Fethullah Gülen eleştiriye kapalı mı? Kendisini eleştiriden muaf mı görüyor?
Fethullah Gülen’in yazılı sözlü ifadeleri ve hayatı incelendiğinde özeleştiri dinamiğinin onun her anını kapladığı görülmektedir. En başta kendisi adına olmak üzere, çevresi adına, ülkesi adına, İslam dünyası adına, hatta insanlık ailesinin bütün fertleri adına hemen her konuşmasında ve yazısında sayısız özeleştiri ifadeleri yer aldığını insafla bakanlar görecektir. Nerdeyse her anı özeleştiri içinde geçen bir insanın eleştiriye kapalı olduğunu, kendisini eleştiriden muaf gördüğünü ifade etmek ya da düşünmek gerçeğe aykırı bir ifade ve düşünce olur. Burada Gülen’in eleştiri ve özeleştiri hakkındaki görüşlerine kısaca değinip kendisi ve mefkuresi adına dile getirdiği özeleştiri ifadelerinden örneklerle bu meseleyi izaha çalışacağız.
Tenkit ideale yürümede bir yoldur
Fethullah Gülen, usul ve üsluba dikkat edilerek yapılan olumlu ve yapıcı eleştirinin en ideale ulaşmada önemli bir yol olduğunu belirtmektedir:
“Aslında, bir kimsenin ya da bir şeyin iyi veya kötü taraflarını, menfi veya müsbet yanlarını bulup meydana çıkarmak, ortada olanla olması gereken arasında mukayese yapmak demek olan ‘tenkit’ ideale yürümede bir yoldur. Müsbet manada tenkit etmek ve tenkide açık olmak ilmî esaslardan birisidir. Ne var ki, onun da bir üslûbu ve uygun bir şekli vardır. Her şeyden önce, tenkit eden kimse insaflı davranmalı, söyleyeceklerini nefsi hesabına değil, Hak rızası adına söylemeli ve hayır mülâhazasından başka bir niyeti bulunmamalıdır. Tenkidin sâiki, hak aşkı ve hakikati tenzih arzusu olmalıdır; insaflı bir münekkid sadece hak ve hakikatin inkişafını maksat yapmalıdır. Aksi halde, gurur ve cerbezeye inzimam eden insafsız tenkit hakikati tahrip eder ve haksızlıklara sebebiyet verir.”[1] “Münekkid, gerçekten iyi bildiği hususlarda fikirlerini usûlünce ortaya koyarken, sahası olmayan mevzularda da susmasını ve dinlemesini bilmelidir. Ayrıca, bir tenkidi kimin yaptığı da çok önemlidir. Damara dokundurmayacak ve muhatabını rencide etmeyecek kimseler konuşmalı; diğerleri şahıslarına karşı tepkiden dolayı kıymetli fikirlerinin de heder olmaması için sözü onlara bırakmalıdır ki bu da bir hakperestliktir… tenkit edeceği hususlar varsa onlarda da gayet yumuşak ve yapıcı olmalı.”[2]
Müslümanlıkta özeleştiri
Fethullah Gülen, çeşitli vesilelerle Müslümanlıkta özeleştiri dinamiğinin yerini ve önemini anlatmış, özeleştirinin her müminin hayatında nasıl bir fonksiyon göreceğini açıklamıştır:
“Müslümanlıkta özeleştiri vardır. Vahiy ile müeyyed olmayan her şey Müslümanlar arasında sorgulanmıştır. Ben Müslümanlıkta olduğu kadar başka bir yerde özeleştiri zannetmiyorum bulunsun. Mesela Hz. Ömer gibi bir halife İslam’ı temsil ediyor. Minberde hutbe irad ederken bir kadın itiraz ediyor. ‘Bunu yanlış söyledin. Bu meselenin doğrusu budur’ diyor. Bir yerde bir ordu komutanı bana şunu yaptılar falan diyor. Hiç tanınmadık bilinmedik bir nefer eğri kılıcına dayanarak diyor ki: ‘Komutanım senin yaptığın bu şey isyandır. Eğer doğru olmazsan sana şöyle yaparız.’ Fukahanın, kelamcıların kendi aralarında İslamî meseleleri alıp vermeleri, münazara ve münakaşa yapmaları o kadar yaygındır ki bu kitaplar dolusudur. Herkes birbirini eleştirmiştir Müslümanlıkta. Ve bu eleştiriler belli ölçüde hoşgörüyle karşılanmıştır.”[3]
“Hesap görme, hesaplaşma, kendi kendini sorgulama diyebileceğimiz muhâsebe; mü’minin, her gün, her saat, iyi-kötü, yanlış-doğru, günah-sevap yaptığı şeyleri gözden geçirip, hayırları, güzellikleri şükürle karşılaması; inhirafları, günahları istiğfarla gidermeye çalışması; yanlışlıkları, kötülükleri de tevbe ve nedâmetle düzeltmeye gayret göstermesi adına çok önemli bir cehd ve insanın kendini isbat etmesi mevzuunda da ciddi bir teşebbüs sayılır.”[4]
“Mü’minin, yapıp ettiklerini hemen her gün gözden geçirip hayırlı faaliyetlerini ve güzelliklerini şükürle karşılaması; inhiraflarını ve günahlarını da istiğfarla gidermeye çalışması; bu şekilde sürekli nefsiyle hesaplaşması, kendi kendini sorgulaması ve her zaman muhâsebe duygusuyla dopdolu yaşaması gerekir. Bazen ‘insanın kendiyle yüzleşmesi’, bazen ‘nefsin sorgulanması’ ve bazen de ‘nefis muhâsebesi’ olarak isimlendirdiğimiz bu amel, insanın arzularını, hırslarını ve davranışlarını denetlemesi, doğru veya yanlışlarını vicdanının süzgecinden geçirip bir değerlendirmede bulunması şeklinde gerçekleşir. Hakikî bir mü’min ömrünü nefsiyle mücâdele ederek sürdürür. Kalbine uğrayan hâtıralara ve kafasından geçen düşüncelere bile parola sorar. Her işinde nefsânîliğini aşmaya çalışır; çok defa en güzel ve en mâkul davranışlarından dolayı bile kendi kendini sorgular. Her akşam eksik ve yanlışlarını bir kere daha gözden geçirir; her sabah hatalarını giderme, ahiret hesabına kaçırdığı fırsatları telafi etme ve ötelere azık hazırlama azmiyle hayata açılır.”[5]
