Lokman Hekim ve Kur’ân’da tıp
Soru: Kur’ân niçin Hazreti Lokman’ın hekimlik yönünü ele almamıştır? الْعِلْمُ عِلْمَانِ: عِلْمُ الْأَدْيَانِ وَعِلْمُ الْأَبْدَانِ “İlim iki türlüdür. Birincisi dinî, dünyevî ve uhrevî hayatımızı tanzim eden ilimler, ikincisi de beden sahasıyla ilgili ilimler.” sözüne göre tıbbın tafsilatlı olarak ele alınmayışının hikmeti ne olabilir?
Bazı meseleler vardır ki bunlar, doğrudan doğruya şeriatın konulmasında esas değildir. Şeriatın getirilişindeki temel hedef; dünyaya ait içtimaî hayatımızın düzene konması, ahiret yoluna girmemiz ve uhrevî hayatımızın teminat altına alınmasıdır. Dünyada böylesine düzenli bir içtimaî yapıya sahip olan bir cemaat, fünûn-u müspeteye (pozitif bilimlere) ait meseleleri, hiç olmazsa bunların bir kısmını fezlekeler hâlinde –Kur’ân’dan istifade etmek suretiyle– araştırıp bulacaklardır. Yani beşere, irade, düşünce ve idrak veren Allah (celle celâluhu); irade, düşünce ve idrakin bir hikmet-i vücudu olduğu hakikatini de beraber vermiş ve vaz’ etmiştir. Yani O, bize aklı verdiği gibi, meyelan ve meyelandaki tasarrufta da bir hareket alanı lütfetmiştir. Aklın ve iradenin bir hikmet-i vücudu vardır ve insan, aklını kullanarak, düşünerek bir şeyler yapmalıdır.
Onun için fert ve toplum hayatına dair bir kısım meseleler, şart-ı âdi plânında bizim sa’y ve gayretimize bırakılmıştır. İlâhî hükümlerden istifade etmek suretiyle icmalen Kur’ân’da ve Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) sözleri içinde beyan edilen hususları ve çekirdekleri nemalandırma, bizim irademize verilmiştir. Bu cihetten ötürüdür ki, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) Medine’yi teşriflerinde, hurma ağaçlarının aşılandığını görünce, bu mevzuda ashabını irşat etmek için “Belki böyle yapmasalar da netice müspet olur.” buyururlar. Sahabe de hurmaları aşılamaktan vaz geçer. Ancak hurmalar iyi olmaz. Bunun üzerine sahabe-i kiram, “Ya Resûlallah, aşılamadık. Hurmalar iyi olmadı.” derler. Allah Resûlü cevaben, “Siz, dünyaya ait işlerinizi daha iyi bilirsiniz.” buyurmak suretiyle, fikirlere ve tecrübelere saygılı olma dersini verir.[1]
Bu, “Siz bilirsiniz, ben bilmem.” demek değildir. Bunun mânâsı şudur: Sizler dinin temel disiplinlerine aykırı olmamak kaydıyla dünya işlerine ait konularda tecrübelerinize göre hareket edebilirsiniz. Zira kıyamete kadar Cenab-ı Hakk’ın yaratmasıyla ve Efendimiz’in talim ve tebliği içinde insanoğlu, iradesini kullanarak öyle ufuklara ulaşacaktır ki, Saadet Asrı’ndaki o çok dikkatli, çok mümtaz, çok vasıflı cemaat olan ashab-ı kiram dahi onların çok azını bilebilecektir. Bu bilmeme ifadesi, onlara –hâşâ– cehalet isnadı mânâsına gelmemelidir. Bunun mânâsı şudur: Şu anda meyve vermiş, ilmî, fennî ve teknik olarak çok meseleler, bir anlamda o günün insanının rüyasında dahi aklının köşesinden geçmiyordu. Öyle ise Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu sözüyle âdeta şöyle diyordu: “Netice itibarıyla siz, yani Müslümanlar, dünya işlerini daha iyi bilirsiniz, daha iyi bileceksiniz. Zira siz bu hususların inkişaf etmişleriyle bir gün karşılaşacaksınız.”
