Fethullah Gülen bir reformist midir?
Soru: Prof. Dr. Faruk Beşer hoca zat-ı âlinizle ilgili yazdığı "Fethullah Gülen Hocaefendi'nin Fıkhını Anlamak"[1] ve bu kitapla ilgili Pazar Sohbeti'nde zat-ı âlinizi "âlim, fakih, müceddit ve müçtehid" gibi vasıflarla tavsif etti ve değişik görüşleriniz üzerinde de durdu. Böyle bir çalışmayı ve bu konuşmaları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bu meselede, o hocaefendi (Prof. Dr. Faruk Beşer) gibi hatta onun gibi düşünen hocaefendiler var. Onlara ait yanı var. Bunlara ait yanlarından meselenin redaktörlüğünü ben yapmadığımdan dolayı âlem nasıl düşünüyorsa öyle yapar, bir şey diyemem buna. Fakat öyle bir meselede şöyle veya böyle işin tashih yanı bana getirilirse mutlaka diyeceğim şeyler vardır. Yani birisinin hüsn-ü zannının ifadesi veya görüşünün ifadesi, kalkıp o türlü şeyleri yakıştırıyor olabilir. Bir urba giydirip kendince öyle yapabilir. Bildiğiniz gibi çok tekerrür ettiğim bir laftır: Bazılarında çok engin, çok derin hüsn-ü zanlar birer içtihat hatasıdır. Allah (cc) onları affedebilir. Kamuoyu da onları affedebilir. Selef-i salihin de, o ervah-u hâzirun da, bunlar affedebilir. Fakat o meseleye birisi (kitapta zikredilen ve ileri sürülen vasıfları kabul eden) sahip çıkarsa onu affetmeyebilirler. Hakkı değildir çünkü, o bir gasptır. Çok önemli, çok büyük bir payeyi gasp etme olabilir.
Görüş açılarının bolluğu ve tashih lüzumu
Şimdi birileri kalkar hadden efsun, böyle bu türlü şeyleri size de, başkasına da isnad ederler. Sizin işte perişan (kendisini işaret ediyor) arkadaşınıza da isnad ederler. Birisi de kalkar ona müslümanlığı bile çok görür. Der ki "filan harici teşkilatın bir uzvudur o". Onlar da diyebilirler. Misyonerlerle aynı kategoride mütaala edebilirler. O mevzuda da size düşen şey "ben o değilim" demekten ibaret kalır. Sizin, onun ve onun mensup olduğu hareketin, felsefi cereyanın hatırına belki tavzihler, tekzipler yazılabilir. "Bunlar doğru değil" denir. Kalkar bir tanesi sizi işte Kalvin gibi görür veya Martin Luther gibi görür. Ve sizi öyle bir hareketin temsilcisi gibi sunar. O mevzuda da elin âlemin düşüncesine hacir koyamazsınız. Söyleyebilirler. O rencide edici bir şeyse, bir dindar olarak, dindarlığınızla telif edemeyeceğiniz bir şeyse, yakışıksız bir şeyse size o meseleyi tashih etmek düşer.
Müslümanlığımızı bile fazla görenler var
Ve bunların hepsi de oluyor yani. Bir yerde diyelim, bir grup kalkıp size müslümanlığı bile fazla görüyorlar. Ve bilmem hangi harici teşkilatın elemanı filan diyorlar. Şimdi ne kadar günahkar olursan ol, ne kadar mücrim olursan ol, birbirimizin hassasiyetini biliriz. Ben yatarken sağ yanıma yatmadığım zaman bile "acaba burada Efendimiz aleyhisselatü vesselama muhalefet ettim mi?" endişesiyle uyuyanlardan birisi olduğumu, müsaadenizle söylemede beis görmüyorum. Hatta ayaklarımı upuzun öyle yatarsam, uzatıp yatmada Efendimiz aleyhisselatü vesselamın uzatıp yattığını bilmediğim için rahatsızlık duyduğumu rahatlıkla söyleyebilirim.
Efendim'e muhalefet etmektense yerin dibine gitmeyi tercih ederim
Niye söylüyorum bunu?
