Teoriden pratiğe iman-salih amel münasebeti (1)
Müzakere Çizgimizi Hecelerken'de ilahiyatçı Cemal Türk ve Abdullah Şeref, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin perspektifini ve Hizmet'in ilham kaynaklarını yorumluyor. Fethullah Gülen Hocaefendi'nin imanda derinleşip marifeti tabiatımızın bir derinliği haline getirmenin önemi ve metotları hakkındaki düşünce ve deneyimleri analiz edildi.
İslâm'ın biri itikat, diğeri de bu itikadın amelî ciheti olmak üzere iki yönü vardır. İtikat; İslam'ın temel iman esasları olan, Allah'a, meleklere, kitaplara, peygamberlere, ahiret gününe ve kadere inanma demektir. Bundan başka İslâm'ın bir de amelî ciheti vardır ki, ibadet ü taat ve evrad ü ezkar bu kategori içine girmektedir. İtikada ait meseleler, İslâm'ın kökü, ibadete müteallik hususlar ise dalları ve semereleri hükmündedir.
İbadet, bütün güç ve kuvveti ile itikada ait meselelerin blokajı ve onları inkişaf ettiren fakülteleridir. Zira dini hayatın kaymalardan korunması ve kollanması ancak ibadet ü taatle mümkündür. İnsan, ibadet ü taat olmazsa, kendi tabiatıyla bütünleşemez ve bunun neticesinde onun için, her zaman bir kısım değişik inhiraf noktalarından kaymalar söz konusu olabilir.
İbadet ü taat, insanda ikinci bir fıtrat meydana getirir ve işte bu ikinci fıtrat, insanın gerçek kimliğini oluşturur. Günümüzde eksikliği ciddî şekilde hissedilen bu durum, çok yaygın olarak kimlik arayışı veya kimlik bunalımı şeklinde kendini hissettirmektedir. Zannediyorum bizler, gerçek kimliğin ne olduğunu da bilmemekteyiz. Bir mü'min için kimlik, akide ile alâkalı manzumeyi olduğu gibi kabul etmek, ibadet ü taatla bütünleşmek ve muamelatını da tarihten gelen sâbit şekliyle yerine getirmektir. İşte ibadet ü taat sayesinde inanılan bu nazari hakikatler, doğrudan doğruya pratiğe dönmekte ve dolayısıyla da insan tabiatıyla bütünleşmektedir.
İnsan, nazarî olarak inanılması gerekli olan bir kısım hakikatleri kabul edebilir. Ancak, ister ilim adına yapılan araştırmalarda, isterse inanç ve ibadet dünyasıyla alâkalı hususlarda olsun, mârifetullah ufkuna ulaşmak nazarî akılla değil; amelî akılla mümkün olacaktır. Zira insan, inancını ancak ibadet ü taatla tabiatının bir parçası ve derinliği hâline getirebilir. Bu sebeple ibadet ü taat yapmayan bir insanın inancı sığdır ve böyle bir insan her an inhiraf etmeye mahkûmdur.[1]
* * *
İnsan, cismen küçük, zayıf ve âciz olmakla beraber, hayvanattan addedildiği halde, pek yüksek bir ruhu taşıyor. Ve pek büyük bir istidada mâliktir. Ve hasredilmeyecek derecede meyilleri vardır. Ve gayr-ı mütenahi emeller sahibidir ve addedilemez fikirleri vardır. Ve gayr-ı mahdud şeheviye ve gadabiye gibi kuvveleri vardır. Ve öyle acaip bir yaratılışı vardır ki, sanki bütün envâ ve âlemlere fihriste olarak yaratılmıştır.
İşte, böyle bir insanın o yüksek ruhunu inbisat ettiren, ibadettir. İstidatlarını inkişaf ettiren, ibadettir. Meyillerini temyiz ve tenzih ettiren, ibadettir. Emellerini tahakkuk ettiren, ibadettir. Fikirlerini tevsi' ve intizam altına alan, ibadettir. Şeheviye ve gadabiye kuvvelerini had altına alan, ibadettir. Zahirî ve bâtınî uzuvlarını ve duygularını kirleten tabiat paslarını izale eden, ibadettir. İnsanı, mukadder olan kemâlâtına yetiştiren, ibadettir. Abd ile Mâbud arasında en yüksek ve en lâtif olan nisbet, ancak ibadettir. Evet kemâlât-ı beşeriyenin en yükseği, şu nisbet ve münasebettir. İhtar: İbadetin ruhu, ihlâstır. İhlâs ise, yapılan ibadetin yalnız emredildiği için yapılmasıdır.[2]
* * *
Kur’ân-ı Kerim, hemen her zaman, imanın ardından amel-i sâlihi zikreder, bir rükn-ü aslî olan tasdîk-i kalb bâtınının yanında “a’mâl bi’l-erkân” zâhirini hatırlatır ve iç-dış münasebetlerimizi sağlama bağlama hususunda sık sık tenbihte bulunur.