“İmanda olgunluğa adım atmış bir insanın nazarında yergi ile övgü eşittir; o zemmedilme ile methedilmeyi bir bilir. Medihten hoşlanmadığı gibi, methedene karşı da içinde bir burukluk hisseden; bir manada yergiden memnun olan ve kendisini yeren kimseye hiddet etmek şöyle dursun, onu yardıma koşmuş bir dost olarak gören insan ise, kemal ehli hakiki bir mümindir. Zira, böyle biri, övülmenin gönül dünyası için zararlı bir fitne olduğunu bildiğinden dolayı methedenden hiç hazzetmez; gıybet, iftira ve bühtana girmeden, ‘müspet tenkit’ diyebileceğimiz bir üslupla kendisini zemmedeni ise, kusurlarını hatırlatıp onlardan kurtuluş yolu gösterdiği ya da sabredip sevap kazanmasına vesile olduğu için memnuniyetle karşılar.”[6]
“Kanaatimce, bir mü’min, Muhasibî inceliği ve hassasiyeti içinde, hayâllerini bile sorgulamalı ve onların çirkinlerinden Allah’a sığınıp, zihnine çarparak geçip gidenlerden dolayı da ‘estağfirullah’ demeli. İnsanları vesveseye düşürmemek kaydıyla herkeste kötü hayâllere karşı da istiğfar duygusu geliştirilmeli. Şu kadar var ki, bazen, bir kısım çağrışımlar neticesinde istenmeyen ve rahatsızlık veren düşünceler, çirkin manzaralar veya kötü sözler hayâle gelince, bazı hassas ruhlar, bunların kendi kalbî hastalıklarından ve manen kaygan bir noktada bulunuyor olmalarından kaynaklandığına inanırlar. Meseleyi biraz derinleştirince vesveselere girebilir; ‘Demek ki benim kalbim bozulmuş, ben artık bütün bütün fıska açık yaşıyorum’ diyerek şeytanın oyununa gelebilirler. İşte, bu hususa dikkat etmek ve vesveseye düşmemek/düşürmemek kaydıyla, her insan iradî olarak hayâl ve tasavvurlarını da sorgulamalı. Mesela, bir aralık ‘Acaba, falan benim için şöyle mi düşünüyor?’ şeklinde mülahazalara dalsa, hemen teyakkuza geçmeli ve çok ciddi bir günah işlemiş gibi kalkıp tevbe etmeli. O zat gerçekten öyle düşünmüş de olabilir. Fakat, Allah o günahın hesabını onu işleyene soracaktır; o mesele diğer insanı alakadar etmez. İşin aslı ne olursa olsun, o türlü düşüncelere dalmak, onlardan belli hükümlere yürümek insana çok şey kaybettirir, onu günah vadilerine yürütür ve sevap atmosferinden uzaklaştırır. Evet, insanlarda kendilerini sorgulama düşüncesini canlandırmalı; öyle ki, herkes, başkalarının kocaman kocaman günahlarını bile göremeyecek kadar kendi kusurlarının telafisiyle meşgul olsun.. birisi, rüyasında bir günaha girse, ona bile istiğfar etsin ve ‘Benim hayâlim fıska açık olmasaydı, bu günah rüyama nasıl girerdi!’ deyip kendini kınasın.”[7]
Gülen’in otokritik çağrısı
Fethullah Gülen, hemen her konuşmasında ve yazısında muhataplarını hem şahısları adına, hem toplum adına, hem de heyetçe yapılan ortak faaliyetler adına otokritik yapmaya davet etmektedir:
“Kendimiz hakkında sürekli suç arayan, suç derleyen, tevsîi tahkîkatta bulunan bir savcı gibi davranmalıyız. Ama başkaları hakkında da, onların fahrî avukatı gibi olmalı, hep onları müdafaa etmeliyiz. Başkaları hakkında hüsnü zan, kendi hakkımızda da sürekli muhasebe esasına bağlanmalıyız.”[8]
“Kendisi ile yüzleşmeyen, kendisini sorgulamayan; meydana gelen kusurları, işin başlangıcında veya realize edilme sürecinde kendi yaptığı hatalara bağlamayan bir insan sürekli dışta kusurlu arar durur ancak bir türlü ne suçluyu bulabilir, ne de o kusurlardan kurtulabilir. Fakat dönüp kendisine bakan, ‘Ben nasıl bir hata ettim ki, her şey yolunda giderken böyle bir problemle karşılaştık?’ deyip kendini sorgulayan insan ise, Allah’ın izni ve inayetiyle, önündeki engelleri aşar ve yaptığı işlerde muvaffak olur.”[9]
“Esasında, hangi seviyede olursa olsun, sorgulayıcı bir nazarla sergüzeşt-i hayatına bakan bir insan, orada ‘estağfirullah’ diyeceği pek çok hata ve kusur bulabilir. Mesela bir yerden bir yere giderken gözüne bir haram ilişmiş olabilir. Kendisine, birisinin güzel sıfatlarından bahsedildiğinde bundan rahatsızlık duyarak, ona bir laf çarpmış olabilir. Başka bir zaman gıybet bataklığına düşmüştür de belki farkında bile değildir. İşte insan bu gibi günahların her birinin tek başına insanı batırabileceğini düşünmeli ve derhal istiğfara yönelmelidir.”[10]
“Öncelikle aile müessesesinde ve ardından bütün bir toplumda gerçek huzura kavuşmayı, huzur soluklayıp huzur yudumlamayı düşünüyorsak, toplumu meydana getiren fertler olarak hepimiz, evvela kendimizle yüzleşmeli; yüzleşip kendi hata ve kusurlarımızla hesaplaşmalıyız.”[11]