Gurur ve bencilliğe delalet eden şeyler. Hayır... benim herşeyim dinimdir. Farzından adabına kadar herşeyim dinimdir. O dinimin küçük bir adabına, küçük bir esasına muhalefet edecek, onun için zararlı olacaksam Allah bir dakika bile yaşatmasın derim. Ben O'nun hayat tarzına, O'nun üslubuna aykırı olacaksam Allah bir dakika yaşatmasın. Efendim'e muhalefet çerçevesinde bir dakika, bir saniye bile yaşamaktansa yerin dibine gitmeyi tercih ederim.
"Fe batnu'l-ardı hayrun lî min zahrihâ" Yerin altı benim için üstünden daha hayırlıdır.
Ama kalkar elin oğlu size öyle şeyler isnad eder ki bunların hiç biri ne kitaba, ne dine, ne de diyanete sığar. Bir başkası da kalkar günümüze göre, şartlara göre, konjonktüre göre füruatta sahabe-i ikram efendilerimizin, selef-i salihin efendilerimizin kitap ve sünnet esaslı, dayanaklı, kaynaklı metodolojilerinden, onların usul-ü disiplinlerinden istifade ederek, çağımıza ait bazı problemlere çözüm getirirsiniz. Bir şeye usûl dersiniz, onlar demişlerdir. Bir şeye fürû dersiniz, onlar demişlerdir bunu, sen söylemiyorsun. Fakat o usûlü, o fürûu çağımıza ait bir problemi çözme istikametinde kullanırsın. Şimdi birileri bu meseleyi alarak burada asıl manası katı katolikliğe karşı bir protesto, bir baş kaldırma hareketinden ibaret olan bir protestanlık veya Kalvinizm gibi hareketlerle aynı çizgide müteala ediyorsa onu da bilmiyor, bunu da bilmiyor, seni de bilmiyor, dini de bilmiyor.
Ne tecdit, ne içtihad ne de reform
Dinde baş kaldırılacak bir şey var mıdır? Baş kaldırılmış mıdır dine karşı? Bid'ata, temelde dinin içinde olmayan şeylere, yanlış anlamalara, yanlış yorumlara baş kaldırabilirsin. O yanlış yorumlara karşı esas kaynaklara, asli edille-i şeriyeye dayanarak, onların yanlış olarak koydukları o hususların yerine bu meselelerde doğru anlaşılan şeyleri ikame edebilirsin. Bunlar farklı şeylerdir. Ve bunlar katiyyen bir tecdit de değildir. Aynı zamanda bir içtihat da değildir. Hele reform hiç değildir. Öbürlerinin mülahazasına göre dini tahrip hiç değildir. Hiç değildir ama işte gördüğünüz gibi çok farklı zümreler, farklı mülahaza ve mütalaalarını ortaya koyuyorlar. Ve bunların hepsine kendi zaviyemizden (açımızdan) söyleyeceğimiz şeyleri söylüyoruz. Herkesin ağzına fermuar vuramayız. Önceden hissiyatlarını keşfedip bunlara karşı "bunları, bunları söylemeyin" diyemeyiz.
Hassas davranmak
Fakat ben dost, taraftar, muhip ve sempatizan olanlara rahatlıkla şunu söyleyebilirim. Bizim sevdiğimiz insanlar vardır, bizim büyüklerimizdir. Sizin de gördüğünüz gibi ben hep onlar hakkında hüsn-ü zannımı ifade ediyorum. Bazı hocaefendiler vardır. Bazen büyük evliyalar vardır. Dün birisinin belgeselini[2] burada seyrettiniz. Gördüklerimden dolayı ben o meseleyi hiç tereddüt etmeden "doğru" derdim. Çünkü onlar o mevzuda taklit edilebilecek seviyede bir seviye insanıydılar. Doğru duruyorlardı, doğru duruşları belliydi. Hiç inhiraf yaşamamışlar, hep Allah istikametinde olmuşlardı. Bu açıdan onlar bizim için kudsi birer kaynak olmuştur ve bizleri yönlendirmişlerdir. Onları takdirle yâd ederken yine bildiğiniz gibi vereceğiniz şeyleri verme mevzuunda temkinli ve dikkatli olmak lazım. Hemen uluorta, çok önemli, çok büyük payeler verme mevzuunda çok hassas davranırız. Hepimiz, siz de, ben de hassas davranırız. Böyle uluorta bir ikram-ı İlahiyi müşahede ettikleri bir insana karşı bir mesihlik yakıştırma, bir mehdilik yapıştırma ne ise bence yani birine karşı (kendisini işaret ediyor) çok defa böyle mücedditlik yakıştırma, bir müçtehitlik yakıştırma meselesi de aynen tehlikelidir.
