Zihin duruluğu ve Efendimiz’in ümmîliği
Zihin; anlama, öğrenme, bilme, ezberleme ve hatırlama kabiliyetidir. Ona, şuur faaliyetlerinin bir havuzu ve bir kütüphanesi nazarıyla da bakılabilir. Çünkü zihin, şuur kanallarıyla sürekli beslenir; şuuraltı ve şuur üstü müktesebât adına elde ettiği bütün bilgileri arşivler ve onları değişik kuvvelerin değerlendirmesine sunar.
Bildiğiniz gibi, iyiyi kötüden ayırt edip iyilikten lezzet ve inşirah duyan, kötülüklerden de muzdarip ve mükedder olan vicdanın, latîfe-i rabbâniye, irade, zihin ve his gibi dört ana unsuru vardır. Değişik vazife ve fonksiyonlarıyla beraber, bunlardan her birerlerinin de bir asıl gayesi bulunur: İradenin asıl gayesi ibadetullah, hissinki muhabbetullah ve latîfe-i rabbâniyeninki müşahedetullah olduğu gibi zihnin gerçek gayesi de marifetullahtır. Bundan dolayı, zihnin sürekli marifetullaha ait malumâtla dolması, Allah marifetine götürecek bilgiyle beslenmesi gerekir.
Ne var ki, zihin çoğu zaman bilim kisvesindeki lâf ü güzâfın, sakat düşüncelerin, yanlış kabullerin ve batıl inançların istilasına uğrar ve muzahrefât diyebileceğimiz bilgi kırıntılarıyla ve fantezi atıklarıyla dolar. İşte, bu sakat düşüncelerden, yanlış kabul ve batıl inançlardan, bilgi görünümlü atıklardan kurtulmak için zihnin esas gayesine döndürülmesine, diğerlerinin yerine marifetullaha götüren malumâtın konulmasına “zihnin silkelenmesi” denilebilir.
Bu mevzunun daha iyi anlaşılması için, değişik vesilelerle üzerinde durduğum bir hususu, Peygamber Efendimiz’in ümmiyeti meselesini hatırlatmakta fayda mülahaza ediyorum: Malumunuz olduğu üzere, okuma-yazma bilmeyen ve zihni, annesinden doğduğu gibi saf ve temiz kalan kimseye “ümmî” denir. Allah Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), “Ey Rasûlüm! Sen vahyimizden önce kitap okuyan veya yazı yazan bir insan değildin; eğer böyle olsaydı, batıl iddia peşinde olanlar şüphe edebilirlerdi.” (Ankebut, 29/48) ayetinin de açıkça ifade ettiği gibi ümmî idi. Nitekim kendisine vahiy gelinceye kadar okuma-yazma bilmediği umum ulema tarafından kabul edilmektedir.
Allah Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) okuma-yazma bilmiş olsaydı, ehl-i kitap değişik iddialarda bulunur; Efendimiz’in, Kur’an’da geçen Yahudiliğe, Hıristiyanlığa ve kutsal kitaplara dair bilgileri, çok çeşitli bilim dallarına ait ilmî işaretleri ve prensipleri Tevrat’tan, Zebur’dan, İncil’den ya da daha başka kitaplardan aldığını ve onları bir yönüyle o günkü Arap usulüyle anlattığını söylerlerdi. Fakat Alîm u Hakîm, Efendimiz’in ümmî olmasını murat buyurmuş ve o tür iddia ve iftiraların gün yüzüne çıkmasına bile müsaade etmemiştir. Dost-düşman bunu böyle kabul etmiş ve hiçbir hasım çıkıp da O’nun okuma-yazma bildiğini ileri sürememiştir.
Ancak, Efendimiz’in, kendisine vahiy geldikten sonra okuma-yazmayı öğrenip öğrenmediği konusu ihtilaflıdır, o hususta farklı görüşler vardır. Fakat Hudeybiye anlaşmasının metnindeki “Rasûlullah” lafzına müşrikler itiraz edip Süheyl b. Amr, “Peygamber olarak kabul etseydik, seninle savaşmazdık. Öyleyse, anlaşma metnindeki “Allah’ın Peygamberi” ifadesi silinmelidir.” deyince, Efendimiz orada bile “Ya Ali, (o ifadeyi) göster de ben sileyim.” demiştir. Demek ki, Efendimiz, o zaman bile okuma-yazma bilmiyordu. Bununla beraber, İbnu’t-Tîn ve İbnü’l-Mülakkin gibi kimseler, hayat-ı seniyyelerinin sonunda Peygamberimiz’in bazı şeyleri öğrendiğini söylerler. Allah Resûlü, bazı şeyleri göre göre onlara alışmış olabilir; mesela, nâm-ı celîlini tanıyabilir; bir yerde “Muhammed” yazıyorsa onu hat olarak ayırt edebilir. Hamîdullah Hoca’ya da bu konuda çok hücum edildi; “Efendimiz, ömrünün son döneminde okuma-yazma biliyordu” dedi diye o da çok eleştirildi.