Gülen, sadece hata ve kusurlar karşısında değil, başarılar karşısında bile insanın kendisini özeleştiriye tabi tutması ve sorgulaması gerektiğini ifade etmektedir:
“İnsanın her yerde, her zaman kendini kontrol etmesi; en güzel amel ve davranışlarında bile bir hata, bir bit yeniği olabileceği mülâhazasını sürekli taşıması gerekir.”[12]
“İnsan, Cenab-ı Hakk’ın inayet ve tevfikiyle, kimi zaman, bazı güzel işler ortaya koyabilir. Fakat ortaya konan bu amellerin, o ameller için gerekli olan evsafa uygun yerine getirilip getirilmediğine dair elde bir garanti bulunmamaktadır. Kim bilir belki de mevcut imkânlarla daha sağlam ve daha güzel bir amel gerçekleştirilebilirdi. Bu açıdan insanın, büyük bir başarı gibi görülen muvaffakiyetler karşısında bile, kendi kendine ‘acaba ben, bana verilen bu imkânları tam olarak kullanabildim mi? Daha iyi bir sonuca ulaşma adına gerekli performansı ortaya koyabildim mi?’ sorularıyla kendini ve yapıp ettiklerini kritiğe tabi tutması gerekir. Bu yapılabildiği takdirde zannediyorum insan, en büyük muvaffakiyetler karşısında bile, ‘Öyle görülüyor ki, ben bu işi tam beceremedim. Onu, murad-ı ilahiye uygun ve beni tatmin eder şekilde yerine getiremedim.’ diyecek; diyecek ve kendini beğenmek bir yana, muhasebe duyguları içinde kendini levmetmeye duracaktır.”[13]
“Bu anlayıştaki bir insanın sevaplara yaklaşımı ise şu şekildedir: O, dağlar cesametinde sevaplar işlese, mesela İstanbul’un fethinin on katı denebilecek büyük fetih ve inkişaflara vesile olsa, yine de ‘Benim tarafımdan yerine getirildiğinden dolayı bu işte istenen seviye tutturulamadı. İhtimal benim yerimde aynı imkânlara sahip bir başkası olsaydı, çok daha büyük işler yapılabilirdi.’ yaklaşımı içinde meseleyi ele alır ve hep kendisine ait bir kısım eksikliklerin yaptığı hayır ve hasenatlara aksettiği mülâhazasıyla hareket eder.”[14]
“Gerçek dava adamı ve hakiki kul, dünya çapında başarılara muvaffak olsa da şöyle düşünür: ‘Benim yerimde bir başkası bulunsaydı, bu işin çehresi daha farklı olurdu; demek ki ben bu işin çehresini biraz kararttım.’ Diğer taraftan da şu mülahaza ile dolu bulunur: ‘Allah’ım, benim sa’y ü gayretime terettüp edecek neticeler varsa, onları bana gösterme; nefs-i emmâremin onlara bakıp gurura kapılmasına fırsat verme!”[15]
“Nefis tezkiyesine nâil olamamış bir insan, dine ve diyanete hizmet ediyor olsa bile, gurur, ucb ve riyaya düşmemek için çok temkinli hareket etmeli ve kendisinin de bir racul-ü fâcir olabileceğini düşünüp titremelidir. Hizmetlerinden dolayı asla şımarmamalı, gurura kapılmamalı ve kendisini emniyette saymamalıdır; aksine, Allah yolundaki mücahedesini tabii bir vazife, bir kulluk borcu ve o zamana kadar lutfedilen nimetlerin şükrü kabul etmelidir. Şahsı itibarıyla fısk u fücura açık olduğunu hep hatırda tutmalı, nefsi ile baş başa kaldığında her haltı karıştırabileceğine inanmalı; dolayısıyla her zaman Allah’a sığınmalı ve eksiklerine, kusurlarına, hatalarına ve günahlarına rağmen hâlâ imana hizmet dairesinde bulunuyor olmasını büyük bir arınma fırsatı olarak görmelidir.”[16]
Gülen’in duygu ve düşünce dünyasında özeleştiri
Nefis muhasebesi ve kendini tenkit Gülen’in duygu ve düşünce dünyasında merkezi bir konum işgal etmektedir:
“Ben hemen her gün kendimle yüzleşiyor, kendime göre üslûp hataları icat ediyor ve ‘keşke’den ‘keşke’ye sıçrayıp duruyorum.”[17]
“Nefis muhasebe ve murakabemi yaparken bazen oluyor ki tarifini yapamayacağım ölçülerde hayattan iğrenme geliyor içime. O zaman diyorum kendi kendime ‘Leş gibi bir hayat yaşamışız!’ Ardından hemen öbür tarafa gitme arzusu beliriyor; beliriyor ve ‘Al Allah’ım beni kurb-u huzuruna!’ dememek için kendimi zor tutuyorum; zira böyle söylemeyi saygısızlık olarak görüyorum. ‘Zaten burada tembel tembel yaşamışsın, bir de bu yanlışlığına başka yanlışları ilave etme’ diyorum kendi kendime. Fakat gel gör ki her zaman dengeyi koruyamıyor, öte tarafa olan şevk ve iştiyakımın önünü alamıyorum. Evet, insan abes yaşamamalı bu dünyada. Bir işe yaramalı dini adına, diyaneti adına. Başkalarının ebedî kurtuluşuna vesile olmalı. Milyonlarca, milyarlarca insan var ‘İnsanlığın İftihar Tablosu’nun mesajlarını bekleyen. Onların beklentilerini boşa çıkarmamalı, bekleyişlerinde inkisara uğratmamalı onları; acele davranmalı, âhesterevlik etmemeli.”[18]