Mesele herkesçe hazmedilecek mesele değil
Şimdi bazen hiç farkına varmadan bizlerin, sevdiğimiz, takdir ettiğimiz, belki sevilecek yanları (da olan insanlar) vardır. Belki sevilmeyecek yanlarını bilmediğimizden dolayı seviyoruzdur. Her şeyi çok açık tutalım. Ama bu türlü mülahazalarla yaklaştığınızda siz, sizin hüsn-ü zannınıza, gerçek teveccühünüze ve samimiyetinize rağmen kötülük yapmış olursunuz. O mesele hazmedilecek bir mesele değildir. Ve ne kadar o meseleyi hazmedemeyecek insan varsa o mevzuda çok ciddi bir tepki gösterecekleri muhakkaktır. Dolayısıyla sevdiğiniz insanları bile severken
أَحْبِبْ حَبِيبَكَ هَوْنًا مَا عَسَى أَنْ يَكُونَ بَغِيضَكَ يَوْمًا مَا وَأَبْغِضْ بَغِيضَكَ هَوْنًا مَا عَسَى أَنْ يَكُونَ حَبِيبَكَ يَوْمًا مَا ...
İmam Tirmizi[3] bir hadis rivayet ediyor. Ve onda çok defa böyle cevamiü'l-kelim diyebileceğimiz, çok mana ifade eden, Efendimiz'in söyledikleri şiir değildir ama aynı zamanda şiiriyet de ifade eden mübarek sözleri vardır. "Sevdiğini severken dengeli ve ölçülü sev, birgün seni pişman edecek bir durum izhar edebilir. Buğzettiğin insana da yine dengeli ol, birgün sevmeni gerektiren bir durum ortaya çıkabilir" Sevilecek bir insandır, yani hiçbir hususta ifrata girme. İfrata (olduğundan fazla gösterme) girmezken aynı zamanda tefrite (olduğundan az gösterme) de sakın girme.
Tetikte bekleyen ve fırsat kollayan insanlar var
Dinin bir ünvanı da dengedir. Biz ona sırat-ı müstakim diyoruz. Nafileleri de eda ediyorsak şayet, günde kırk defa Allah'tan istiyoruz. Bu açıdan Hazreti Üstad gibi, benim çok büyük insanlar olarak tanıdığım Tahiri Mutlu gibi diyelim yani, Hulusi Efendi gibi ve çok takdirle yâd ettiğim Hoca Sabri Efendi gibi. Bunları takdirle yâd ederken bile koyacağım yeri belirlerim, ona göre davranırım. Çok önemli bir zata hüsn-ü zanla tepeden tırnağa dopdolu, samimiyetten başka birşey düşünmeyen ve dine hizmetten başka mülahazaları olmayan ve ancak bu yolla dine hizmet edileceğine inanan bu samimi vefalı insanların..." falan demişimdir. Bunlara birer kutbiyet, birer gavsiyet atfettiğiniz zaman fırsat kollayan, tetikleme bekleyen bazı kimseleri de harekete geçirmiş oluruz.
İstidradi olarak burada şunu da arzedeyim. Yani kutbiyet, gavsiyet dediğimiz şeyler insanın dışında cereyan eden şeyler değildir. Fakat bunun yanında hemen şunu da ilave edeyim ben. Aynı zamanda o mesele, bizim kesemize konmuş, ona buna bahşiş çekeceğimiz bir şey de değildir. O, Allah'ın vereceği bir şeydir. Allah'ın kalbini açtığı bazı kimselerin göreceği şeydir. Ve daha çok da ahirette görülebilecek şeydir. Ahirette mükafatı verilebilecek bir şeydir.
