Şirkten ve küfürden koruyan zırh
Dinî vazifelerimiz arasında mutlaka yapmamız gerekli olan şeyler vardır. Bazen bunlardan biri öne çıksa da, bu, diğerlerinin terk edilirliği manasına gelmez. Fakat bazen, zamanın ve şartların durumuna, insanların dinî emirler karşısındaki tavırlarına göre, Enbiya-i İzam ve sonra da sahabe efendilerimizden başlayarak her devrin mürşidleri, belli konuların üzerinde daha fazla durur; o mevzuları her fırsatta hatırlatırlar. Bir mesele hakkında o kadar çok hatırlatma ve tavsiyelerde bulunur; onun üzerine öyle hassasiyetle titrerler ki, zannedersiniz, bir tek o mesele önemli, onun dışındaki hususlar tâlî şeyler. Mesela, namazda tekâsül olduğu, insanların namaza karşı bir bıkkınlık ve tembellik tavrı sergilediği bir dönemde hakiki mürşidler, “Namaz kılmayanın işi bitmiştir, onun diğer ibadet ve iyilikleri de beyhûdedir.” derler. Namaza şiddetle vurgu yapar, onun üzerinde ısrarla dururlar. Ama bu, kat’iyen “oruç olmasa da olur, zekât verilmese ve hacca gidilmese de olur.” manasına gelmez.
Bu ibadetlerin hepsi farzdır, dinde hepsinin ayrı bir yeri vardır. Emr-i bi’l-ma’ruf, nehy-i ani’l-münker vazifesi de, din-i mübîn-i İslâm’a hizmet de bir farzdır ve onun da kendine göre bir yeri vardır. Normal şart ve zamanlarda, bu ibadetlerin bazıları bazılarından üstündür. Mesela, sahabe efendilerimiz namazı, imandan sonraki en önemli bir esas kabul etmiş ve onu gaye ölçüsünde bir vesile seviyesinde görmüşlerdir. Ona, müminin miracı nazarıyla bakmışlardır. “İnsan ile küfür arasında sadece namaz ya da namazı terk vardır.” demişlerdir... Evet, onlara göre, küfürle insan arasındaki biricik perde, namazın kılınması veya kılınmamasıdır. Namaz kılınmazsa, o perde kalkar aradan… İnsanın öbür tarafa, tehlikeli bölgeye geçmiş olma ihtimali hâsıl olur. Düşmüş ve kapaklanmış olma ihtimali belirir. İşte namaz o kadar önemlidir.
Hatta hem onlar ve hem de Üstad’ın talebelerine kadar daha sonraki devirlerde yaşayan hassas ruhlar, namazın mükemmilâtından (tamamlayıcı unsurlarından) sayılan “namazı cemaatle kılma” hususunda büyük bir titizlikle durmuşlardır. Cemaatle namaz kılmaya, “farz” ya da “farz-ı ayn” demişler, çok az bir kısmı da “en azından vaciptir” hükmünü vermişlerdir. Bu meselede en esnek davrananlar Hanefiler olmuş, onlar da “Sünnet-i müekkededir.” demişlerdir. Ahmed bin Hanbel Hazretleri’nin mezhebinin imamlarından bazıları, cemaati namazın rüknü olarak görmüşlerdir. Yani, onlara göre, cemaatle kılınmayan namaz, namaz değildir.
Namazı cemaatle kılmak
İstidradî olarak ifade etmeliyim ki, onca fukahânın böylesine önemli gördüğü “namazı cemaatle kılmak” meselesinde de çok hassas olunması, bu hususun üzerinde ısrarla durulması icab eder. Kitap ve sünneti çok iyi bilen, icma ve kıyasın kurallarına vakıf olan insanların, dinin herhangi bir emriyle alakalı söyledikleri “Bu çok önemlidir, bu olmazsa olmaz.” sözü kulak ardı edilebilecek bir ifade değildir. Onu kulak ardı eden, zamanla kulak ardı edilmemesi lazım gelen daha pek çok şeyi hafife alıp görmezlikten gelebilir. Cemaat en azından, tamamlayıcı ve namazı daha güzel eda etmeye yardımcı bir unsurdur. Ayrıca cemaat halinde yapılan vazife, ferden ferdâ yerine getirilen bir vazifeden on kat daha üstündür; bir de, toplu eda edilen vazife namaz ise, o, yalnız kılınandan yirmi yedi derece daha faziletlidir.
Zekât, oruç ve hac gibi diğer ibadetler hakkında da teşvik ifade eden pek çok söz zikretmek mümkündür. Çünkü her bir ibadetin dinde bir kıymeti ve yeri vardır. Birinin çok kıymetli olması diğerinin değersiz ve kıymetsiz olduğu manasına gelmemektedir. Yani, her şeyden önce ibadetlerin belli çerçeveleri vardır. O çerçeveler içinde biri daha üstün, tercihe şâyân ve daha faziletli olabilir. Ama yer yer bunlardan diğeri bir öncekinin önüne geçebilir. Mesela, yazın kavurucu sıcağında oruç tuttuğumuz dönemler olmuştur. O dönemde tutulan oruçlar çok zor gelmiştir nefislere. Maden ocaklarında ya da fabrikalarda ateş karşısında çalışan; ama imanın verdiği güçle orucunu aksatmayan insanlara oruç, bir ay da olsa, çok zor gelebilir. İşte, öyle bir dönemde ve o türlü şartlarda çalışan insanlar namazı zaten kılıyorlarsa, onlara oruçla alakalı çok ciddi teşviklerde bulunmak lazım gelir. Namazı nasıl olsa kılan bu insanların zor şartlardan dolayı orucu terk etmemeleri için tahşidat yapmak icab eder.