“Eğer bu konuda yanlış bir iş yaparsak, emanete hıyanet etmiş olacağımızdan, hem bu dünyada hem de ahirette pişman ve mahcup oluruz. Hakkım ve haddim olmadığı hâlde çok erken bir dönemde daha askere gitmeden imamlık vazifesi yaptım. Daha sonra ise Cenâb-ı Hak vaizlik mesleğini nasip etti. Şu an geriye dönüp baktığımda, her gün olmasa bile belki haftada bir iki defa geçtiğim güzergâh ve o güzergâhta yaptığım hatalar aklıma geliyor ve kendi kendime, ‘Yazıklar olsun sana! İnsanlar kürsünün dibine kadar geliyor, orada oturuyor ve seni dinliyorlardı. Niye empati yaparak o insanların hissiyatını hesaba katmadın? Neden Hz. Mevlâna ve Hz. Yunus üslûbuyla o insanların ruhlarına girme yollarını araştırmadın? Niye balyoz ve tokmak gibi milletin kafasına inip kalktın? Sen sözlerinle olmasa bile vurgulamalarınla böyle bir algı oluşturdun.’ deyip kendimi kınıyorum. Bu mevzuda kendimi o kadar sorguluyor ve kendime o kadar ‘yazıklar olsun’ çekiyorum ki, bilemezsiniz. Zira bütün bunların hepsini Allah bana sorar. Der ki: ‘Ben, sana mihrap, kürsü imkânı verdim. Gelip saf saf önünde oturan insanların kalblerini sana yönlendirdim. Neden gönüllerine girmedin? Neden onlara İslâm’ı sevdirmedin? Neden onları Allah delisi, Peygamber delisi hâline getirmedin?’ Evet, ben şahsımdan misal verdim fakat böyle bir emaneti taşıyan her mü’min yarın ‘keşke’ dememek için mesuliyet ve taşıdığı emanet açısından çok hassas hareket etmek zorundadır.”[19]
“Ben hiçbir zaman başarılı olduğuma inanmadım. Hatta çok defa geriye dönüp baktım; bunca zaman o insanların zamanını almış, iğfal etmiş, kandırmış, vaaz u nasihat ediyorum diye zamanlarını çalmış, zamanlarını israf etmiş nazarıyla baktım kendime.”[20]
“Ben samimi olup olmadığım açısından kendimi sorguluyorum bu konuda. Bir beklentim yok. Allah’ın rızasının ötesinde de hiçbir mülahazam yok.”[21]
“Bir zaman, hadiselerin ve şartların tesirinde kalarak, sert ifadeler kullanmış, bugün benimsemediğim görüşler serdetmiş olabilirim. Bunlar için de Rabbimden bağışlanma dilerim. Yanlış yaptığımın yanlış olduğunu itiraftan çekinmediğim gibi, bana doğru gösterildiğinde ona tabi olmaktan çekinmem.”[22]
“Zaten beni meşgul eden hatalarım kusurlarım var. Birtakım vazife ve sorumluluklarım varken başkalarıyla uğraşmayı abes buluyorum.”[23]
“Ben, o Şubat endişesini taşıyordum. O mevzuda üslubumu kırdığım, çatlattığım da oldu. O günkü iktidara karşı endişe ediyordum. Genel tavırları itibariyle bu düşünceyi besliyorlardı. O düşünce, onların o tavır ve düşünceleri üstünde gelişiyordu. Ben o günkü tavırlarımı, davranışlarımı -kendime göre- saygısızlık sayıyorum, çünkü şimdiye kadar öyle konuşmadım, öyle düşünmedim. Ama o gün bir televizyon kanalında, ‘yüzlerine gözlerine bulaştırdılar’ gibi yakışıksız bir lafla meseleyi ifade ettim. Onlar, duyduğum endişenin ifadesiydi… Kaale almadılar, önemsemediler. Dahası, bu milletin gayretiyle bazı şeyler yapılıyor, belki bunları yıkmaya matuf kapı aralamalar da oldu. Bütün bunları değerlendirerek bu meseleyi izhar (açığa çıkarma) ettim. İsabet ettim veya hata ettim. İsabet etmişsem, milletime karşı bir vefa borcunu yerine getirdim.”[24]
“Karakterimi namusum sayarım. Karakterime kıymayı namusuma karşı tecavüz sayarım ben, karakterimdir o çok önemli. Konuşurken de, biriyle bir muhaverede bulunurken de, bir muamelede bulunurken de onu korumaya fevkalade hassasiyet göstermişimdir. Bazen irticalinin esnekliği içinde üslubuma riayet edememişsem inanın bana çok üzüntü duymuşumdur. Yani ‘Şu sözler benim karakterime göre uygun değildi, sana kıydım.’ demişimdir.”[25]
“İnsan, sevap zannıyla yaptığı bazı şeylere bile, hata olabilir nazarıyla bakmalıdır ki bu bir temkin yoludur. Yine bu çerçevede insan, bazen başkalarının ona karşı terslikleri için de, ‘İhtimal bu terslikler, benim bu mevzudaki bir hatamdan dolayı oldu.’ diyebilmelidir. Müsaadenizle, bu mevzuda kendime ait, hata zannettiğim bir olayı anlatmak istiyorum: Ben geçen Ramazanların birinde, önde gelen Müslümanlara, herkesin kendi hizmet çizgisindeki çalışmalarını takdirlerimi ifade eden, kendi el yazımla birer bayram tebriği gönderdim. ‘Bu Ramazan-ı şerifi bir kısım arkadaşlarla beraber yaşayıp idrak ettik. Füyûzâtlarından istifade etmek, vesâyetlerini kazanmak ve öbür âlemde şefaatlerine mazhariyetimizi sağlamak için, büyüğümüz falan falan şahıs –o grubun mânevî liderleri– için hep dua ettik. –Ki, bunda hiç mübalâğa etmiyorum; çünkü benim onlar için, ismen tasrih ederek ve vesâyetlerini talep ederek dua etmediğim gün yoktur– Bizler âciz, zayıf insanlarız; şu mübarek Ramazan Bayramı yaklaşırken, Allah’ın ulûfesine vesile olur mülâhazası ile bahtınıza düştüm, dua buyurunuz. Bu vesile ile bayramlarınızı tebrik ediyor, el ve ayaklarınızdan öpüyorum.’ dedim. İşin diğer bir yanı da, bu tebriklerden hiçbirini normal bir posta ile de göndermedim. Hayat-ı içtimaiyede yeri ve değeri olan bir insanın yanına iki kişi daha katarak bir heyetle ve doğrudan ellerine teslim etmek üzere gönderdim. Bunlardan sadece bir tanesinin, ‘Bilmukabele, falan kardeşimizin bayramını tebrik ederiz..’ cevabından başka, hiç mi hiç cevap alamadım. Ben aynı ifadeleri, onlar için yine kullanırım, ancak daha sonra düşündüğümde, böyle davranmakla hata ettiğimi anladım. Çünkü o insanların, bu mevzuda atılan adımlara mukabil adım atmamalarına ben sebebiyet verdim. Eğer bu insanlar kendilerini büyük görüyorsa –ki gayet tabiî büyükler– ve böyle bir diyalog arayışını ilk defa ben başlatıyorsam, onlara; ‘Senin başını aşkın işlere tevessül etmek sana mı düştü?..’ dedirtmemem gerekirdi. Ve bu işi, ben değil, onlar yapmalıydı. İşte bu girişimi, birilerinin sevap zannetmesi hiç önemli değil; ben buna bir hatadır diyor, Allah’tan af diliyorum.”[26]
Burada alıntıladığımız ve benzeri sayısız ifadelerinden anlaşılmaktadır ki; “İnsan, kendi ayıpları karşısında savcı, başkalarının kusurları karşısında da, onlar hesabına avukat olmalıdır.”[27] ölçüsünü ilke edinen, “kendisine karşı savcı, başkalarına karşı avukat” bakış açısına sahip olan ve bu bakışla kendisini daima bir savcı gibi kritiğe tabi tutan, en olumlu tavır ve hareketlerini bile defalarca özeleştiriye tabi tutan Fethullah Gülen kendisini eleştiriden muaf görmez. Bilakis samimi bir niyetle ve güzel bir üslupla yapılan faydalı eleştirileri memnuniyetle kabul eder. Hatta düşmanca yapılan saldırılardan bile özeleştiri için yararlanır:
“Bu hareket dünyanın değişik yerlerinde farklı görüşlere sahip insanlar tarafından tasvip edilmesine rağmen, Türkiye’de bazı kimseler karşı çıkmaya, sert davranmaya devam edince, kendi kendime belki yüz defa dedim ki; ‘Ya Rabbi, Türk milletinin adını, dilini, kültürünü dünyaya tanıtan bu önemli harekete eğer benim şahsımdan dolayı antipati duyuyorlarsa, benim canımı al ama bu harekete zarar verme.’ Benim milletime, dinime ve diyanetime hizmetten başka mülahazam olmadı. Bu hususu arz etme gereği duydum; çünkü, eğer bu hareket dünyanın değişik yerlerinde ve birbirine zıt, birbirinden çok farklı anlayışların hepsi tarafından makul ve makbul bulunuyor, ama sadece bir yerde tasvip edilmiyorsa, o zaman dönüp ya onları sorgulamak lazım ya da kendimizi… Başkalarını sorgulamaya kalkarsak, sorgulama alanını genişletme ve su-i zanlara girmiş olabiliriz. Bu konuda nefis muhasebesi yapmak daha mümince bir davranıştır. Eğer, kendi kusurlarımızdan dolayı yanlış anlaşılmış ve farklı algılanmışsak, demek ki suçlu biziz. Acaba bazı kimselerce neden bize karşı antipati duyuluyor diyerek, tavır ve davranışlarımızı yeniden gözden geçirmek lazım. Kimseyi suçlamak istemem; ‘herhalde üslup hatası yaptık’ derim.”[28]
“Bizi çekemeyen ve senelerdir aleyhimizde yazıp çizen insanlar var. Böyle bir durum karşısında bizim: ‘E ne yapalım, Allah onları öyle bir tabiatta yaratmış. Zaten biz ne yapsak bu adamları memnun edemeyecektik!’ şeklinde düşünmemiz doğru değildir. Böyle diyeceğimize şu şekilde düşünmemiz Kur’ân aklîliği ve Kur’ân mantıkîliğine daha muvafık düşer, zannediyorum: Acaba biz, bu insanların, insanî duygu ve düşüncelerini harekete geçirebilmek ve böylece onlarla belli bir çizgide uzlaşabilmek için alternatif bütün yolları değerlendirebildik mi? Acaba bu insanlara karşı bir üslûp hatamız oldu mu? Bir bilgeye giderek, bu durum karşısında onun düşünce ve tekliflerini aldık mı?”[29]
“Başkaları niye düşmanlık yapıyor, komplo kuruyor ve her fırsatta bu harekete dil uzatıyorlar? Burada biraz da kendimize bakmamız lazım. Acaba bizim usul hatalarımız mı, üslup hatalarımız mı var? Bize olan bakış; yanlış yaklaşımlarımızdan mı, ihmallerimizden mi, o insanları ‘karşı cephe’ olarak görmemizden mi kaynaklanıyor? Bunları düşünmeden, bir yönüyle kendimizle yüzleşmeden, kendimizi sorgulamadan, hemen insanları, kabahatlerinin mahkûmu haline getirmek doğru değil… Keşke o insanlar da bizim iyiliğimizi isteyerek, bizler için ‘daha iyi olsalar’ mülahazasıyla ve insafla, izanla neyimiz eksik ise onu söyleseler. Biz de kendimizi Allah karşısında hesaba çekerek, kendimizle yüzleşerek, ‘neyimiz eksik, bu mevzuda ne yapsak’ desek. Okuma mı, müzakere mi, mukayeseli okuma mı, fedakârlık mı, ne eksikse bunlar bize rencide etmeden, kırmadan söylense. Biz bu yaklaşımı, irşat sayarız. Eksikliklerimizi giderme adına, bu hareketin içindeki insanların eksikliklerini giderme adına bir irşat sayarız. Bize irşat adına elini uzatan insanların elini öperiz, çok rahatlıkla...”[30]
Gülen düşüncesinde ve aksiyonunda hayırhahlık
Gülen düşüncesinde ve aksiyonunda özeleştiri en temel bir unsur olarak yer aldığı gibi ayrıca hayırhahlık sistemi de mümkün mertebe işletilerek hata ve kusurları aza indirme ve telafi yoluna gayret edilmektedir:
“Kendi akıbetim hakkında olduğu gibi, kardeşlerimin akıbeti hakkında da korkuyor, ürperiyor ve en hayatî mesele olan ebedî saadeti yakalama mevzuunda birbirimizi teyakkuza davet etmenin gereğine inanıyorum.”[31]
“Herkesin bir hayırhâh edinmesi, kusurlarını düzeltmesi açısından çok tesirli çarelerden biridir. Kişi, samimî olduğu bir arkadaşına ‘Bende gördüğün her türlü yanlış ve eksikleri yüzüme karşı söylemen için sana yetki veriyorum.’ diyerek bir hayırhâhlık mukavelesi imzalıyor gibi birinin gözüyle kendini kontrol altına almalıdır.”[32]
“İzmir’e ilk gittiğim yıllarda Erzurumlu, hayatını Sünnet-i Seniyye çizgisinde sürdürmeye çalışan kıymetli bir arkadaşım vardı. Gözünün içine baktığınızda, onda size Allah’ı hatırlatabilecek mânâlar görürdünüz. Bu arkadaşıma bir gün şöyle bir teklifte bulundum: ‘Yanlışlarımı gördüğün zaman sen beni ikaz edeceksin. Senin bir yanlışın olduğu zaman da ben seni uyaracağım.’ Böylece çizgimizi bulma, Allah’ın bizi koyduğu yerde yörüngemizi takip etme ve yanlış yolda yürümeme adına birbirimize yardımcı olacaktık. İşte böyle bir mukaveleden sonra, namazın secde ve rükûlarında tesbihleri istenen seviyede söylememem karşısında bir gün yanıma geldi ve bana şöyle bir ikazda bulundu: ‘Falanlar gibi ne öyle namazı verip veriştiriyorsun. Allah’a en yakın olunan o hâli niye dolu dolu dua ile zenginleştirmiyorsun?’ Şimdi bakın, onunla bu konuda bir kardeşlik mukavelesi yapmış olmamıza ve bunu da benim teklif etmiş olmama rağmen kemal-i teessüfle itiraf etmeliyim ki, fren yemiş araba gibi sarsıldım. Ancak, Rabbime hamd olsun ki, hemen kendi içime dönerek: ‘Şimdi iradenin hakkını verme zamanı. Bu onun vazifesi olduğu için benim mukabelede bulunmamam gerekir. Zaten ben de bunu hak etmiştim. Namazda böyle bir hususa dikkat etmeliydim.’ dedim. Başka bir gün ben de bir hususta onu ikaz etmiştim. Zannediyorum o da aynı şekilde sarsılmıştı.”[33]
Gülen Hareketi gönüllüleri kendilerini hatasız ve kusursuz mu görürler?
Gülen’in ifadesiyle “Bu diriliş süvarileri, oturur-kalkar yaşatma zevkiyle soluklanır ve mefkûrelerini ifade adına hiçbir fedakârlıktan geri kalmazlar: Gerekirse diriltmek için ölür, güldürmek için ağlar, dinlendirmek için hamarat gibi çalışır ve çevresindekileri ebediyete uyarma yolunda dur-durak bilmeden hep koşarlar. Bunu yaparken de, ne yaldızlı takdirlere ne de insafsız tenkitlere önem verirler. Hayır, onlar, iltifat gördüklerinde vicdanlarının en derin yerinden kopan bir ‘estağfirullah’la mukabelede bulunur; tenkitleri de ‘eyvallah’larla karşılar, nefis muhasebesine vesile kılar ve yollarına devam ederler.”[34]
“Şüphesiz, bu mülahazalarla dolu olan bir insan, yapılan hizmetlerden dolayı nefsine hiçbir pay çıkarmaz, muvaffakiyetleri kendisine mal etmez. Hem hizmet edenlerle beraber bulunmayı hem de bu yoldaki başarıları Cenâb-ı Hakk’ın rahmetinin bir çeşit tecellisi ve ilahî merhametin farklı bir dalga boyu olarak değerlendirir. Hata ve günahlarına rağmen, daire dışına atılmamış olmayı, O’nun rahmetinin ve inayetinin enginliğine bağlar; dolayısıyla, O’na karşı saygısını her zaman yeniden gözden geçirir, daha bir aşk u iştiyakla hizmete koşar. Zira, ‘Onca günahıma ve şu perişan halime rağmen, beni bu kutlu insanların arasına dahil eden Rahmeti Sonsuz, demek ki dine hizmet sayesinde temizlenmem ve arınmam için bana fırsat veriyor!’ der. Sonra da, ‘Şu anda adanmış ruhların arasındayım ama yarın akıbetim nice olur bilemiyorum; öyleyse, yaptıklarımla şımarmamalı, asıl eda etmem gerekli olan vazifelere daha gönülden sarılmalıyım.’ düşüncesiyle sâlih amellere yapışır.”[35]
“Cenâb-ı Hakk’ın üzerimize yağmur gibi yağdırdığı nimetlerin farkına varmalı; bu cümleden olarak, bütün eksik ve kusurlarımıza rağmen dünyanın dört bir yanında müşahede ettiğimiz hüsn-ü kabulleri de ilahi ihsan bilmeli ve bu lütuflara karşı -Rasûl-ü Ekrem Efendimiz’in yaptığı gibi- şükürle mukabelede bulunmalıyız.”[36]
Bu ifadeler Gülen’in ve onun hizmet yolunu takip eden gönüllülerin duygu ve düşüncelerini anlatmaktadır. Diğer taraftan zaten insanoğlunun hatasız, kusursuz ve günahsız olmadığı/olamayacağı müsellem bir keyfiyettir. Ayrıca Gülen öğretisinde kişinin kendini dünyadaki en hatalı/günahlı kişi gibi görmesi ve kendine karşı hata araştıran bir savcı gibi devamlı otokontrol içinde bulunması bir esastır. Hatta en hayırlı/en faydalı faaliyetlerinde bile “acaba bunu yaparken hiçbir çıkar beklentisi olmadan halis bir niyetle mi yaptım” gibisinden türlü türlü nefis muhasebesi ile geleceğe yönelik faaliyetler için niyet duruluğuna ulaşmayı hedefleme, üzerinde önemle durulan bir husustur.
