İlâhî İnayet ve Devamı
Cenâb-ı Hak, inayetiyle içte ve dışta insanımıza pek çok hizmet imkânı bahşetti. Milletimize hizmette bu ilâhî inayet ve bereketin kesilmemesi için neler tavsiye edersiniz?
Evet, herhâlde hepimiz de farkındayızdır; dün şurada burada dolaşıp dururken, Allah hepimizi aldı ve inayet ü keremiyle belli bir noktaya ulaştırdı. Her şeyden önce, bunun böyle kabullenilmesi ve inayet altında bulunduğumuzun idrak edilmesi gerekiyor. Belli bir dönemde bu işi samimiyetle, ihlâsla başlatan zatlar oldu. Şimdi bize düşen şey de, onlardan tevarüs ettiğimiz bu hamuleyi, yine aynı samimiyet ve hüsnüniyetle alıp devam ettirmek olmalıdır.
Bu gerçeği böylece tespit ettikten sonra, şimdi de üzerimize sağanak sağanak yağan ilâhî inayet ve bereketin kesilmemesi adına, bugüne kadar çok yerde söylenip yazıldığı üzere, kısaca şunları ifade etmekte yarar var:
1. Yapılan bu işlerde, şahsen en ufak bir dahlimizin olmadığına nefsimizi ikna etmeliyiz. Evet, hemen her şeyin Cenâb-ı Hakk'ın lütfu, bereketi ve inayetiyle olduğunu kabul etmeli ve böylece hem şirkten kurtulmalı hem de bencillik adına nefsimizin içimize pompalayacağı vehimlerden uzak kalmalıyız.
2. Bunun da ötesinde, "Bu işin içinde biz olmasaydık ihtimal bu iş, daha hâlis insanlarla temsil edilirdi ve bu sayede şimdiye kadar olanından çok daha büyük mesafeler alınmış olurdu." diye düşünmeli ve "Cenâb-ı Hakk'ın inayeti, menbaından geldiği gibi hizmete aksetmiyor, bizim benliğimize, nefsanîliğimize ait birtakım kötülüklere çarpıp kırılıyor, dolayısıyla da, bugüne kadar varmamız gereken noktanın çok gerilerinde kalınıyor." demeliyiz.
Eskiden bize şöyle anlatılırdı: Ömrünü hakikate adamışlardan birinin yanına bir şahıs gelince, "Arkadaş, kaç insanın kâtilisin?"; yani, "Kaç insan sana takılıp kaldı da hakikati bulamadı?" diye sorarlarmış. Günümüzün adanmış ruhları da bu endişeyi her zaman ruhlarında taşımalı ki, ilâhî inayet kesilmesin.
3. Yaptığımız işler ve elde edilen başarılar ölçüsünde mahviyet ve ibadetlerimiz artmalıdır ki, kendi kendimizin altında kalıp ezilmeyelim. İmam Rabbanî, bir yerde kendine köpek pâyesi bile vermez; hatta, eşek bile olmadığını söyler. Bu mülâhaza ruhlarımızda perçinlenmeli ve her zamanki hâlimiz olmalıdır. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), sabah-akşam duaları arasında ve başını tevbe için secdeye koyduğu anlarda:
يَا حَيُّ يَا قَيُّومُ بِرَحْمَتِكَ أَسْتَغِيثُ أَصْلِحْ لِي شَأْنيِ كُلَّهُ وَلاَ تَكِلْنيِ نَفْسيِ طَرْفَةَ عَيْنٍ
"Yâ Hayyu yâ Kayyûm, Senin rahmetini dilerim. Bütün ahvâlimi ıslah eyle ve göz açıp kapayıncaya kadar olsun beni nefsimle başbaşa bırakma!" der ve dua dua yalvarırdı. Biz de bu duayı çok tekrar etmeli ve bir an için olsun nefsimizin insafsızlığıyla baş başa kalmamalıyız.
4. Yukarıda ifade edildiği gibi, her eksikliği kendimizden bilmeli, nefsimizi hizmetlerin önünde bir mânia olarak görmeli ve her muvaffakiyeti ekstra bir ilâhî ihsan kabul etmeli ve Allah'a vermeliyiz. Karun, üzerindeki nimetleri kendinden biliyor ve "Bunlar bana ilmimden dolayı verildi." (Kasas sûresi, 28/78) diyordu. Bütün Karunlar, Firavunlar da hep böyle demişlerdir. Ancak bütün peygamberler ve Peygamberimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem): "Ben, nefsim adına menfaat ve zararın en küçüğüne bile sahip değilim."[1] inancı içinde olmuşlardır. Evet, "Bildim, yaptım, tuttum, çattım." düşüncesi, firavunca bir düşüncedir.
Bakın! Bir insanın, sizin vasıtanızla hidayete ermesi, sizin için sahra dolusu kızıl develerden daha hayırlıdır; Efendimiz, böyle buyuruyor. Eğer, sizin elinizle, vasıtanızla bir milyon insan hidayete erse ve sonra da, siz bunu kendinizden bilseniz, bir milyon insanın hidayeti sizin Cennet'e girmenize değil, ihtimal Cehennem'e gitmenize sebep olabilir. Kur'ân-ı Kerim'in bu husustaki beyanı açıktır: "O ki, sizi ve yaptıklarınızı yaratan Allah'tır." (Sâffât sûresi, 37/96) buyurur. Öyleyse, nedir hayırlardan hissemize düşen şey? Hissemize düşen şey, ancak aczimizdir, fakrımızdır; evet biz aczimizle O'nun kudretine, fakrımızla gınâsına yol bulur ve şükürle gerilip şevkle hizmetimize devam edersek, bu mazhariyetler de sürer gider.