İnsanlar, Efendimiz’den (sallallâhu aleyhi ve sellem) herhangi bir şeyi daha iyi bilemez; bilebileceği düşüncesini biz şiddetle reddederiz. Fakat inkişaf etmemiş bir şeyle inkişaf etmiş bir şeyi birbirinden ayırmak ilmin gereğidir. Öyle ise deriz ki tıbba, koruyucu hekimliğe, hastalıklara ve şifalarına ait bir kısım meseleler nüveler hâlinde Kur’ân-ı Kerim’de vardır. Ancak bunlar sadece düşündürücü ve araştırmaya sevk edici çekirdekler mahiyetindedir. Bunların inkişafları, çalışa çalışa hususiyle asrımızda bilgisayarlarla, ilim ve teknik mevzuunda meydana gelmiş âlât ü edevatla daha iyi meydana çıkarılacak ve bütün açıklığıyla görülecektir. İşte bunu sahabe görmemiş olabilir.
Soruda bir de الْعِلْمُ عِلْمَانِ: عِلْمُ الْأَدْيَانِ وَعِلْمُ الْأَبْدَانِ sözünden hareketle Kur’ân’da tıbbın ele alınmayışının hikmeti soruluyor. İmam Şafiî’ye isnat edilen[2] bu söz, “İlim iki türlüdür. Birincisi ilm-i edyân (dinî, dünyevî ve uhrevî hayatımızı tanzim eden ilimler), ikincisi de ilm-i ebdân (beden sahasıyla ilgili ilimler).” mânâsına gelir. Kur’ân-ı Kerim’de, az önce de ifade ettiğimiz gibi, tıp ilmi ele alınmamış değildir. Tıp, inkişafı ileride beşerin idrak, irade ve anlayışına bırakılarak çekirdekler hâlinde ele alınmıştır.
Ayrıca mevzuyla alâkalı şu hususu da arz etmek yararlı olur: Tıp ilminin de diğer ilimler gibi çocukluk, delikanlılık, yaşlılık gibi çeşitli devreleri vardır. Şimdi Kur’ân-ı Kerim, Endülüs’te kurulan tıp mekteplerinin geliştirdiği tıptan mı, Bağdat’ta geliştirilen tıptan mı, yoksa yirminci asırda “Bulduğumuz her şey, karşımıza, bulmadığımız yirmi mesele çıkarıyor.” diyen tıptan mı bahsetseydi? Şayet Endülüs ve İbn Sina devrinde gelişen tıptan bahsetseydi, biz onları yirminci asırda rafa konmuş meseleler olarak görecek ve bu mevzudaki tafsili fazla bulacaktır. Hâlbuki Kur’ân’ın bu mevzudaki icmalinde, ifadelerinin kısa oluşunda, nüvelerden bahsedişinde öyle bir ihtişam vardır ki, hangi devrin başına şemsiye olsa onun güneşini keser ve her devir ondan istifade edebilir.
İşte sehl-i mümteni olan Kur’ân beyanı, bu yönüyle icmalinde büyük tafsil getirmiştir. Şayet Kur’ân, bizim devrimizdeki tıptan bahsetseydi, bizim devrimiz sağlam kaidelere oturmuş, sabit kanunlar getirmiş bir tıp devri olmadığından bu, eksik bir anlatım olacaktı. Dün kanser hakkında “Bu, bir hücre anarşisidir.”, ertesi gün ise “Bu, virütik bir şeydir.” dediler. Yarın da belki “Bu, ağzınıza taktığınız dişten veya teneffüs ettiğiniz caddelerdeki katrandan, ziftten, yahut egzoz borularından çıkan dumandan oluyor.” diyeceklerdir.
Binaenaleyh her devirde kemale doğru giden ve tekâmül eden tıp, değişip durduğu müddetçe bunu herhangi bir sabit kanunla ifade etmek mümkün değildir. Öyleyse meseleyi nüvesine ve çekirdeğine indirme, en büyük ve en ihtişamlı bir tafsil sayılır ve sayılmalıdır da.
[1] Müslim, fezâil 141. Ayrıca bkz.: İbn Mâce, ruhûn 15.
[2] Aclûnî, Keşfü’l-hafâ 2/89.
- tarihinde hazırlandı.