İşte, zannediyorum, bugün Türkiye’deki insanların yüzde seksen beşi oruç tutuyordur. Fakat namaz kılanların aynı nisbette olduğu söylenemez. Cumaya ve bayram namazına gidenler belki yüzde doksanlara varıyordur ama beş vakit namazın o ölçüde kılındığını sanmıyorum. Öyleyse, namazın ehemmiyetini sık sık anlatmak, insanları ona teşvik etmek lazımdır.
Eski hâl muhâl
Sosyal çalkantılar insanlarda alternatif düşünme melekesini geliştirir, beyin fırtınalarına müsait zemin, fikrî bir dinamizmin ateşleyicisi olur. Bu dinamizm doğurgandır. Yani Rönesans’ın gölgesi veya gerçek bir Rönesans bu tip dönemlerde ortaya çıkar. Meselâ bizim tedvin dönemimiz, asırlarca bizi ayakta tutacak -ki hâlâ geçerliliklerini sürdürüyorlar- Kelâm ve Fıkıh başta olmak üzere düşünce akımlarının doğduğu bir dönemdir. Bu dönemin en büyük özelliği toplumda sosyal, siyasal, ekonomik ve kültürel çalkantıların yaşanıyor oluşudur.
Tedvin devri adını verdiğimiz bu zaman diliminde, bir araya getirilmesi imkânsız, aynı kaynakların esas alınarak istinbat edildiğine inanılması zor, birbiriyle kıyasıya savaşan yorumlar, düşünceler ortaya atılmıştır. Basra mektebi Kûfe mektebi ile İmam Âzam Ebû Hanife, devrindeki diğer imamlar ile hatta kendi rahle-i tedrisinde oturan talebeleri ile ciddî fikrî münakaşalar içine girmiştir. Ama bu vetirede hiç kimsenin başı yarılmamış, burnu kanamamıştır. Bu süreklilik arz eden ciddî fikir jimnastikleri sonucu girilen hicri üçüncü asırda -ki zamanın altın çağlarından biridir o- dünyanın en mükemmel insanları yetişmiştir. Kaynağını ilahî beyandan alan belki de dünyanın en uzun soluklu içtihatları ortaya konmuş, düşünceleri üretilmiştir.
Batı’nın bizim tedvin dönemine benzer Rönesans’ına baktığınızda şunu görürsünüz: Evet, bir Rönesans yaşanıyordur ama Batı ve Batılı bunalım içindedir. Haçlı seferlerinden bıkmış yorgun askerdir. Bu yorgunluk onu kendi içine döndürmüş, kendini yeniden gözden geçirme imkânı sağlamıştır. Grek felsefesine, Roma düşüncesine, Hıristiyanlık esaslarına yönelme bu dönemde olmuştur.
Bu yüzden Cenâb-ı Hak bazı alanlarda bize geçici olan muvaffakiyetleri çok göstermesin. Ta ki biz sürekli metafizik gerilim içinde olalım, doğurgan olalım, sürekli beyin fırtınaları yaşayarak tedvin dönemine benzer, bizi bugünümüz ve geleceğimiz adına yıllarca, asırlarca idare edecek esasları üretelim. Evet, Müslümanlığın çok yeni şeyler doğurması lâzım. Aksi takdirde geleceğe yürüyemez, bu hâliyle de yaşayamaz. Bediüzzaman ne güzel der; “Eski hâl muhâl, ya yeni hâl ya izmihlâl.”
Haftanın duası
Rabbimiz! Nezd-i ulûhiyetinden göndereceğin nurlarla gönüllerimizi aydınlat... Sadırlarımıza, sînelerimize inşirah sal... Sen Settâru’l-uyûbsun; hata, kusur, günah ve isyan olarak bizden ne sâdır olmuşsa Sen onları da setreyle... Aczimizi, fakrımızı şefâatçi yapıp yüce dergâhına iltica ediyoruz; ne olur, merhamet et ve işlerimizi kolay hale getir... Kabirlerimizi Cennet bahçeleri gibi pür-nur eyle… Ve bütün ümmet-i Muhammed’in günahlarını bağışla!
Sözün özü
Üstad Hazretleri’nin “Kardeşlerinizin meziyetleri ile iftihar ediniz.” şeklindeki tavsiyesi, tamamen inanca bağlı bir olaydır. İnancı kavî olmayan insanların, bu hakikati tam yaşayabileceklerine ihtimal verilemez. Evet, konuşan bir kardeşinizin sürç-ü lisanları sizi rahatsız etmiyorsa veya onun dinleyenlerin gönlünde inşirah hâsıl eden konuşması, sizi sevindirmiyorsa, siz “kardeş” makamını ihraz edememişsiniz demektir.
- tarihinde hazırlandı.