden ayrılmış ve gerçek bütün vuzûhuyla ortaya çıkmıştır.’ (Bakara sûresi, 2/256) diyerek nasıl davranmaları gerektiğini apaçık belirtmiş, şu veya bu şekilde inhirafa düşmelerine hiç mi hiç meydan vermemişti.
Evet, yukarıdaki âyet, dinde ikrâh olmadığını/olamayacağını ifade ederek, düşünce ve inanç konusunda istidlâl ve ikna metodlarını nazara veriyordu. Ayrıca âyete ‘İkrâh dinde yoktur.’ şeklinde mânâ verenler de olmuştur ki; o da neye ve hangi hususa dair olursa olsun, dinde zorlama söz konusu olamaz demekti. Her şeyden evvel mesele, dinin tarifi çerçevesinde ele alındığında onun kat’iyen cebre dayanmadığı ve tamamen ihtiyarî bir konu olduğu görülecektir. Dahası, yukarıdaki tevcihe bağlı denebilir ki, din, insanları ne herhangi bir diyaneti ne de dünyayı kabule zorlar. Esasen hak-bâtıl, hayır-şer, nur-zulmet, iman-küfür, hidayet-dalâlet birbirinden ayrıldıktan sonra değişik türden baskı ve dayatmalar hem insana hem de insanın iradesine karşı apaçık bir saygısızlık demektir.
İslâm tarihinde, dini kabulün semeresi mutlak saadet olduğu halde ‘la ikrahe fi’d-din’ mantukunca dine girme mevzuunda hiç kimseye karşı cebir ve şiddet kullanılmamıştır. Aksine din, başkalarını ikrâhtan korumayı taahhüt etmiş ve herkesin rahatça kendi dinini yaşayabilmesini teminat altına almıştır. Dahası din, başkalarına baskıyı hem insana hem de dinin ruhuna saygısızlık kabul etmiştir; insana saygısızlıktır, zira o, irade sahibi hür bir varlıktır ve dilediğini yapabilmesi de diğer varlıklar arasında farklılığının en belirgin derinliğidir. Dine karşı saygısızlıktır, zira iman samimiyete dayalı ve kalbin kabulüne vâbeste bir iz’an işidir. Kalblerde kabul görmeyen iman da, amel de makbul değildir. Evet, değişik baskılarla insanlara kabul ettirilen iman iman olmadığı gibi böyle bir iman taşıyan kimse de mü’min değildir. Olsa olsa o bir münafık, amel adına ortaya koyduğu davranışlar da birer göstermeliktir.”[11]
“Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), hiçbir zaman tehdit, cebir, korkutma ve zorlamaya başvurmadan kalblere girmiş, gönüllerin en mutena yerlerinde taht kurmuş ve bütün şüpheleri izaleyle zihinleri ikna etmiştir. O’nun, hayatı boyunca hiçbir zaman herhangi bir zorlama ve tahakküme başvurduğu görülmemiştir. Kaldı ki, tehdit ve zorlamada bulunmuş olsaydı, getirdiği dinin asırları aşıp bugünlere gelmesi, hele hele tarihte eşine rastlanmaz bir hızla yayılıp medeniyetlere analık etmesi asla düşünülemezdi. Kelleler koparıp, kalbler parçalayarak hiçbir inanç ve düşünce sistemi yerleştirilemez; yerleştirilse bile asla uzun ömürlü olamaz. Baskı ve zora başvuranlar, kurdukları düzenlerle birlikte yıkılıp gitmiş ve tarihin kara sayfalarında kalmışlardır. Rus ihtilali ve aynı dönemdeki kaba kuvvet dayanaklı hareketler bunun en yakın ve en çarpıcı misallerindendir.”[12]
“Dinin ruhunda ve özünde zorlama yoktur. Çünkü zorlama dinin ruhuna zıttır. İslâm irade ve ihtiyarı esas alır ve bütün muâmelelerini bu esas üzerine kurar. İkrah (zorlama) ile yapılan bütün amel ve fiiller ister inanç, ister ibâdet ve isterse muamele açısından kat’iyyen makbul ve muteber kabul edilemez. Zaten böyle bir durum, ‘ameller niyetlere göredir’ prensibine de uygun düşmez. Din, kendi meseleleri için ikrahı caiz görmediği gibi başkalarının İslâm’a girmelerini de ikrah esasına dayandırmayı hoş karşılamaz. O, muhatabını tamamen serbest bırakır.”[13]
“Dini kabule zorlamak için katı ve sert olma, dayatmada bulunma, salâbet-i diniye değil, bir tür yobazlık ve bağnazlıktır. Bu sebeple eğer bir fert dayatma, huşûnet ve sertliği salâbet-i diniye olarak anlıyor ve bu anlayışla dine hizmet ettiğini/edebileceğini düşünüyorsa ciddi bir yanılgı içinde demektir. Çünkü bu tür tavır ve davranışlar tepkiye sebebiyet verir ve neticede insanların dini kabul etmesi bir yana, onların dinden nefret edip uzaklaşmalarına yol açar. Bundan dolayı rahatlıkla denebilir ki, eğer insanlara, dinin özünü, iç derinliğini, onlar için ifade edeceği mânâ ve muhtevayı ve kendilerine kazandıracağı iyilik ve güzellikleri anlatmıyor; dinin onlara sunduğu bişaretle gönüllerde dine karşı bir hâhişkârlık uyarmıyorsanız, maksadınızın aksiyle tokat yer, hiç beklemediğiniz tepkilerle karşılaşır ve dine hizmet ediyorum dediğiniz noktada insanları dinden uzaklaştırmış olursunuz. Evet, taassup ve dayatmacı zihniyetle ortaya konan bir mesajın kaybettirdikleri kazandıracağından daha fazladır.
Esasında 20. asırda bir kısım ‘izm’lerin kendi sistemlerini insanlara kabul ettirmek adına başvurdukları kaba kuvvet, dayatma ve baskıların nasıl bir netice ile sonuçlandığı herkesin malumudur. Bildiğiniz üzere bu uğurda, bir ülkede kırk-elli milyon insan öldürülmüş ve sistem âdeta o öldürülen insanların kafatasları üzerine kurulmaya çalışılmıştır. Ancak bu zulüm, baskı ve kaba kuvvetin geride bıraktığı tek şey sadece kin ve nefret olmuştur. Evet, o kadar şiddet, dehşet ve baskıya rağmen aradan elli-altmış sene geçtikten sonra, kurulmak istenen o sistem çözülüp dağılmaya mahkûm olmuştur. Baskıya maruz kalan insanlar ise, eskiden nerede duruyorsa orada durmaya, neye inanıyorsa yeniden ona yönelmeye başlamışlardır.”[14]
Baskı ve zorlama çözüm olabilir mi?