Bazı örnekler:
الم * ذَلِكَ الْكِتَابُ لاَ رَيْبَ فِيهِ هُدًى لِلْمُتَّقِينَ* الَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ وَيُقِيمُونَ الصَّلاَةَ وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَ
Elif, Lâm, Mîm. * İşte Kitap! Şüphe yoktur onda. Rehberdir müttakîlere! * O müttakiler ki görünmeyen âleme inanırlar. Namazlarını tam dikkatle ifa ederler. Kendilerine ihsan ettiğimiz nimetlerden hayır yolunda infak ederler. (Bakara sûresi, 2/1-3)
* * *
وَمَنْ أَحْسَنُ قَوْلاً مِمَّنْ دَعَا إِلَى اللهِ وَعَمِلَ صَالِحًا وَقَالَ إِنَّنِي مِنَ الْمُسْلِمِينَ
Allah yoluna çağıran, Salih amel işleyen ve “Ben müslümanlardanım” diyen kimseden daha güzel söz söyleyen kim olabilir?” (Fussilet sûresi, 41/33)
* * *
إِنَّ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ وَأَقَامُوا الصَّلاَةَ وَآتَوُا الزَّكَاةَ لَهُمْ أَجْرُهُمْ عِنْدَ رَبِّهِمْ وَلاَ خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلاَ هُمْ يَحْزَنُونَ
İman eden, Salih amel yapanların, namazı hakkıyla ifa eden, zekât verenlerin...İşte onların, Rab’leri nezdinde mükâfatları vardır.Onlar için hiçbir korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir. (Bakara sûresi 2/277)
* * *
إِنَّ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ سَيَجْعَلُ لَهُمُ الرَّحْمَنُ وُدًّا
İman edip, Salih amel yapanları Rahman, (hem Allah, hem de mahluklar nezdinde) sevimli kılacaktır. (Meryem sûresi, 19/96)
* * *
وَالْعَصْرِ *إِنَّ الإِنْسَانَ لَفِي خُسْرٍ* إِلاَّ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ وَتَوَاصَوْا بِالْحَقِّ وَتَوَاصَوْا بِالصَّبْرِ
Yemin ederim zamana:* İnsanlar hüsranda.* Ancak şunlar müstesna:İman edip Salih amel yapanlar, bir de birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler. (Asr sûresi, 10/1-3)
* * *
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اتَّقُوا اللهَ وَلْتَنْظُرْ نَفْسٌ مَا قَدَّمَتْ لِغَدٍ وَاتَّقُوا اللهَ إِنَّ اللهَ خَبِيرٌ بِمَا تَعْمَلُونَ
Ey iman edenler! Allah’ın azabına mâruz kalmaktan korunun. Herkes yarın âhireti için ne gönderdiğine dikkat etsin. Allah’ın azabına dûçar olmaktan korunun. Çünkü Allah yaptığınız her şeyden haberdardır. (Haşr sûresi, 59/18)
* * *
İslâm’ın kökleri, zaman-mekân üstü sonsuzluk; muhatabı, gökler ve yer vüs’atinde mânevî genişliği olan insan kalbi; hedefi de, dünya ve ahiret saadetidir.
İslâm, ezelden ebede uzanan sırat-ı müstakîmin adı ve yeryüzünde insanların en şereflisinin (s.a.s) kalbinden başlayarak bütün gönüllerin fethedilmesi ve herkesin “ebed” arzusunun gerçekleştirilmesi için gönderilmiş semavî bir nizamın unvanıdır.
