Gösterişli İftar Programları
Soru: Son senelerde Ramazan-ı Şerif denilince gösterişli iftar sofraları ve şölen edalı programlar akla gelir oldu. Fakat Ramazan’la alâkalı bazı yazılarda biraz daha sükûnet, derinlik ve incelik ufku gösteriliyor. Kurbetimize vesile olması için Ramazan şölen gibi mi yaşanmalı yoksa sükûnet içinde içe dönük olarak mı?
Cevap: İnsan, şahsî hayatı adına gösterişsiz, âlâyişsiz, tevazu ve mahviyet içinde olmayı tercih etmelidir. Onu dışarıdan görenler, varsın yıkılıverecekmiş gibi görsünler. Ne var ki o, iç dünyası itibarıyla öyle bir mukavemet taşımalıdır ki –muhal farz– göklerin bir tabakası parçalanıp üzerine düşse, o yine de yerinde sabitkadem durabilmelidir. Hem ruhî yanı hem de latîfe-i Rabbaniyesi itibarıyla öyle sağlam durmalıdır. Bizim için esas olan budur. Sultan Ahmet’in, kendi adını verdiği cami yapılırken eteğinde taş taşıyarak, “Allahım! Ahmetçiğinin bu küçük hizmetini kabul buyur!” dediği gibi, biz de iç dünyamız itibarıyla fevkalâde mütevazi oluruz. Cihanları yerinden oynatacak çok önemli işlere vesile olsak bile nefsimize böyle bakarız. “Nefis cümleden ednâ, vazife cümleden âlâ!”[1] düşüncesi bizim için esastır. Şahsî hayatımız adına davranışlarımız hep bu yörüngede cereyan etmelidir.
Fakat birilerine bizim duygu ve düşünce dünyamızı tanıtmayı düşünüyorsak, burada daha farklı bir metot takip etmeliyiz. Onları kendi dünyamızla tanıştırmadan önce bizim onların dünyasına belki bir adım atmamız gerekir. Henüz tevazu, mahviyet, hacalet, bir tas çorbayla karnını doyurma sadeliği, birkaç kuru hurmayla yetinme kanaati gibi değerlerle tanışmayan insanlara bu argümanlarla gitmek belki ters etki yapabilir. Onun için, bu insanları çadırda değil de bir merkezde ağırlamak, onlara bir akşam yemeği yedirmek ve size ait güzellikleri orada sergilemek gerekebilir. Burada bir yönüyle sosyal olup kendinizi ifade edebilme hususu öne çıkmaktadır.
Evet, bu insanlara bu yollarla bir şeyler anlatabileceksek, defalarca yemek de yedirilse, defalarca şölen de tertip edilse, defalarca gezi de düzenlense değer. Şayet bunları yaparken milli ve manevi değerlerimiz hesabına bizi dinlemelerine bir kapı aralığı yakalarsak, mutlaka bu durumu değerlendirmeli ve ruhumuzun ilhamlarını sinelerine boşaltmayı ihmal etmemeliyiz.
Hâsılı, şahsımız itibarıyla tevazu, mahviyet, hacalet, benlikten sıyrılma önemli birer esas olmalı ama değerlerimizi başkalarına duyurma meselesine gelince, orada şartlara göre ne yapılması gerektiği çok iyi tespit edilmeli ve gerekirse Ramazan-ı Şerif bir şehrayin havasında geçirilmelidir.
[1] Bkz.: Bediüzzaman, Şuâlar, s.424 (On Dördüncü Şuâ).
- tarihinde hazırlandı.