“Kuvvetin ancak nifak ve iki yüzlülük doğuracağına inandığımdan, her şeyin akla, mantığa, hür düşünceye benimsetilmesine vabeste olduğunu düşünüyorum.”[15] diyen Fethullah Gülen’e göre baskı ve zorlama ile hiçbir şey çözülemez; olsa olsa baskı ve zorlamaya maruz kalanların özgür iradeleriyle hareket edebilecekleri zamana kadar ikrah ile riyaya girmelerine sebebiyet verilmiş olur.
Baskı ve zorlama ile çözüme varılabilir mi meselesiyle ilgili Gülen’in fikirlerini bilmek için onun sözlerinden alıntıladığımız şu ifadeleri okumak faydalı olacaktır:
“Aile hukuku, sadece onlarla oturup hoş beş etmekten, bir çay sohbetinde onların gönüllerini almaktan ibaret değildir. Veya onların sadece vazife-i bedeniyeye ait haklarını eda etmekle onların hakları yerine getirilmiş olmaz. Bunların yanında onlara kalbî ve ruhî hayat adına güzel bir rehberlik yapılmalı ve bir ibre gibi onlara hep kıbleleri gösterilmelidir. Yani inanan bir fert olarak senin ailene Allah’ı anlatman, Resûlullah’ı tanıtman ve onlara insanca yaşamayı öğretmen de, ailenin senin üzerindeki haklarıdır. Bunun yanında çocuklarını bir kayyım gibi yakın takibe alman ve onları, bir an-ı seyyale olsun, kötülerle ve kötülüklerle baş başa bırakmaman da onların senin üzerindeki bir hakkıdır. Elbette ki bütün bu sorumlulukları kızarak, bağırarak, baskı altına alarak, senin düşüncelerine karşı onlarda nefret hissi uyararak değil; kafanı zonklatarak, kasıklarında sancı üstüne sancı çekerek, Üstad Necip Fazıl merhumun ifadesiyle öz beynini burnundan kusarak, pedagoji ve psikolojinin kurallarıyla, hususiyle Rehber-i Ekmel Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) ortaya koyduğu irşat metoduyla gerçekleştireceksin. İşte bütün bunlar çocukların bizim üzerimizdeki haklarıdır ve onların bu hakları bihakkın yerine getirilmelidir.”[16]
“Namaz kılmayan ve bunu da bilinçli şekilde yapan birine ‘Namaz kıl!’ denmemeli. -Allah muhafaza buyursun- bu tehlikeli bir telkin olabilir. Çünkü baskı ve zorlama, dinimizin tebliğ usulüne aykırı metotlardır. Esasen, namaz kılmayana, öncelikle ona namazı kıldıracak ruh kazandırılmalı; sonra da enaniyetine dokundurmadan onu namaza uyarabilecek fikirleri hâvi kitaplar verilmeli veya onu namazla içli-dışlı çevrelere götürmeli. Evet, öyle bir muhite götürmeli ki, oradaki kendi seviyesinde olan insanlar, genciyle, ihtiyarıyla, vakti gelince hemen kalksın Allah’ın huzurunda kıyam dursun, rükû ve secdeye kapansınlar. Genel manzara ve ortam onu secde etmeye çekmeli. Böylece o, içine girdiği havadan müteessir olacak ve kimsenin doğrudan telkiniyle değil de kendi içinden gelen bir sâikle namaza başlayacaktır. Bir insanın beynine vuruyor gibi ‘Namaz kıl!’ denildiği an, ‘Kılmıyorum, namaz da neymiş!’ diyebilir. Keza, oruç ve diğer ibadetler için de aynı şeyler geçerlidir. Bir insan kendi eşine bile ‘Başını kapa!’ dediği zaman, onun isyanına sebebiyet verecek bir ortamda bunu söylememelidir. Yani insan, en yakınından en uzağına, bu türden yanlış usullerle arkadaşlarını isyana itmemelidir.”[17]
“Orta dereceli okullarda, talebelerin his ve heveslerinin çok akıl mantık dinlemediği bir dönemde eğitimi, saygıyı ve ahlakı öne çıkarmak suretiyle vermenin daha yararlı olacağına inanıyorum. Bazı hususlar, belli prensipler ve ölçüler, hayatın üzerine oturacağı bir ideal, milli duygular, istiklal, bayrak, toprak, ülke ve insanlık sevgisi gibi temel hususlar bu yaşlarda telkin edilmelidir düşüncesindeyim. Ama bunlar baskıyla olmamalı, iradeye, ferdi tercihe ipotek konmamalı. Yoksa, arzu ettiğiniz hedefe ulaşamayacağınız gibi tersi bir neticeyle de karşılaşabilirsiniz.”[18]
“Önde bulunan insan, illâ beni dinleyin, benim dediğim doğrudur düşüncesine kapılmamalı. Öyle güzel şeyler ortaya koymalı, o insanlarda öylesine saygı uyandırmalı ki, onlar kendi içlerinden gele gele size saygı duymalılar. Ve bilmeliler ki, size döndükleri zaman ruh dünyaları değişiyor, yepyeni dünyalara açılıyorlar. Her yönelişlerinde yeni bir inkılaba ulaşıyorlar. Size yönelmesini istediğiniz insanların güneşleri olmalısınız. Size yöneldikleri sürece açmalılar, nevş-ü nema bulmalılar. Yoksa, istibdatla, baskıyla, mutlaka benim dinlenmem lazım, merkezi idare, merkezi sistem derseniz, bununla hem bir kısım istidatları köreltmiş olursunuz, hem de aşağıdan size karşı nefretler yükselmeye başlar. Oysa ki, yukardan aşağıya doğru sürekli şefkat inmeli sürekli, aşağıdan yukarıya da güven çıkmalı. Bu güveni kazanmalı ve 25-30 sene, 40-50 sene boyunca onların arasında rüştünüzü ispat etmelisiniz.”[19]
“Dünyanın gittikçe küçülüp, bir köy halini alması, bilhassa çok hızlı gelişen haberleşme teknolojisi, kuvvete dayalı hakimiyet gibi, baskı rejimlerine de daha fazla şans tanımayacak bir keyfiyet arz etmektedir. İnsan, soylu bir varlıktır; ne esir, ne de ecir olmaya uzun süre tahammül edebilir. Bütün devletlerin, idareyi ve kuvveti elinde bulunduranların, halka hizmet eden, ‘bir halkın efendisi, ona hizmet edendir’ düsturuna göre hareket eden bir idare tesis etmeleri ve böyle bir idare edinmeleri kendileri açısından da elzemdir. Her insan ferdi, insan nev’i ölçüsünde şeref, onur ve haysiyete sahiptir. Ona Yaratıcı’nın verdiği bu şeref, onur ve haysiyet tanınmadıkça, herhangi bir ülkede de, dünyada da barışın, huzurun sağlanması mümkün olmayacaktır. İnsanların inanmaları, inandıkları gibi yaşamaları, kendileri gibi düşünmeleri, düşündüklerini ifade edebilmeleri, haberleşmeleri, seyahat edebilmeleri onların temel haklarıdır. Hayat, emniyet, sağlık, çalışıp kazanma ve aile kurup çoğalma gibi en temel haklarını elde edemeyen ve bunları garanti altına alamayan; ayrıca, üretim, tüketim ve paylaşım kadar, hak, adalet, denge gibi cemiyeti ayakta tutan aslî değerlerin korunmadığı bir toplumda ve toplumlarda sevgi, saygı, yardımlaşma gibi faziletler geliştirilemez. Bu ölçüde fakir bir dünyada hakimiyetin uzun süre ayakta kalmasına da imkânı yoktur. Aslında, bütün bunlardan mahrum bir idare ve hakimiyet, kendisini sürekli güvensiz hissedecek ve en büyük huzursuzluğu da kendisi çekecektir.