Tahrike dikkat
Şimdi hüsn-ü zannımız ve teveccühümüz olur da kalkar birini sena ederken, takdir ederken yararlı bir yanını nazara verirken, faydalı olacağına inandığımız bir hususu dillendirirken, ifade ederken iki şey olur. Birincisi, bir insana takat getiremeyeceği şeyi yüklemiş, ona zulmetmiş olursunuz. İkincisi başkalarını tahrik etmiş oluruz. Evet meselenin bir bu yönü, tehlikeli bir yanı var. Şimdi meseleyi toparlayacak olursak ben burada da şöyle diyebilirim. Ben ciddi bir alim olduğumu söylemedim. Belki bazı zamanlar gevezelik yapıp "arkadaşlarla 15-20 senedir hadis okuyoruz, tefsir okuyoruz" dediğim olmuştur. Bunu demekle bir günah işlemişsem -siz de şahit olun- Allah'tan bin defa özür diliyor ve estağfirullah, elfü elfi (binlerce) estağfirullah diyorum. Şimdi kendime hiç alim nazarıyla bakmadım ben. Çünkü bu bana göre büyük bir paye. Bu bazılarının ulaşabileceği bir payedir.Günümüzde de vardır emsalleri. Bildiğiniz gibi allame Hamdi Yazır'a alim diyorum ben. Hatta âlim'in mübalağası allâme diyorum. Aynı zamanda Ahmet Naim'e allâme diyorum ben. Ve daha o dönemde yaşayan, belli bir fasılda bir bunalımın yaşandığı dönemde Filibeli Ahmet Hilmi'ye allâme diyorsunuz. Pir-i Mugan[4] diyorsunuz. Hazreti Üstad diyorsunuz. Ama onlar, o insanlar, o makamların sahipleridir gerçekten. Fakat ben kendime alim değil, üveylim alimcik bile demedim. Ve kendime hep öyle baktım. İnsanları yanıltmamaya, aldatmamaya çalıştım.
Reform meselesini karıştırıyorlar
Müçtehitlik, mücedditlik meselesine gelince, onlar çok büyük payeler. Bir yerde, bir röportaj esnasında "sana bir reformcu nazarıyla bakabilir miyiz?" diyen birine[5] dediğim bir şey oldu. Ben müsaade ederseniz aynıyla onu aktarmak istiyorum. Biraz yumuşaklık, mülayemet, herkesin konumuna saygılı olma, kendini horlama, hakir görme, kendinle yüzleşirken, kendinle hesaplaşırken, kendini yerden yere vurma, kendine bir hakk-ı hayat tanımama, müslümanlığın içinde bile sadece Allah'ın rahmetinin enginliğine binaen iğne ucu kadar bir yer arama şeklinde ifadelerle biraz başkalarını da böyle kurtulmuş gibi görüyorsun. Mesela "ben de oruç tutarım, ben de Allah'a inanıyor ve "La ilahe illallah, Muhammedün Rasulüllah diyorum" diyor. Ben de buna karşı diyorum ki, yani siz falana filana, mesela kıtmire de (kendisini kastediyor) de bakarken, "ibadet ü taatte bulunuyor, şunu yapıyor, bunu yapıyor, acaba bize nasıl bakıyor bu insan?" diye düşünebilirsiniz...
Halbuki ben ona demişimdir ki Allah'a karşı yapılan şeylerin hulûsu, hulüsla (ihlâslı bir şekilde, Allah rızası için) yapılması önemlidir. Halisane yapılması önemlidir, siz o kelime-i tevhidi halisane söylemiş iseniz eğer -Efendimiz sallallahü aleyhi ve sellemin bir beyanına binaen diyorum- "Onu kim halisane söylerse cennete girer" buyuruyor. Siz bir kere halisane namaz kılmışsanız, sizin defter-i hasenatınızda halisane kılınmış bir namaz vardır. Siz Allah'ı kabullenmiş ve bir yerde O'nun adına gürlemişseniz, bir başkasının gece sabaha kadar ibadetine mukabil gelebilir o mesele. Böyle bir yaklaşım, başkasını rahatlatmaya matuftur ve aynı zamanda bu dinin ruhunda var. Birileri bunu irca (geride kalma) sayabilirler. Ve bana da bu zaviyeden Ebu Hanife'ye dedikleri gibi mürcie diyebilirler.