İslâm, arza otağını kurduğu günden itibaren bütün gücüyle kalblere yönelmiş, gönülleri fethetmeye çalışmış, her vicdana kendi resmini çizmiş, sonra da hayatın bütün birimlerine yürümüştür. Öyle ki, onun sinelerdeki derinliğiyle hayatın her faslı üzerindeki tesiri arasında hemen her zaman bir tenasüp söz konusu olagelmiştir. Onun ruhlarda kabul görmesi ne kadar derin ve köklü ise, hayatımızdan taşan ve çevremizde mâkes bulan tesiri de o kadar aşkın ve o kadar kalıcıdır. Hatta diyebiliriz ki, İslâm adına çevremizde uyanan arzular, iştiyaklar, kabuller tamamen bu iç resmin derinliği ve ihatasıyla mütenasip olarak gerçekleşmektedir. Yani insan derûnundaki bu ilk kabul ne kadar derinse, çevredeki tesiri de o kadar güçlü olmakta ve toplumun ahlâkî, iktisadî, siyasî, idarî ve kültürel hayatı da her zaman bu iç iz’ana göre birer yön takip etmektedir. Evet, toplum her yönüyle ondan önemli çizgiler taşımakta; sanat, edebiyat, bu iç muhtevanın renkleri, desenleri şeklinde dışarı vurmakta, her yerde varlık ve eşyanın satırları arasında o iç muhtevanın sesi, soluğu, şivesi duyulup hissedilmekte, görülen görülmeyen her şey, bize sessiz-sözsüz o iç muhtevanın lisanıyla duyulmadık besteler sunmaktadır.
Kalblerin fethinde anahtar kelime “Lâ ilâhe illallah, Muhammedün Resûlullah” cümlesidir. Öyle ki, İslâm’a göre inanmaya ait bütün husûsiyetler, bir hakikatin gaye-vasıta iki ayrı yüzünden ibaret sayılan bu iki cümlecik üzerine temellendirilir; iman “şecere-i tûbâ”sı bu çekirdekten neş’et eder ve mârifet meyveleriyle insanın his, şuur, idrak ufkunu sarar ve sonunda bütün bilmeler, mârifetler bir iç hamle, iç duyuş ve sezişle aşka, iştiyaka, tutkuya dönüşerek o insanı dört bir yandan kuşatır ve onda vicdan eksenli yeni bir oluşum meydana getirir ki bu, o âşık ve müştak insanın her tavrında kendini hissettirir. Onun ibadet ü taati bu alâka ve irtibattan, bu aşk ve iştiyaktan çizgiler taşır; beşerî münasebetleri bu ledünniliğin akisleri hâline gelir, topyekün içtimaî, iktisadî, siyasî, idarî hamleleri bu “ilel-merkez” güç etrafında döner durur.. sanat faaliyetleri ve kültürel aktiviteleri bu iç dinamikle şekillenir, inkişaf eder ve tamamen kalbin rengiyle, şîvesiyle ortaya çıkar. Şayet ortaya çıkan bu sanat ürünü, bir kitap, bir resim, bir şiir ya da bir beste ise, bütün bunlar, o iç enmûzeç ve özle beslenmiş olarak kalbin duyuşlarını, sezişlerini seslendirirler; seslendirir ve eser sahibinin gönül vâridâtından kaynaklanan heyecan veya hafakanlarını, aşk ve vuslat veya hicranlarını ifade ederler. Tıpkı bunun gibi, iman, mârifet, muhabbet ve ruhanî zevklerle dopdolu bir ruh da, ister sanat ve kültür, ister diğer aktiviteler adına kendi iç resmini ortaya koyar; ruhunun derinliklerinde birer öz, birer usâre haline gelmiş insan-kâinat-Allah telakkilerini seslendirir ve hep derunundaki mânâları meşk etmeye çalışır.
İnsan, her zaman böyle arayış ve kast peşinde olmasa da, gönlündeki inanç sistematiği, iradî-gayri iradî onun bütün davranışlarını belli bir hedefe yönlendireceğinden, gayet tabiî olarak, böyle birinin hayat tarzı, üslûbu, karakteri, sosyal münasebetleri de bu iç dinamiğin rengini, şîvesini aksettirecek, keza böyle birinin sanat faaliyetlerinde, kültürel aktivitelerinde de aynı şîve, aynı eda, aynı üslûp göze çarpacaktır; çarpacaktır zira her şeyden evvel, insanın varlık içindeki yeri, yaratılışının gayesi, faaliyetlerinin hedefi ve böyle bir gaye ve hedefin, vazife ve sorumluluğun düşündürdükleri, zamanla onun bütün benliğini sarıp kuşatacak ve onu her an en yeni, en canlı, en müessir duygularla o en üstün ve aşkın varlık karşısında bir farklılık ve fâikiyete yönlendirecektir.
Bu ilk belirleyici fikir, belli bir süre sonra onun, zihnî, fikrî ve ilmî aktiviteleri üzerinde tesirini göstere göstere, onda ikinci bir tabiatın husûle gelmesini sağlayacaktır ki, bu da, onun inançlarından ibadetlerine, ahlâkından sosyal münasebetlerine, Rabbiyle irtibatından davranışlarına kadar hayatının her safhasında derinden derine kendisini hissettirecektir. Aslında insan, bu ilk belirleyici mevhibeyi inkişaf ettirebildiği ölçüde, kendi gerçek dünyasının çerçevesini de ortaya koymuş olacaktır.