Dünya, her ne kadar gittikçe bir köyü andırsa da, bu köyde farklı inançlar, renkler, ırklar, âdetler, gelenekler yaşamaya devam edecektir. Her insan ferdi, kendi başına bir âlemdir; dolayısıyla bütün insanları, bir kalıptan çıkmış eşyâ gibi birbirine benzetmek, muhali talep demektir. Bu sebeple, bu (global) köyün huzuru, bütün bu farklılıkların tanınmasında, tabiî kabul edilmesinde ve bunlardan dolayı kimsenin birbirine farklı gözle bakmamasında, yani global bir hoşgörü ve diyalogda yatmaktadır. Aksi halde dünyanın, çatışmaların, didişmelerin, vuruşmaların ve en kanlı savaşların ağında kendini yiyip bitirmesi ve kendi sonunu hazırlaması kaçınılmaz olacaktır.”[20]
Gülen, bunlar ve daha başka benzeri sözleriyle evde, okulda, toplumda, idarede, devlette, hâsılı hiçbir yerde baskıyla, zorlamayla, dayatmayla hiçbir meselenin halledilemeyeceğini, insanların kalplerine ve kafalarına hitap edilerek ikna ve sevdirme yoluyla çözüme varılabileceğini ifade etmektedir.
“‘Ben, her tarafı fethetmeğe çalışıyorum.’ diyorsunuz. Bununla kastınız nedir?” şeklindeki soruyu Gülen şöyle cevaplamıştır: “Eğer bir gerçeğe inanmışsanız ve bu gerçeğin güzelliğine, faydasına kanaat getirmişseniz, onu mutlaka başkalarıyla paylaşmak istersiniz. Tanıdığım ve saygı duyduğum bir zat, ‘Bir genç ateist olmuş deseler ve bunun karşısında bir kalb param parça olsa değer.’ diyor. Ben, Allah’a ve Ahiret’e inanan bir insanım. Bugün dünyanın karşı karşıya bulunduğu problemlerin başında inançsızlık gelmektedir. İnançsızlık bir vebadır, tehlikeli bir hastalıktır. Ahiret’e inanan bir insan olarak da, kimsenin ebedi bir azaba müstahak olmasına gönlüm razı olmaz. Bazıları, ‘günah işleme hürriyetimiz, inanmama hürriyetimiz de olsun.’ diyebilir. Normaldir; zaten bu konuda her hangi bir zorlama söz konusu değildir; zaten din de bunu yasaklar. Medeni insan aklıyla mantığıyla muhakemesiyle insandır. İcbar ve zorlama vahşi ve bedevilerin işidir. Önemli olan duyurmaktır, anlatmaktır. Ben, herkesin Allah ve Ahiret gerçeğine uyanmasını ve böylece ruhunda bir cennet meydana getirdiği gibi, ebedi hayatı da Cennet’te sürdürmesi ve bunun da ötesinde Allah’ın rızasını kazanmasını arzu ediyorum. Benim bu sözümü bazıları yanlış anlayarak, dünyayı sanki ordularla fethetmek istiyormuşum gibi bir yoruma gidiyor ve buradan hareketle benim deli olduğumu söyleyebiliyorlar. Bu tür anlayış ve yorumları ancak tebessümle karşılarım. Evet ben bir şeyin delisiyim: Herkes imanın tadını tatsın, gerçek imanın ruhta nasıl bir Cennet meydana getirdiğini görsün. Herkes Allah’ı tanısın, ruhuna yok olmanın azabını tattırmasın ve Ahiret’e inansın. Bu şekilde, ruhta meydana gelen cennet, cennet Türkiye’mize ve mümkün olursa dünyaya da taşınsın.”[21]
Devleti, idareyi, hâkimiyeti ele geçirme gayreti var mı?