Kendi hesabıma konuşmuyorum
Ama Allah'a (cc) göre "inşâ afe ve inşâ azzebe.."[6] Allah dilerse affeder, dilerse azab eder. Kebireler (büyük günahlar) insanı dinden çıkarmıyor, insanı kâfir yapmıyor. Dünya kadar günahlarla gelmiş olabilirsiniz, Allah'a imanınız varsa Allah affeder[7]. Nitekim bir Tahki hadisi bunu gösteriyor. Adam mizanda, terazinin başında işinin bittiğini zannettiği bir anda birden bire esrarengiz birşey konuyor kalkan terazinin kefesine. Birden bire yukarıda kalan o kefe ağır basıyor ve aşağıya iniyor. Adam şaşırıyor orada. İşinin bittiğini inanan bir insan şaşırıyor. "Ya Rabbi bu nedir?" diyor. Efendimiz anlatıyor bunu. Allah diyor ki "o senin kelime-i tevhidindir" buyuruyor. İşte onca seyyiata (günahlar, kötülükler) ağır bastı diyor bu. Şimdi ben bu mülahazayı seslendirmişsem kendi hesabıma birşey konuşmuyorum. Ve dinde reform yapmıyorum. Kendi hesabıma, kendi hevesime göre dini kolaylaştırmıyorum. Âleme şirin görünme cehdi ve gayreti peşinde değilim. Dinin hakikatini anlatmaya çalışıyorum. Yine diyor ki cephede ölen insan cehenneme gidiyor. Malını sarfeden insan cehenneme gidiyor, şecaat izhar eden adam cehenneme gidiyor. Allah'ın rızası önemlidir. Bu meselelerin hepsinin halisane yapılması önemlidir. Şimdi ben bu mülahazalarla karşımdaki insana yaklaşınca bu hususları kolaylaştırıcı, dinin ortodoksçasıyla insanları uzaklaştırıcı filan görerek "size reformcu olarak bakabilir miyiz? demişti.
Form veya reform
Evvela reform, form kelimesinden geliyor. Yani reform birşeyi yeniden şekillendirme manasında. Genelde biz bu ifadeyi deformasyon görmüş, deformasyon yaşamış bir şeyi yeniden şekle sokma, yeniden formuna sokma mevzuunda göstereceğimiz gayrete ve cehde diyoruz. Ben hiçbir zaman İslam dininin bir deformasyona maruz kaldığına inanmadım ki; benim bin can ile kurban olduğum dinim, dinimin esasları hiçbir zaman tağyire, (başkalaşma) tebdile (değişme) maruz kalmamıştır ki onda yeniden bir reforma ve tebdile ihtiyaç duyulsun. Bu bir...
İkincisi, müslümanlık için katiyen bir reform sözkonusu değildir. Müslümanlıkta "tecdid" (yenileme) dediğimiz bir şey vardır. Reform kelimesine Arapça karşılığı bir şey bulacaksak ona "teceddüd" demek daha uygun olur. Yani yenilik fantezisine, lüksüne kendisini kaptırmışlık demektir teceddüd. Teceddüd denildiğinde tecdid akla gelir. Onu aslî dinamiklerine bağlı olarak çağın gereklerine göre açma, içten açma, ruhuna ve özüne bağlı olarak açma. Özüyle açılımların muhalefet haline meydan vermeden açma. İşte buna da "tecdid" deniyor. Çağın getirdiği şeyleri, tekvini emirleri, şartları, dünyayı, sosyal hadiseleri okuma ve ona göre içtihada açık alanları belli içtihada göre doldurma. Müceddidin yapacağı şeyler bunlar. Ben ne kendimi o alanı dolduracak müceddid gördüm, ne de müctehid gördüm. Allame Hamdi Yazır bir yerde kendisine (burada Fethullah Gülen ağlıyor) böyle bir isnadda bulunulduğunda diyor ki "müceddid olma iddiasından Allah'a sığınırım, ihtimal müceddidi görsem belki tanırım" diyor. Ben o hazretin oradaki o tevazuane sözüne dayanarak diyorum ki arkadaşlarımla ulemadan bir heyetle belki bize yakın bazı müctehidlere baksak "acaba müctehid mi?" mülahazası belki olabilir. Böyle bir mülahazamız olabilir. Tanıma meselesine gelince, ben Hamdi Yazır kadar bile söyleyemem. Müctehidi, müceddidi görsem bile tanıyamam. Birileri birisine müceddid demiş, müctehid demiş arkasına düşmüşse onun feyzinden, yümnünden, bereketinden istifade etmeye çalışırım. Benim mülahazam budur. O müceddidlikten de müctehidlikten de fersah fersah uzağım. Allah bizi o müceddidlerin ve müctehidlerin yolundan ayırmasın!