Evet, kalbî ve ruhî hayatın zirvelerine yönelmiş böyle birinin nasıl düşüneceği, nasıl hareket edeceği, nasıl işleyeceği, nasıl başlayacağı; ibadetlerinde ne denli hassas davranacağı, ahlâkî konularda ne ölçüde duyarlı olacağı, ne kadar murakabeye ve muhâsebeye açık bulunacağı ve sürekli kendini kontrol edip günahlara karşı ürperti duyacağı bellidir. Bu ölçüde duygu ve düşünceleriyle oturaklaşmış birisi için, artık bütün birimleriyle hayat, tıpkı mecrasını bulmuş bir çağlayan gibi hep ummana ulaşmak için akıp gidecek; o da, bu çağlayan içinde sürekli bir aşk u vuslat neşvesi yaşayacaktır. İman, inkişaf ve derinliği ölçüsünde bu hareket insanının ana dinamosu; ibadet, onun destekleyici ve koruyucu dinamiği; ahlâk ve topyekün insanî münasebetler alâmet-i farikası ve fasl-ı mümeyyizi; kültür, tabiîleşmiş en önemli buudu; sanat da, tecessüslerinin, tefahhuslarının, iç sezi ve iç müşâhedelerinin akisleridir.[3]
* * *
Hulâsa İslâm, kâinat kitabının hem sesi, soluğu, tefsiri, yorumu; hem de onun dününün, bugününün, yarınının resmi, fotoğrafı, haritası ve kapalı gibi görünen kapılarının da esrarlı anahtarıdır. O, bu hususların bütününü ifade eden bir KÜLLDÜR. Parçalanması ve parçalarına, bütüne yüklenecek değerlerin yüklenmesi mümkün olmayan bir küll. Onu, parçalara ayırmak, sonra da bu parçalardan tam bir şey anlamaya çalışmak yanlıştır ve onun ruhuna ihanettir.
İslâm; imandır, ibadettir, ahlâktır, insanî değerleri yükseltme sistemidir, düşüncedir, ilimdir ve sanattır. O, hayatı bir bütün olarak ele alır-yorumlar, kendi değerleriyle değerlendirir ve müntesiplerine eksiksiz bir semavî sofra takdim eder. O, her zaman hayatı realitelerle iç içe yorumlar ve kat’iyen hükümlerini hayata kapalı hayal koylarında haykırmayı düşünmez. Emirlerini, direktiflerini yaşanırlığa bağlar ve düşler âlemi üzerine hükümler bina etmez. İslâm, itikadî meselelerden, sanat ve kültür faaliyetlerine kadar her yerde hayatın içinde ve dinamiktir; böyle olması da, onun hem her zaman canlı kalmasının hem de evrenselliğinin en önemli emâresi ve esasıdır.[4]
* * *
Kertenkele deliği!
İslam kelamcılarının çokça tartıştığı “iman ve amel”in birbirinden koparılması teşebbüsü “din ve diyanet” ayrımının zeminini teşkil eder. Herkesin üzerinde ittifak ettiği husus şu ki kendi başına iman, amel ile desteklenmedikçe, lamba veya fanus içinde korunmayan alevin en ufak bir esinti karşısında sönmesi gibi söner, hayattan çekilir. Bir süre sonra “salih amel”le korunmayan “sahih iman” kaybolur, ferd ve toplum inandığı gibi yaşamaz; yaşadığı gibi inanmaya başlar.[5]
[1] M. Fethullah Gülen, İnancın Fıtratla Bütünleşmesi, FASILDAN FASILA, 4/86
[2] Bediüzzaman Said Nursi, İşârâtü'l-İ'câz - Bakara Sûresi, Âyet: 21,22
[3] M. Fethullah Gülen, İslam Düşüncesinin Ana Karakteristiği, KENDİ DÜNYAMIZA DOĞRU, s. 61-64
[4] M. Fethullah Gülen, İslam Düşüncesinin Ana Karakteristiği, KENDİ DÜNYAMIZA DOĞRU, s. 70-71
[5] Ali Bulaç, Zaman Gazetesi, 21 Nisan 2014
Not: Bu dosya, 10 Temmuz 2014 tarihinde Mehtap TV’de “Çizgimizi Hecelerken” programında müzakere edildi.
- tarihinde hazırlandı.