Fethullah Gülen, devleti, idareyi ele geçirmekle meselelerin halledileceğini zannedenler için şöyle der: “Dar düşünceli, idareyle her meselenin halledileceğini zanneden, insanlığın probleminin ne olduğunu bilmeden ezbere konuşan kişiler bunlar.”[22]
Devleti ele geçirip veya devlete hâkim olup tepeden dayatmalarla bir şeyleri insanlara kabul ettirmeye çalışmak gibi hedefler Gülen felsefesine terstir. ‘Halk içinde Hak ile beraber olmak’ ve ‘halka hizmet Hakka hizmettir’ düsturlarını benimseyen Gülen ve gönüldaşları halk içinde bulunup halka hizmet edip insanlardan bir insan olarak bütün insanlara gönlünde yer açıp herkesle konuşup uzlaşıp diyalog kurup karşılıklı değerler paylaşımıyla dünyanın sevgi ve barış ikliminin soluklandığı bir güzellik diyarına dönüşmesine vesile olmak amacıyla gayret ve himmette bulunurlar. Gülen’e göre; bu gönüllüler hareketi hiçbir zaman kendine ait bir devlet gayesi gütmemeli ve daima her yerde herkesle[23] beraber bulunup ruhlarının ilhamlarını paylaşmalıdırlar:
“Bugün bu hizmeti götürenler gelecekte on milyonlara ulaşsalar ve hepsi birer dinamik güç olsa, fikirleriyle, düşünce hayatlarıyla, dünya görüşleriyle, müktesebatlarıyla, donanımlarıyla müşarun bil-benan olsalar, insanları kendilerine baktıracak hale gelseler, fakat yine de dünyanın çok küçük bir yerinde kendilerine göre bir dünya kursalar, dünya çapındaki bu harekete bir kerte vurmuş ve ihanet etmiş olurlar. Bu mübarek harekete, bu açılıma, çok geniş alanlı kendilerini anlatma açılımına bir kerte vurur ve ihanet etmiş olurlar. ‘Ha demek ki bunların maksatları yine dünyeviymiş, bunlar da birer seküler insanmış’ falan dedirtmek bugüne kadar samimiyet ile vefa ile sadakat ile götürülen bu meseleye karşı en büyük ihanet olur. Bunun rüyası bile görülmemeli bence, çünkü talip olunan mesele, düşünülen o küçük meselelerden çok büyüktür. Burada Allah rızası vardır ve nam-ı celil-i ilahi adına doğru yolda yürüyüp onun nam-ı celilini doğru tanıtma meselesi vardır. Bundan daha büyük bir mesele yoktur.”[24]
“Bazıları hâlâ siyaset sahnesinde rol alma, devleti ele geçirme ve idareye hâkim olma sevdası gibi isnatlarda bulunuyorlar. Oysa, ben ‘kullardan bir kul’ olarak Allah’ın rızasını kazanmaktan başka her türlü düşüncenin ve hele fâikiyet (üstünlük) mülahazasına bağlı olarak idarî, siyasî bir pâye devşirmenin karşısında olduğumu defalarca ifade ettim. Daha 25 yaşımdayken o fırsatın ayağıma kadar geldiğini ama onu elimin tersiyle ittiğimi kaç kere söyledim. Değil parlamenterlik, çok küçük bir idarecilik bile istemediğimi belirttim. Aslında, kanımın delice aktığı o gençlik dönemimde dahî bu ölçüde bir istiğna sergilemiş olmam, genel karakterimi ortaya koyma açısından yeterli görülmeliydi.. o tavır ve tutumum neye tâlip olduğumu, ne istediğimi ve neyin arkasında koştuğumu merak eden ehl-i vicdana kâfî gelmeliydi. Neylersiniz ki, yüzlerce defa bu duygumu ikrar etmeme rağmen, bir kesim hâlâ duymazlıktan geliyor ya da duymak, anlamak istemiyor. Belki de o kesimin literatüründe rıza-yı ilahî ve ebedî saadet gibi kavramlar bulunmadığından dolayı, söylediklerimi anlayamıyorlar. Fakat, onlar anlamasalar da, ben bir kere daha şu mülahazamı seslendirerek mevzuyu noktalayacağım: Teşvikçisi olduğum hizmetlerde dünyevî hiçbir hedefim yoktur; Türkiye’yi bütün zenginliğiyle ve imkanlarıyla getirip bana teslim etseler de, onu, küçük tahta kulübemdeki hayatıma tercih etmeyi ve makama-mansıba, mala-mülke temayülde bulunmayı döneklik sayarım. Göz ucuyla da olsa, dönüp ona bakmayı Rabbime karşı vefasızlık ve davama da ihanet kabul ederim. Evet, benim de iki elim var, şayet yüz elim de olsaydı, onları i’lâ-yı kelimetullahtan başka bir gaye için kullanmayı asla düşünmezdim. Muhalfarz, öyle bir düşünce bir bulut halinde zihnime aksa, hemen seccademin başına geçer, tevbe eder ve İbrahim Edhem gibi ‘Allahım, ya canımı al ya da Senin muhabbetine perde olan mülahazaları gönlümden söküp at!’ diye dua ederdim.”[25]
“Nazarlarını ahirete çevirmiş, hizmet diyarı olan bu dünyadan terhisini alıp sevgililer diyarına gitmeyi bekleyen bir insan olarak bütün samimiyetimle söylüyorum ki; insanımızın dirilmesi ve milletimizin ihyası derken, bazılarının Müslümanlara yakıştırdığı ‘dine dayalı devlet kurma arzusu’, parti ve hizipçilik gibi milleti birbirine düşüren bütün unsurlardan uzak, maddî-mânevî, dünyevî-uhrevî garazlardan sıyrılmış bir duyguyu ifade etmeye çalışıyor ve bu necip milletin layık olduğu konuma yükselmesini kastediyorum.. milletçe çöküntü ve çözülmelerimizin gerçek sebep ve sâikleri sayılan ihtiras, tembellik, şöhret arzusu, makam sevgisi, bencillik ve dünyaperestlik gibi his ve duyguları atıp, manevi hayatın özü ve hakikati olan istiğna, cesaret, mahviyet, diğergamlık, rûhânîlik, rabbânilik ruhu ve hak duygusuyla bir kere daha fert fert fazilet abideleri haline gelmemizi kastediyorum..”[26]
“Hakkımızda olmayacak şüphe ve isnatlar ortaya atanlar, bütün bu düşünceleri sıksalar, gönlümüzden damlayan bu niyetlerle asıl maksat ve hedefimizi çok iyi anlayabilirler. Dünya ve dünyevî beklentiler damlamaz bizim gönlümüzden.. dünya idaresi ve liderlik sevgisi damlamaz.. bütün sermayeleri Müslümanlara saldırma ve diş gösterme olan marjinal bir kesimin iddia ettiği ‘Müslüman bir diktatör’ olma meyili hiç ama hiç damlamaz. Sâhi, hakiki Müslüman nasıl diktatör olabilir onu da bilemiyorum. Altmışaltı yaşına giren ve çeşitli hastalıkların ağında belini doğrultamayan bir insanın diktatörlük istikametinde bir adım atma mülahazası olsaydı, o da bir çeşit liderlik düşünseydi, genç yaşlarında, arzu ve hevesâtının galeyanda olduğu bir dönemde ayağının dibine kadar gelen çok parlak tekliflerden hiç olmazsa birini kabul etmez miydi? Bu hususu da ehl-i vicdanın iz’an ve anlayışına havale ediyorum.”[27]