Müçtehidlik meselesi
Burada o zatın (röportaj yapan kişi) ifade ettiği bir hususu da hatırlatmadan geçemeyeceğim. Müceddidlik ve müctehidlik konusunda değişik sohbetler, değişik yazılar münasebetiyle de ifade ettiğim gibi "olmayacak bir şey" değildir. Kendine göre şartları vardır. Müfret bu tabiri kullanmıyor. İmamı Şatibi Muvafakat'ında geçiyor. Ben bu tabiri kullanıyorum ve ben müfret dedim. Yani müfret (tek, tekil) müctehidlik meselesi Arapların o gün Kuran'ı Kerim'den her kelimeden ne anlıyorlardı, idyumlardan ne anlıyorlardı, tabirleri nasıl yorumluyorlardı, o dili kendi hususiyetleriyle nasıl anlıyor, nasıl değerlendiriyorlardı işte öyle değerlendirebilecek insanlar, Kur'an'daki makasıd-ı İlahiyi (Allah'ın maksatları) anlama açısından müfret müctehid sayılır. Müfessir gibi bir şeydir bu.
İmam Şatıbi'de de buna benzer, bu harfe ve kelimelere ait manalar var, terkiplere ait manalar var. Bazı şeylerin anlaşılabileceğini ortaya koyuyor, bunun üstünde menatları (dayanakları) belli olan bir kısım ahkamın dayanakları vardır. "Şundan dolayı şu mesele şöyledir, bu mesele şöyle de anlaşılabilir, böyle de anlaşılabilir, acaba şöyle anlaşılması için burada sahib-i şeriatın gösterdiği menat şudur veya biz esas kendi tecrübelerimizle tekvini emirleri okumamızla, hayatı okumamızla bu hükmün menatı şu olabilir, dayanağı şu olabilir" gibi yaklaşımlarla bunlar bariz, beyyin (açık seçik) ise, menatı belliyse şayet bu da muzaaf (kat kat) bir içtihad sayılır. Böyle bir müctehid de muzaaf müctehid sayılabilir. Çünkü ciddi bir cehd istiyor. Bir yönüyle tahricî menat gibi bir şey yapıyor. Ona göre ictihadda bulunuyor.
Bir de bu yönüyle Ebu Hanifeler gibi, İmamı Şafii hazretleri gibi, İmamı Malikler gibi, Evzai gibi, Sevri gibi, İmamı Ebu Yusuf gibi büyük insanların ictihadları var. Bunların yaptıkları ictihadlarda böyle zor anlaşılır hususlar vardır. Karşıtı olan meseleler, mütenakız (birbirine ters düşen) gibi şeyler vardır. Onun içine nasih (nesheden, hükmünü kaldıran) mensuh (neshedilmiş, hükmü kaldırılmış) girer, "hass- âmm" (özel, genel) meseleler girer, mutlak mukayyed meseleler girer. Nassları çok iyi anlama meselesi vardır. Ve bir de orada menatı görme, sezme ortaya çıkarma veya öyle birkaç tane menat durumunda birşey varsa, orada bir hükme varabilme oldukça çok zordur. İşte böyle bir ictihada da bana göre mük'ab (daha derinlemesine) ictihad denir. Böyle bir müctehide de mük'ab müctehid denir. Bunlar herbirisi bir kısım payedir.
Belki bazı kimseler sahabinin anladığı ölçüde Kuran'ı Kerim'i anlıyorsa şayet onlar "Allah-u alem Kuran'ı Kerim'den ben bunu anlıyorum ve bu inşallah murad-ı ilahiyeye aykırı değildir, muradına muhalif değildir" diyebilir. Ama "murad-ı İlahi bundan ibarettir" diyemez, dememeli. Çünkü bu saygının icabıdır.