5. Hayatımızdaki her hayır ve muvaffakiyetin Allah'tan olduğunun şuur ve idraki, O'nu anlatma cehdimiz ve kıskançlığımızla kendini gösterir. Riyanın gizlileri de vardır; meselâ bazen, "Şuna da muvaffak kılındık; Allah aczimizden bize bunu da yaptırdı." der ve gizli gizli riya sergileriz. Zaman zaman yanıma gelenler oluyor ve "Şu kadar arkadaşla şunu okuduk; şu kadar entel insan sohbetimize devam ediyor." gibi sözlerle, hep kendilerini anlatıyorlar. Hâlbuki biz, daima Allah'ı anlatmalıyız, anlatmalı ve bu hususta çok kıskanç olmalıyız.
Hani, afacan çocuklar çok sevilir. Bir yerde çocuklardan bahsedilirken, biz de hemen bir girizgâh bulup, çocuğumuzu anlatmak isteriz. Bazen, yazımızın, beyanımızın, talâkatimizin güzelliğini anlatmak için fırsat kollarız. Bunlar bizim için yakışıksız şeylerdir. Hatta bazen münasebetsiz de sayılabilirler. Oysaki biz, her fırsatı değerlendirip mutlaka Allah'ı anlatmalıyız. Bir yerde, vefadan ve vefalı arkadaşlardan mı bahsedildi; hemen söze girmeli ve "Allah'tan daha vefalı, daha sadık dost mu olur?" deyip, Allah'ı anlatmalıyız. Yine, hakka riayetten ve hakkın yerine getirilmesinden mi söz ediliyor; hemen, "Eğer, hakkı yerine getirilmesi gereken biri varsa, o da, bizi yokluktan varlığa çıkaran, varlıkta bırakmayıp canlı yapan, canlılıkta bırakmayıp insanî seviyeye i'la eden, sonra da mü'min kılma lütfuyla şereflendiren, bununla da kalmayıp, iman ve Kur'ân hizmetinin içine çeken Allah'tır." demeli ve Allah (celle celâluhu) dururken, başkalarının anlatılması karşısında olabildiğince kıskançlık duymalıyız. Hele, biri kalkıp da, "Umumî programda konuştum, halk coştu ve şu şu tekliflerde bulundu." derse, orada hasta olacak ölçüde rahatsızlık duymalı ve "Şuna bak, Rabbimden bahsedeceğine kendinden bahsediyor." diye için için kıvranmalıyız.
Evet, Allah'ın nezdindeki yerimizi öğrenmek istiyorsak, Allah'ın nezdimizdeki yerine bakmalıyız. O'na ne kadar alâka duyuyoruz, O'nunla nasıl bir irtibat içindeyiz, işte sürekli bunu kontrol etmeli ve hep tetikte olmalıyız.
İşin doğrusu eğer, O'nunla irtibatımız sağlamsa, her girizgâhı değerlendirip O'na ve O'nu anlatmaya bir yol bulacak ve dolayısıyla da sadece O'nu görecek, O'nu bilecek, O'nu düşünecek, O'nunla oturup kalkacak, gözlerimizi O'nun için açıp kapayacak ve O'ndan başka bütün mülâhazalara kapanacağız.
6. Tevfik ve inayet-i ilâhînin en büyük bir vesilesi de vifak ve ittifaktır. Allah'ın tevfikine ermek, bir sermaye ister ve bu sermaye de, kolektif şuur içinde vifak ve ittifakın korunması, ayrılık ve gayrılıklara düşülmemesidir. Bir ve beraber olduğumuz zaman, gözlerin görmediği, kulakların işitmediği, beşerî tasavvurları aşan lütuflara mazhar olur ve Kafdağı'ndan ağır yükleri taşıyabiliriz. Aksine, vifak ve ittifakımız bozulup, sadece etrafımızda toplanmış üç-beş hempamızla kaldığımızda; evet, böyle bir zamanda, ne denli gayret gösterirsek gösterelim, vifak ve ittifak içinde olmayınca, esas kuvvet kaynağımızı dinamitlemiş ve inayet-i ilâhînin kesilmesine de sebebiyet vermiş oluruz. Bu bakımdan, bütün cehd ve gayretimizi, bir demir, bir kurşun gibi, ‘bünyân-ı mersus' olma keyfiyetini koruma yolunda kullanmak mecburiyetindeyiz. Kur'ân: "Allah'ın eli, onların elleri üzerindedir." (Fetih sûresi, 48/10) ferman etmektedir. Bu açıdan da, cemaate gelen lütufların, bütün insanlığı irşad etme istidadındaki kutup, gavs ve ferd-i feridlerin bile mazhar olamayacağı buudda olduğunu zannediyorum.
İnsanlık zor; kulluk ondan da zor bir iştir. Ahir zamanda büyük bir misyonu eda etme mecburiyeti ise, hepsinden daha zordur. Biz zora talibiz. Dağların, göklerin yüklenmekten kaçındığı bir zorluğu, yani benlik ve iradeyi yüklenmişiz ve bu benlik ve irademizi de, bu zorları başarmakta kullanmak için Allah'ın havl ve kuvvetine sığınmak suretiyle güçlendirecek ve değerler üstü değerlere ulaştıracağız.
- tarihinde hazırlandı.