“Devlete alternatif olma meselesi, samimiyetle kendi devletine adayan, milletine hizmet eden bu insanların rüyalarına bile girmez. Karşımda şimdi beş-on insan değil, bunların yerinde bin tane insan olsaydı, Süleymaniye Camiinde olduğu gibi, onlara sorardım; ‘Hiçbiriniz böyle bir şeyin rüyasını gördünüz mü?’ ‘Hayır’ diyeceklerdi. Freud’a göre de, rüyalar büyük ölçüde şuuraltı müktesebatın dışa vurmasıdır. Büyük ölçüde de öyledir. Şayet bir insan bir şeyin rüyasını bile görmüyorsa, bugüne kadar da görmemişse, o mevzuda hiçbir şey demiyorsa, onun o şeyle alakası yok demektir. Ama siz, bu insanlara, kimin elinde büyürse büyüsün, Türkiye’nin büyümesini sorsanız, ‘Siz Türk milletinin sıçrayıp devletler muvazenesinde muhteşem yerini almasıyla alakalı hiç rüya gördünüz mü?’ deseniz, bin tane adam parmak kaldırır. Gelecekte biz olmasak bile, gelecek nesiller şanı çok yüce, uranyum gibi olan bu milleti gerçek konumuna ulaştıracaklardır. Onun rüyasını görmüşlerdir. Ama devlet, idare, siyaset.. bunlara gelince, biz onların rüyasını bile görmedik. Öyle bir rüya görsem ben, şahsım itibarıyla, kalkarım, seccademi sererim, iki rekât tevbe namazı kılarım, derim ki, ‘Allahım ben bu mevzuda ne türlü bir hata yaptım ki bana benim hayal dünyamı, tasavvur dünyamı, taakkul dünyamı kirletebilecek bir şeyi gönderdin?’ derim. Ve ben bunları söylerken burada mevcut bulunan arkadaşlarımızın hissiyatına tercüman olma konumunda konuşuyorum. ‘Benimle bu recada müttefiktir cümle ihvanım!’ diyorum. ‘Aynı duygu, aynı düşünceyi benimle paylaşıyorlar bu arkadaşlarım!’ diyorum.”[28]
“Bir devlet, herkese kendi dinini yaşama fırsatı veriyor ve onları kendileri gibi düşünme, öğrenme ve uygulamada destekliyorsa böyle bir sistem Kur’anî öğretilere zıd sayılmaz ve ortada böyle bir devlet varsa, alternatif bir devlet düşüncesine gidilmez. Şayet insanî hak ve hürriyetler tamam değilse -günümüzde hep gelişme vetiresi yaşayan demokrasilerde olduğu gibi- sistem yeniden yasama ve yürütme organlarınca gözden geçirilir, evrensel hukuk normlarına göre tashih, tecdid ve tanzime gidilir ve daha da mükemmelleştirilme şeklinde ele alınır. Böyle bir nizama tam teşriî denmese de onun zıdd-ı beyyini olduğu da söylenemez. Burada şu hususu belirtmekte de yarar var: Bazıları şeriatı sadece dinî kurallara göre kurulmuş bir devlet olarak düşünmekte ve kelimenin gerçek mânâ ve muhtevasına bakmadan ona karşı düşmanca bir tavır almaktadırlar. Oysaki şeriat, din kelimesinin bir mânâda müradifi ve Allah’ın emirleri, Peygamber Efendimizin sözleri, tavırları ve icma-ı ümmet esaslarıyla müeyyed bir dini hayattır; bunun için de devlet idaresiyle alakalı kuralların sayısı ancak yüzde beş nisbetindedir. Bunun yüzde doksan beşini ise iman esaslarından, İslamî disiplinlere, ondan da ahlakî kaidelere kadar diğer hususlar teşkil etmektedir.”[29]
“Eğer İslâm bir inanç, ibadet ve ahlâk dini ise, demokratik ülkelerde hiç kimse böyle bir sisteme itiraz edemez. Fakat bu sistemi göz ardı etmek ve İslâm’ı sadece halkı yönetim ve idare etme tarzı olarak anlamak ve bu şekilde birtakım siyasî mevkilere aday olmak ve teşebbüslere girişmek, İslâm’ın yanlış yorumlanmasından başka bir şey değildir.”[30]
“Mevcut devlete alternatif bir örgüt teşkili bir fitnecilik, bozgunculuk demektir. Böylesi bozgunculuk ve fitneden en çok kaçınan ve istikrarı en fazla müdafaa eden birisi olduğumu, beni uzaktan ve yakından tanıyan herkes bilir.”[31] “Biz ne yapıyorsak hepsini milletimiz adına yapıyoruz, hepsi devletimiz içindir.”[32]“Kadını erkeğiyle, genci ihtiyarıyla, idare edeni ve edileniyle milletin her ferdi kendi ülkesinin bir gün dünyadaki dengeler açısından hak ettiği konumu elde edecek, devletler muvazenesinde ibrelere yön verecek ve hakkın sesi-soluğu olacak bir devlet haline gelebilmesi için çalışıp çabalamalıdır. Bu hedef her inanmış insanın mefkûresi olmalıdır. Yanlış anlamalara ve garezli yorumlara meydan vermemek için şunu da ifade etmeliyim ki; bu sözlerimle idareden, rejimden, bir sistemi bir başka nizamla değiştirmekten bahsetmiyorum; devletimizin ve milletimizin büyüklüğe sıçramasını, diğer toplumlar nezdindeki tarihî itibar kredisine yaraşır bir hal almasını kastediyorum.”[33]
“Devleti ele geçirme, bir yerleri kuşatma gibi işlerle hiç ilgim olmadığı gibi, bu hususlarda hiçbir hevesim de olmadı. Bu konuda, tamamen çarpıtma, yanıltma ve kasıtlı yorum ve iktibasta bulunmaya dayalı birkaç iddiadan başka, gerçek ve müşahhas bir delil ortaya konabilmiş midir? O halde, böylesi isnatları haklı çıkaracak tek bir vak’ası olmayan bir insanla uğraşmak boşunadır, beyhudedir. Ellerinde hiçbir müşahhas delil olmadan böylesi isnatları yapanları ve yayanları, tarihin en büyük müfterîler arasında zikredeceği bilinmelidir.”[34]
Nefisleri ve nesilleri ihya ve ıslah
“Fethullah Gülen ve Gönüllüler Hareketi devlet peşinde değilse öyleyse bunca gayret neden?” diye bir soru akla gelebilir. Gülen, bunu ayet ve hadis ışığında insanlık hayrına bir ıslah gayreti olarak şöyle izah ediyor:
“Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: ‘Rabbin, halkı dürüst hareket eden hem kendi nefislerini, hem de birbirlerini düzeltmeye çalışan diyarları, haksız yere asla helâk etmez.’ (Hûd, 11/117) O halde bu âyetten aldığımız güçle, çok rahatlıkla şöyle diyebiliriz: Kur’ân’ı dert edinmiş, insanlığın salâhını düşünen, bunu hayatının gayesi bilip, kadın-erkek bu uğurda mücadele eden bir zümre varsa, Allah o ülkeye semavî ve arzî belalar vermeyecektir.