İçtihad kapısı
Sahabinin nasıl anladığını -işin doğrusu- ortaya koymamız oldukça zor. Onun için mealden daha ziyade tefsir önemlidir. Çünkü orada ihtimalat-ı kesireyi (bir çok ihtimalleri) beyan etme imkanı olur. "Bu olabilir, bu da olabilir, bu da olabilir" denebilir. Siz onu münsif (insaflı) vicdanlara bırakırsınız. Murad-ı İlahiyi herkes orada nasıl görüyorsa, öyle görür. Bizim gibi insanları bu kategorilerin hiçbirine koymak mümkün değildir. Ama o mesele "olmaz bir mesele" de değildir. Hz. Üstad "günümüz, içtihad kapısına kapalıdır" diyor. İçtihat kapısı birisi tarafından sürgülenmiş, içeriye girilmez bir şey değildir. Esas o içtihad kabiliyetine haiz insanların olmadıklarından dolayı içtihad meselesinde beş altı husus sıralıyor (27. Sözde). Neden yok yani o insanlar? Evvela sosyal yapı itibarıyla yok, fikdan (yokluk) yaşanıyor bu dönemde. Neden yok? Efkar çok dağınık, insanlar dünyevi yaşıyorlar. O mesele ise tamamen uhrevi. Dünyayı ve ukbayı yan yana ikiz müşterek mütalaa etmeyen insan bu işi yapamaz. O işin altından kalkamaz. Adamların bütün himmetleri, Kur'an-ı Kerim'den Allah'ın makasıd-ı Sübhaniyesini istimdada matuf, hep öyle yaşıyorlar. Oturuyor kalkıyor öyle düşünüyorlar. İşte bu açıdan zor ulaşılır bir zirvedir, ama olmaz değildir o.
Müctehidliğin zorluğu
Müçtehitler her zaman olabilir. Fakat o payeyi, o makamı ihraz etmek lazım. Biri kalkıp "ben o makamı ihraz ettim" derse bu epey bir cesaret mevzuudur. Belki bazen de -bağışlayın- küstahlık sayılabilir. Temkinli olmak lazım. İctihadın bile bir kollektif şuurla yapılmasına kail olanlardanım. Günümüzde tek başına bir insanın müctehid olmasının çok zor olduğu kanaatini taşıyorum. Çünkü biz dağınığız, şartlar çok ağır. Kur'an'dan ve Kur'an atmosferinden çok uzaklaşmışız. Ona yaklaşma, onu kavrama, hazmetme, sindirme ve bir süt halinde Ümmet-i Muhammed'e verme bir ferdin altından kalkacağı şey değildir. O mevzuda uzman mütehassisinden (uzmanlardan) heyetler, umumi olarak işi yapmalıdırlar. Öyle takvasıyla, zühdüyle Allah'la münasebetiyle, hatta velayetiyle Cenab-ı Hakk'a çok yakın duran insanlar sarfı (kelime bilgisi) nahvi (dil bilgisi) iyi bilen, namı, beyanı, bedii bilen, hadisi, tefsiri, fıkhı iyi bilen aynı zamanda hadis usulü, fıkıh usülü, tefsiri de iyi bilen ve bunların yanında tekvini emirleri (kainattaki tabii kanunlar) de çok iyi okuyan, dünyada sosyal yapıyı çok iyi okuyan ve günümüzde ekstradan hususi olarak küreselleşen dünyayı çok iyi okuyan, bunun getireceği şeyleri çok iyi gören ve şimdiden bu meseleler için yapılması gereken nelerse onları çok iyi tesbit eden uzman 5-10 kişilik heyetler tarafından yapılabilir. İşte kitap ve sünnetle icmali ortaya konmuş fakat tafsili vaz' edilmemiş dolayısıyla da zahiren açık gibi görünen boş alanlar, bu boş alanların doldurulması bu sahib-i şeriatın Ümmet-i Muhammed'e merhametinin işaretidir. O boş alanları şartlara, konjonktüre, esbaba ve zamana, küreselleşen veya dağılan dünyaya göre sizin doldurmanıza bırakılmış orası. Onların hepsini çok iyi okuyan insanlar bu mevzuda onu doldurma faaliyetini de "içtihad, istinbat, istihraç" ünvanlarıyla yerine getireceklerdir.