Buna rağmen bu hizmet gönüllüleri arasından bir kişinin veya bazı kişilerin hatalarının, bütün hareket gönüllülerine mal edilircesine medyada gündeme taşınması karşısında yapılan savunma eksenli açıklamalara ya da asılsız ithamlar ve iftiralar karşısındaki tavırlara bakıp “bunlar eleştiriye açık değiller, kendilerini hatasız ve kusursuz görüyorlar” yorumunu yapmak doğru bir değerlendirme olmayacaktır. Esasında bu savunma tavrı, bir kişiyi ya da hareketi savunmanın ötesinde dünya çapında insanlık yararına ortaya konulan hizmetleri savunma ve böylece hizmetlerin devamını sağlama gayesini taşımaktadır.
“Benim şerefim, onurum, haysiyetim artık bu hizmet ile bütünleşmiştir. Bundan böyle bana râci olan her şey, bu hizmet ve hizmet etrafında kümelenen insanlara râcidir.”[37] diyen Fethullah Gülen’in şu ifadeleri de Gülen ve hizmet gönüllüleri hakkında ortaya atılan itham ve iftiralar karşısındaki fevkalade hassasiyetin sebebini açıklamaktadır:
“Bir mü’min sadece kendisini alâkadar eden meselelerde elden geldiğince mülayim, şefkatli ve affedici olmalı; kötülükler karşısında her zaman sabırlı davranmayı, tahammül göstermeyi ve bağışlayıcı olmayı esas edinmelidir. Fakat, bugün ferdîlikten ziyade şahs-ı manevî ve heyet-i İslamiye söz konusudur. Her müslümanın tavır ve davranışının şahs-ı manevîye ve İslam’a mal edilmesi mevzubahistir. Şimdilerde tek ferdin yakışıksız bir hareketi bütün inananlara kredi kaybettirebilmektedir. Tutarsız davranışlar sergileyen bir insan, bütün müslümanları zan altında bırakmaktadır. Bu itibarla da, bir mü’min diğer inananları mahcup edebilecek hadiseler karşısında sessiz kalamaz; kendi haklarıyla beraber Allah hakkının ve toplum hukukunun da bahis mevzuu olduğu meseleleri sineye çekemez; tavzih, tashih ve tekzib adına ne gerekiyorsa yapmak mecburiyetindedir… İnsan, şahsı adına elden geldiğince hazm-ı nefsi esas almalıdır; fakat beraber anıldığı insanların ve toplumun hakları söz konusuysa, o zaman daha temkinli ve hassas davranmalı, ihkak-ı hak peşinde olmalıdır. …Dünyanın dört bir yanında hizmet eden insanların iffeti, ismeti, itibarı, halkın onlara olan teveccühü ve bütün bunların inkıtaa uğramaması çok önemlidir. Artık her birimizin hukuku, bir hukuk-u âmme haline gelmiştir. Bundan dolayı, sürekli yaptığım dualardan biri şu şekildedir: Allah Teâlâ benimle arkadaşlarımı, arkadaşlarımla da beni mahcup etmesin!..”[38]
Gülen Hareketi’nde teorinin pratiğe aktarılmasında eksik ve kusur yok mudur?