‘Muslihûn’ kelimesinde devam ve sebat manası vardır. Bu açıdan, ‘muslihûn’ aralıksız, yani yatarken-kalkarken, yerken-içerken, ‘İfsad içinde boğulan şu insanlığın hali ne olacak?’ diye düşünen, beşerin fazilet zirvelerine çıkmasını planlayan, bu hususta projeler üreten, onları tatbikata koyan ve âdeta bunun haricinde hiçbir derdi, dâvâsı olmayan insanlar demektir. İşte böylesi insanlar olduğu ve istikbal vâdettiği müddetçe, Allah o ülkeyi helâk etmeyecektir.
Allah Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), ‘Gariplere müjdeler olsun! Onlar halkın kendisini fesada saldığı ve bozgunculuk yaptığı; dolayısıyla, kargaşa ve fitnenin dört bir yanda kol gezdiği bir dönemde hep ıslah için koşturur dururlar.’ buyurmuştur.”[35]
Gülen’e göre “Sosyal meselelerin kalıcı çözümleri, problemleri insanda halletmeye bağlıdır.”[36] “Bir toplumun ıslahı için, ferdi kendi ruhuyla yeniden ikame etme ve onu yeniden inşa etme öncelikle halledilmesi gereken en önemli meseledir.”[37] “Şunu da kabul etmeliyiz ki, iki üç asırda meydana gelen tahribatı bir hamlede, bir nefhada tamir etmek çok zordur. Üstad’ın ifadesiyle, biz asırlardan beri rehnedar olmuş bir kaleyi tamir etmeye çalışıyoruz. Öyle ki bugün iman esasları bile sarsılmış, anne-baba hukuku dahi ayaklar altına alınmıştır. Demek ki Allah hakkından anne-baba hukukuna kadar hemen her değer ölçüsünün hak ettiği konuma yükseltilmesi gerekmektedir. Şayet iki-üç asırdan beri belli duygu, düşünce, anlayış, felsefe, dünya görüşü, hatta şekil ve şemailimiz açısından ciddi bir deformasyona maruz kalmışsak, bunun birdenbire düzeltilmesi mümkün değildir; tahrip çok kolay, tamir ise zordur.”[38]
“Bu insanlar ıslah gayretine girmişlerse demek ki kendilerini kusursuz mu görüyorlar?” şeklinde bir soru akla gelebilir. Ancak “kendilerinin ıslahına çalışırken aynı zamanda insanlığın ıslahına da gayret etme; başkalarının maddi manevi, dünyevi uhrevi kurtuluşuna vesile olmakla kendi kurtulacağına inanma; yaşatma için yaşamadan vazgeçme” prensiplerinin Gülen’in ve gönüldaşlarının hizmet faaliyetlerinde harekete geçirici ve teşvik edici en temel unsurlardan olduğu bilinirse bu soruya cevap bulunmuş olacaktır.
Gülen, nefisleri ve nesilleri ihya ve ıslah faaliyetlerinde baskı, zorlama ve dayatmayı değil, hal diliyle temsil etmek suretiyle böylece evrensel insanî değerleri herkese duyurmayı prensip olarak sunuyor. Yani her fert İslam’ın sunduğu evrensel insanî değerlerle önce kendi nefsinde ihya ve ıslah faaliyetini gerçekleştirip temsil edecek ki mücessem bir örnek olarak görenlerin kafaları ikna olsun, kalplerinde sevgi ve ilgi oluşsun: “Bugün siz, gökler ötesinin insanlığa armağanı olan semavî değerler manzumesine yürekten inanıyor, onları hakikaten vicdanınızda derinlemesine duyup hissediyorsunuz. Tabiî böyle bir imanın neticesi olarak o değerler manzumesini bir karasevda hâlinde bütün cihana duyurma arzusundasınız. Bunu yaparken de ne propaganda, ne misyonerlik yapma ve ne de dininizi başkalarına dayatarak âlemin dininize girmesini sağlama gibi bir gayeniz söz konusu değil. Zira inandığınız o dininizi, tavır ve davranışlarınızla kendi renk ve deseniyle ortaya koyamadığınız takdirde, yapılan iş kendinizi kandırmaktan başka bir sonuç vermeyecektir! O sebeple size deniyor ki, bırakın anlatacaklarınızı davranışlarınız ifade etsin. Davranışlarınızdaki kemal, karşı tarafın vicdanında tesir icra etsin. Size bakanlar; tavır ve davranışlarınızda, oturup kalkışınızda, bakış ve konuşmalarınızda hep Allah’ı hatırlasın, hep ‘Allah’ desin; desin ve ‘Bu insanlar boş değil, bunlar adımlarını boşa atmıyorlar.’ düşüncesi muhataplarınızın gönlünde mayalansın.”[39]
Fethullah Gülen’e göre her şey insanda başlar ve insanda biter. Yani tek tek her bir insanın iyi olmasıyla ancak dünya iyilik diyarı olur. Dolayısıyla her insan öncelikle kendisinden başlayıp sonra da yakın çevresinden uzak çevresine ve hatta elinden geldiğince bütün dünyaya yönelip her bir insanın kendi istidadı ve kabiliyeti nispetinde bir insan-ı kâmil olması istikametinde bir himmet ve gayret içinde bulunmakla mükelleftir. Tek tek her bir birey doğuştan kendisine verilmiş olan imkanları en verimli bir şekilde kullanarak maddi manevi bütün varlığını inkişaf ettirmek ve kendi kemal ufkunun zirvesine ulaşmak yükümlülüğü altında bulunmaktadır. Bu itibarla herkes öncelikle kendisini maddi manevi geliştirmek ve aynı zamanda imkânı ölçüsünde başkalarının da maddi manevi gelişimine vesile olmak ömür borcunu eda etmelidir. Ancak insan kendini maddi manevi geliştirirken kaydettiği aşamalarda yol boyu içine düşebileceği kendini beğenme, kendini büyük görme ve bencillik gibi boşluklara karşı dikkatli olmalı ve daima teyakkuz halinde kemal seyrüseferine devam etmelidir. Neticede; insan kendisine bir defa verilmiş olan hayatındaki kemal seferinde yol boyu karşısına çıkabilecek boşluklara karşı tetikte olup hassas manevralarla boşlukları ve engelleri aşıp aynı zamanda yolda düşen veya düşebilecek başka insanlara da nezaketle yardımcı olup hem kendi kemal zirvesine ulaşmalı ve hem de mümkün mertebe başkalarının da kemal zirvelerine ulaşmalarını sağlamalıdır.