Sadece Müslümanım
Tekrarıyla özetleyelim, ne reformistim ne kalvinistim. Çünkü benim nispetim tam. Ve nispetimin tamamında, tamamiyetinde hiç şüphem olmadı. Ben Hz. Muhammed Mustafa'ya (sas) mensubum. Hz. Mevlana'nın dediği gibi "Men bende-i Kur'anem, eger candarem." Ben Kur'an'ın günahkar bir mücrimiyim. Kendime bakarken de hep Efendimizin ayaklarının yanında, boynumdaki ipim onların elinde, hav hav edip onların ayaklarına sürünen bir kıtmir olarak kendimi görmüşümdür. Bu açıdan nispetim bellidir benim. Eğer müslümanlıkta o tabir caiz olsaydı "Muhammedî" diyecektim. O tabirin caiz olduğu bir alan vardır ahlak açısından. Allah, ahlak-ı aliye-i Muhammediye'yi yaşamaya muvaffak kılsın. Ama müslümanım elhamdülillah. Reformist değilim, kalvinist değilim, Lutherist değilim ve aynı zamanda müçtehid de değilim, müceddit de değilim. Alim de olamam. Ben sadece alim gibi görülen, bazen doğru bazen de yanlış bir şeyler söyleyen birisiyim. Hüsn-ü niyetler alkışlanır, takdir edilir. Hüsn-ü zanlar da alkışlanır takdir edilir, o ayrı mesele. Ben belki herkesin kendi konumu itibarıyla durumunu açık ve net şüphe bırakmayacak şekilde ifade edememiş olabilirim. Ama onu ifade etmeye çalıştım.
[1] Prof. Dr. Faruk Beşer "Fethullah Gülen Hocaefendi'nin Fıkhını Anlamak" Ufuk Kitap: 61, Uçar Matbaası, 3. Baskı: Mart 2006
[2] Samanyolu TV'de 12 Mart 2006 Pazar günü saat 13:15'te yayınlanan "Abide Şahsiyetler" adlı belgeselde Alvarlı Efe hazretleri anlatılıyordu.
[3] Tirmizi, Birr ve Sıla, 60
[4] Pir-i Mugan: Tasavvuf dilinde dergahta söz, aşk, ışk ve sevgi konusunda insanı sarhoş edercesine mest edip Allah aşkını imal ve sevk eden ulu kişi, Mürşid-i Kamil anlamında kullanılan bir ifadedir.
[5] Ertuğrul Özkök'ün Fethullah Gülen'le yaptığı röportajın Hürriyet Gazetesi'nin 26.01.1995 tarihli nüshasında yayınlanan "Bağnazlar Ezilecektir" başlıklı bölüm.
[6] İhya. İman ve İslam Faslı, Biat ahkamı, Rivayet eden Ubade İbni Samit, hadis no: 40
Hadis metni: Biz, bir seferinde Hz. Peygamber (sas) ile aynı cemaatte beraber oturuyorduk ki: 'Allah`a hiçbir şey ortak koşmamak, hırsızlık yapmamak, zina fazihasını işlememek, Allah`ın haram ettiği cana meşru bir sebep olmaksızın kıymamak şartları üzerine bana biat edin' buyurdu. Bir diğer rivayette '...Çocuklarınızı öldürmemek, halde ve istikbalde iftirada bulunmamak, meşru dairedeki emirlerde - ne bana ne de vazifelilere - isyan etmemek üzere biat edin. Kim vereceği bu sözlere sadık kalır, ahdine vefa gösterirse karşılığını Allah`tan alacaktır. Kim de bu yasaklardan birini işleyecek olursa artık işi Allah`a kalmıştır, dilerse affeder, dilerse azab verir, cezalandırır' buyurdu. Biz de bu şartlarla biat ettik.'
[7] Yeni Ümit, Temmuz-Eylül 2003, Cilt 8, Sayı 61'de "İslâm'a İcmâlî Bir Bakış" başlıklı yazıda geçen konu: "..... Amelin farz olduğuna inandığı halde onu tam yerine getiremeyenler günahkâr olsalar da yine mü'min kabul edilirler.. ve böyle düşünmenin Mürcie mülâhazasıyla da hiçbir alâkası yoktur. Zira, inanıyorum deyip günahı önemsememe başka, onu "Allah dilerse affeder, dilerse azap eder." mazmunu çerçevesinde değerlendirmek ise daha başkadır. Kur'ân'a göre iman, olmazsa olmaz bir asıl ve bir esas; islâm ise onun, insan tabiatının bir derinliği haline gelmesinin biricik yoludur. İmansız amel nifak, imana rağmen amelsizlik de bir fısktır. Nifak, gizli bir küfür olması itibarıyla affı kabil olmamasına karşılık; fısk ya da fücur tevbe, istiğfar ve yeniden Hakk'a inâbe ile her zaman mağfiret edilebilme ihtimaline açıktır."
- tarihinde hazırlandı.