Esasen eleştiri ve özeleştiri, teorinin pratiğe aktarılmasındaki eksik ve kusurları tespit yoludur. Gülen düşüncesinde ve aksiyonunda özeleştirinin temel bir unsur olarak yer alması da eksik ve kusurları tespit ve telafi gayesine hizmet etmektedir:
“Şahs-ı manevînin bir ferdi diğer arkadaşlarına, ‘Başımızda şöyle bir musibet var. Acaba bu hangi mesâvîmize terettüp eden bir derttir? Hele gelin şurada bir saat istiğfar edelim; yeniden Allah’a müteveccih olup iman tazeleyelim. Galiba, bazı sebeplerde müşterek olarak kusurlar ettik; onları telafi etmenin bir yoluna bakalım. Sebepler dairesinde yaşıyoruz; esbab, izzet ve azametin perdesidir, Cenâb-ı Hak çok defa icraât-ı sübhaniyesini onlar vesilesiyle ortaya koymaktadır. Öyleyse, hangi sebepte kusurlu davrandığımızı belirleyelim ve hiç olmazsa bundan sonra aynı hatayı işlemeyelim!’ diyerek kendisiyle beraber bütün heyeti muhasebe ve murakabeye çağırabilir. Aynı zamanda, böyle hâlis bir niyetle yapılan muhasebe, geçmişi sorgulamak da değildir; maziden ibret almaktır. Bu itibarla, hata ve kusurları telafi etmek, geçmişten ibret almak ve ona göre geleceğe dair planlar yapmak, projeler oluşturmak kastıyla arz-ı hal ve vakayı rapor usûlüne başvurulabilir.”[39]
Ayrıca dünya çapında çok farklı kültür, örf, âdet ve gelenekten gelen milyonlarca insanın hepsinin aynı tarzda ve kıvamda olmasını beklemek, hele ki eksiksiz ve kusursuz olmasını ummak insan tabiatına aykırı bir beklenti olur. Bu harekete gönül veren milyonlarca insanın teoriyi pratiğe aktarması robotik bir tarzda aynı olmadığı gibi; eksiklikler ve kusurlar içermesi de gayet mümkündür. Bu gönüllü hizmeti herkes aynı ölçüde ve asıl çizgide temsil edemiyor olabilir. Bundan ötürü olumsuz veya kusurlu bir temsil gören ve hakiki hüviyeti bilmeyen biri bütünü o gördüğünden ibaret sanabilir. Bu da onu yanıltıcı bir algı ve yargıya sevk eder. Mesela baskı ve zorlama ile işler yapılan bir ortamda yetişen birisi bu harekete gönül verdikten sonraki hizmet faaliyetlerinde baskı ve zorlama yöntemini kullanıyorsa o şahsın bu hali harekete mal edilemez. Zira Gülen öğretisinde baskı ve zorlama değil, söz ile ikna ve hal ile sevdirme usulü esastır.
[1] “İnsaf”, Kırık Testi, 14.04.2008
[2] “Tenkit hastalığı ve sevgi okulları”, Kırık Testi, 14.03.2005
[3] “Teröre Girmiş İnsan Müslüman Kalamaz”, Zaman’da Nuriye Akman’la röportaj, 23.03.2004
[4] “Muhâsebe”, Sızıntı, 01.03.1992
[5] “Yüzleşme”, Kırık Testi, 01.08.2005
[6] “Övülme Tutkusu ve Karakteristik Narsistler”, Kırık Testi, 07.05.2007
[7] “Kirli Zihinler ve Dağınık Kalpler”, Kırık Testi, 04.07.2005
[8] “Muhasebe ve Hüsn-ü Zan”, Kırık Testi, 24.06.2002
[9] “Aradığımız Huzur ve Kendimizi Sorgulama”, Kırık Testi, 18.10.2010
[10] “Muhasebe ve istiğfar”, Kırık Testi, 05.11.2012
[11] “Aradığımız Huzur ve Kendimizi Sorgulama”, Kırık Testi, 18.10.2010
[12] “Nefsin Sorgulanması”, Kırık Testi, 30.03.2009
[13] “Kendini ifade etme arzusu”, Kırık Testi, 21.05.2012
[14] “Hata ve Kusurları Tespit Yolları”, Kırık Testi, 06.07.2009
[15] “Nefis, ikbal ve âhiret”, Bamteli, 25.06.2012
[16] “Nefis, ikbal ve âhiret”, Bamteli, 25.06.2012
[17] “Hatıralar İkliminde Küçük Bir Seyahat”, Sızıntı, Şubat 2006
[18] “Abes Yaşama”, Kırık Testi, 18.07.2003
[19] “Güzergâh emniyeti”, Kırık Testi, 09.01.2012
[20] “Muvakkat uzlet ve okuma programları”, Bamteli, 26.12.2011
[21] “Asker Olmak İstemiştim”, Milliyet’te Özcan Ercan’la röportaj, 05.04.1998
[22] “Show TV Ana Haber’de Reha Muhtar’la Kaset Komplosu Üzerine”, 22.06.1999
[23] “Demokrasiden Dönülmez”, Sabah’ta Nuriye Akman’la röportaj, 27.01.1995
[24] “28 Şubat Endişemi Dikkate Almadılar”, Milliyet’te Mehmet Gündem’le röportaj, 10.01.2005
[25] “Kendim Gibi Döneceğim!..”, Bamteli, 25.06.2008
[26] “Hataları aza indirme”, Kendi İklimimiz
[27] “Digergâm”, Ölçü veya Yoldaki Işıklar
[28] “Kendimizi İyi Anlatamadık”, Milliyet’te Mehmet Gündem’le röportaj, 19.01.2005
[29] “Aradığımız Huzur ve Kendimizi Sorgulama”, Kırık Testi, 18.10.2010
[30] “Helâk Olan Kim?”, Bamteli, 11.04.2011
[31] “Hatalara hayat hakkı tanımama”, Kırık Testi, 15.04.2002
[32] “Hatalarımız ve Perdeyi Yırtmamak”, Fikir Atlası
[33] “Aradığımız Huzur ve Kendimizi Sorgulama”, Kırık Testi, 18.10.2010
[34] “Diriliş Çağrısı ve Yaşatma Mefkûresi”, Kırık Testi, 29.05.2006
[35] “Dine Hizmet Eden Fâcir”, Kırık Testi, 10.12.2007
[36] “Sâlih Daire Nimeti, Şükür ve Sebât”, Bamteli, 12 Kasım 2012
[37] “Bir Kaderi Tecelli Karşısında Teessürlerimiz”, Prizma-2
[38] “Ne Kibir ne de Zillet, Mahviyet ve İzzet”, Bamteli, 27.06.2011
[39] “Kadere Taş Atma!..”, Kırık Testi, 05.05.2008
- tarihinde hazırlandı.