Fethullah Gülen, insanların dünyalarıyla birlikte ve daha öncelikle ahiretlerini kurtarma çabasındadır. Yani insanların maddi manevi, dünyevi uhrevi saadetlerini temin için gayret etmektedir. Bu ise dıştan baskı ve zorlama olmaksızın içten iradi ve samimi bir tercihle kalplere imanın yerleşmesi ve bu samimi imanın iyi ve halis niyetlerle güzel ve faydalı amellere vesile olabilmesi sayesinde mümkün olabilecektir. Ayrıca Fethullah Gülen, fertlerin kendi hür iradeleriyle yapacakları iradî tercih ve şuurlu gayretlerle bizzat kendileri tarafından kendi duygu ve düşünce dünyalarında inkılap yapmalarının dine ve fıtrata uygun olacağını ve asıl böylece kalıcı güzelliklere ulaşılabileceğini belirtmektedir.
Allah’ın rızasını kazanma dışında bir gaye ve hedefim yok
İşte yalnız tek bir ferdin inanç alanına baskı, zorlama ve dayatma ile müdahale edilmesinin yanlışlığını bu denli vurgulayan Fethullah Gülen’in, devlet eliyle bütün milletin inanç alanına baskı, zorlama ve dayatmalarla müdahaleyi tasvip etmeyeceği aşikardır. Bu bağlamda, Gülen, bir şeriat devleti hedefi gütmediğini, yegâne gayesinin Allah’ın rızasını kazanma ve bu istikamette insanlara hizmet olduğunu şu ifadelerle beyan etmektedir:
“Benim bir yandan şeriat devleti peşinde olduğum iddia ediliyor, bir yandan da Amerika ve KGB’nin desteğine sahip olduğum iddia ediliyor. Sovyet blokunun çözülmesinden sonra, İslam’ın bir kutup kabul edildiğini herkes biliyor. Daha başkaları da, Amerika’nın bir yeşil İslam kuşağı oluşturmak istediği ve bu maksatla beni kullandığı spekülasyonunu yapıyor. Aynı çevreler, Amerika’nın ılımlı İslam’ı desteklediğini de söylüyorlar. Pekala, benim güya hem şeriat devleti peşinde olmam, hem de ılımlı İslam kuşağı oluşturmak isteyen Amerika tarafından desteklenmem bir çelişki değil mi? KGB, ne zamandan beri İslam’ı destekliyormuş. Ayrıca, benim KGB ve Amerika tarafından desteklendiğimi söyleyenlerin ellerinde en küçük bir belge bulunması gerekmez miydi? Hem bu kadar güçlü istihbarat teşkilatımıza rağmen... Dolayısıyla, bana karşı yapılan bu tür suçlamalar, bazılarının nazarındaki saygımı ve kredimi yok etmek için uydurulmuş birer iftiradan başka bir şey değildir.”[40]
“Dünyaya, eşyaya ve hadiselere kendi pencerelerinden bakanlar, herkesi kendileri gibi görme eğiliminde olduklarından, yersiz endişelere kapıldılar. Kendileri güçlenince, kuvvet kazanınca, despotça gelip devlete musallat olma, idareye el koyma hevesini taşıyanlar, niyetleri ve yaptıkları asla dünya hesabına, güç veya iktidar hesabına olmayan, hattâ bunlardan olabildiğince kaçan ve sadece Allah’ın rızasını, ahireti düşünen, bunun yolunun da insanlığa hizmetten geçtiğine inanan insanları tehlike gibi görmeğe başladılar. Bunu, devlet için tehlike gibi takdim etseler de, esas kendi planlarının önünde bir tehlike gibi görmeye başladılar. En azından şunu olsun düşünmeliydiler ki, Cebrail ile şeytan, Hz. Mesih ile Neron, Hz. Musa ile Firavun, Hz. Muhammed ile Ebu Cehil, kuvveti aynı şekilde kullanmaz. Biri adalet, merhamet, şefkat, sevgi ve başkalarına hizmet etme yönünde; diğeri ise zulüm, fesat, bölücülük, sömürme ve nefret adına kullanır. Kaldı ki, bizim güçle, kuvvetle bir işimiz yok. Biz, gerçek kuvveti imanda, ibadette, ahlâkta, başkaları için yaşamada ve Allah’a kullukta görüyoruz. Bize başka türlü bakanlar, endişe ve korku ile hayatlarını azaba çeviriyorlar. Çünkü, korkulmayacak şeylerden korkuyorlar ve endişe edilmeyecek şeylerden endişe ediyorlar. Olmadık, olmayacak şeyleri muhtemelmiş gibi, olacakmış gibi kabul ediyorlar ve hayatlarını azaba çeviriyorlar.”[41]
“Ben yemin ediyorum; O’nun nâm-ı celîlini î’lâ ederek ve O’nun adını bütün dünyaya anlatarak Allah’ın rızasını kazanma dışında bir gaye ve hedefim yoktur. Hoşgörü derken de, bazı şeyleri hoşgörmezken de hep bu gaye ve hedefe bağlı kaldım... Eğer, Allah rızasının dışında, Allah’ın nâm-ı celîlini duyurma haricinde bir sevdam varsa, Rabbim şuracıkta canımı alsın.. siz de buna ‘âmin’ deyin. Yok onların iddia ettikleri gibi değilse, ben onları Allâmu’l-guyûb olan Hazreti Allah’a havale ediyorum.”[42]
“Düz ve insanlardan bir insan olduğumu, devletimin, ülkemin ve bütün insanların hizmetine koşmayı en büyük bir şeref telâkki ettiğimi defalarca dile getirdim. Sözlerimdeki samimiyeti göstermek için, art niyetli garazkârlara kalbimi de çıkarıp gösteremem ki! Göstersem bile, inanmak istemeyenler bu defa başka bahaneler uyduracaklardır.”[43]
[2] “Asker olmak istemiştim”, Milliyet’te Özcan Ercan’la röportaj, 05.04.1998
[3] Time Dergisi röportajı, 30 Mayıs 1997
[4] “İran devrimi zararlı oldu”, Milliyet’te Mehmet Gündem’le röportaj, 12.01.2005
[5] “İran İslam’ı”, Nevval Sevindi, Fethullah Gülen ile New York Sohbeti, 24 Temmuz 1997
[6] Tarihi Prizma, Fasıldan Fasıla-1, 1995
[7] Perspektif, Fasıldan Fasıla-2, 1995
[8] Fred A. Reed’le ‘‘Yeni bir uzlaşı hattı için’’de, 30.11.1999
[9] “Kendim gibi döneceğim!..”, Bamteli çözümü, 25.06.2008, fgulen.com
[10] “İslâm’a icmâlî bir bakış (1)”, Yeni Ümit, Temmuz-Eylül 2003, Cilt 8, Sayı 61
[11] “Dar bir çerçevede din ve vicdan hürriyeti”, Yeni Ümit, Nisan-Mayıs-Haziran 2004
[12] “Peygamber Efendimiz’in her alandaki inkılâpları nübüvvetinin delilleridir”, İnancın Gölgesinde
[13] “Dinde zorlama yoktur” âyetini izah eder misiniz?, Asrın Getirdiği Tereddütler-4
[14] “His, heyecan ve akl-ı selim”, Kırık Testi, 19.12.2010
[15] “Show TV Ana Haber’de Reha Muhtar’la kaset komplosu üzerine”, 22.06.1999
[16] “Küllî bereket ve bire yedi yüz veren başaklar”, Kırık Testi, 01.11.2010
[17] “Baskı ve zorlama yok, teşvik var”, Kürsü, Zaman, 19.12.2008
[18] “Bireyin çiçek açması”, Nevval Sevindi, Fethullah Gülen ile New York Sohbeti, 27.07.1997
[19] “Avrupalı Müslüman Türkler”, Nevval Sevindi, Fethullah Gülen ile New York Sohbeti, 26.07.1997
[20] Nevval Sevindi, Fethullah Gülen ile global hoşgörü ve New York sohbeti, 2002
[21] “Show TV Ana Haber’de Reha Muhtar’la kaset komplosu üzerine”, 22.06.1999
[22] “İran devrimi zararlı oldu”, Milliyet’te Mehmet Gündem’le röportaj, 12.01.2005
[23] Gülen şöyle der: “Gönüllüler hareketinin temsilcilerine düşen, toplumun hiçbir kesimini ihmal etmeksizin herkesi kucaklamak olmalıdır. Evet, vicdan olabildiğince geniş tutulmalı, herkesin konumuna saygı duyulup diyalog zeminleri oluşturulmalı, toplumun bütününe kucak açılmalı, hatta gelmeyen/gelemeyenlerin dahi ayağına gidilmelidir.” (Hiç kimseyi ihmal etmeyen Peygamber ufku, Kırık Testi, 11.01.2010)
[24] “Hicret ve emniyet”, Bamteli, 14.06.2010
[25] “Başkanlık kimin hakkı?”, Kırık Testi, 08.05.2006
[26] “Milletimizin ihyâsı”, Kırık Testi, 08.07.2002
[27] “Yeminleşelim mi?”, Kırık Testi, 05.12.2004
[28] “Bu hareket devlete alternatif mi?”, Kırık Testi, 14.11.2005
[29] “Fethullah Gülen’le röportaj”, Zeki Sarıtoprak-Ali Ünal, The Muslim World, Temmuz 2005, Cilt 95, Sayı 3
[30] Fred A. Reed’le ‘‘Yeni bir uzlaşı hattı için’’de, 30.11.1999
[31] Aksiyon Dergisi, iddialara ilişkin verdiği cevaplardan, 6 Haziran 1998
[32] “Bu hareket devlete alternatif mi?”, Kırık Testi, 14.11.2005
[33] “Dua seferberliğine çağrı”, Kırık Testi, 01.05.2006
[34] “Aksiyon’da hakkındaki iddialara cevap veriyor”, 06.06.1998
[35] “Geçmiş kavimler ve ümit atlasımız”, Bamteli, 01.12.2008
[36] “Uyku bilmeyen gözler”, Bamteli, 07.03.2011
[37] “Mukaddes değerler ve uyku bilmeyen gözler”, Kırık Testi, 07.11.2011
[38] “Uyku bilmeyen gözler”, Bamteli, 07.03.2011
[39] “Düşünce-aksiyon iç içeliği”, Kırık Testi, 12.12.2010
[40] Show TV, Reha Muhtar’la kaset komplosu üzerine yapılan telefon röportajından, 22 Haziran 1999
[41] “Kaç çeşit İslâm var?”, Fransız Le Monde’da Nicole Pope’la röportaj, 28.04.1998. Ayrıca Gülen, dünyevi makam ve imkanların talibi olunmadığını, kimsenin elinden dünyevi imkanlarını almanın düşünülmediğini anlatıp insanlardaki yersiz endişe ve vehimlerin izale edilmesi gerektiğini ifade ediyor. (Güven telkin etme ve şeffafiyet, Kırık Testi, 03.05.2010)
[42] “Yeminleşelim mi?”, Kırık Testi, 05.12.2004
[43] “Aksiyon’da hakkındaki iddialara cevap veriyor”, 06.06.1998
- tarihinde hazırlandı.