Ümmîliğin vadettiği saflık
Aslında, Efendimiz’in ümmiyetiyle alakalı hususları, ümmîliğin, zihin saflığı ve duruluğu vadettiğini belirtmek için arz ettim. Evet, biz hepimiz zihnimize daha önceden şöyle-böyle girmiş müktesebâtın çocuklarıyız. Hiç farkına varmasak ve düşünmesek de, çoğu zaman biz Cemil Meriç üslubuyla, Necip Fazıl edasıyla, Bediüzzaman’ın ifadeleriyle ya da Nurettin Topçu tarzıyla konuşuruz. Onlara ait söz ya da düşüncelerin bir yerinde ya fiili değiştiririz veya faili çıkarırız ve onları kendimize mal eder konuşuruz. Bunu planlı ve düşünerek yapmayız; onların üslubu, söz ve düşünceleri içimize öyle işlemiş, zihnimizde o kadar yer etmiştir ki, farkında değilizdir onları tekrar ettiğimizin. Tevarüd gibi bir şeydir bu; bir büyük zat kıymetli bir söz söylemiştir, aynı kültürün çocuğu olduğumuzdan ve aynı kaynaklardan beslendiğimizden dolayı, biz de aynı şeyleri söyleriz ama farkında değilizdir.
İşte, Peygamber Efendimiz’e (sallallahu aleyhi ve sellem) hem Kur’an, hem de ondan anlaşılması gereken manalar vahyediliyordu; Allah Resûlü de o vahiyleri aynıyla ümmetine tebliğ ediyordu. Farz-ı muhal, Efendimiz’in zihninde dışarıdan bazı şeyler yer etmiş olsaydı, zihindeki esneklik ve elastikiyet o vahy-i gayr-i metluvu (lafzı okunmadan mana olarak bildirilen vahiy) sağa-sola çekebilirdi ve dolayısıyla yorumlarda farklılık olabilirdi. Fakat Efendimiz ümmî idi, başka felsefe ve kültürlerin tesirinde hiç kalmamıştı ve O’nun zihni saftı, dupduruydu, Allah’ın inayet ve hikmetiyle fıtrat üzere, tertemiz olarak korunmuştu.
Yapan Allah’tır
Fiilleri yaratan da Cenâb-ı Allah’tır. Biz konuşurken “yedik, içtik, gittik, geldik...” desek de, “yediren de, içiren de, götüren de, getiren de O’dur. Biz, bu fiilleri kendimize isnat ederken, Allah Teâlâ’yı bayağı ve adi işlerden tenzih etmek için öyle konuşuyoruz. Aslında, “Allah abdest aldırdı, Allah zeytin yedirdi, Allah su içirdi.” sözleri hakikate muvafıktır, doğrudur.
Bazı arkadaşlar, uzun zaman her fiili Allah’a nispet etmeyi sürdürdüler. “Yemek güzel olmuş.” demek kadarlık bir sözü bile “Allah yaptırdı.” şeklindeki cevaplarıyla hakikate hamlettiler. Fakat böyle bir üslupta bazen bir sun’îliğe kaçma olabilir. Cenâb-ı Allah, mecaza cevaz verdiği için fiilleri mecazen insanlara nispet etmede bir beis yoktur.
Evet, bir fiil hakiki fâiline isnat edilmezse o söz mecaz olur. Mecaz, bir alakadan dolayı hakiki manasının dışında kullanılan ve zahiri manasının kast edilmesine karine-i mânia (engel delil) bulunan kelimelerdir. Mesela, “Bahar, etrafı yemyeşil yaptı.” sözünde fiilin bahara isnat edilmesi mecazidir. Çünkü bizim inancımıza göre ve hakikatte etrafı yemyeşil yapan, ağaçlara çiçek açtıran sadece Allah’tır. Bahar mevsimi ise yalnızca bu yeşermenin zamanıdır. Bu mecazda zaman, alakadır; bahar mevsiminin “etrafı yemyeşil yapma” gibi bir fiilden aciz ve uzak olması da karine-i mâniadır.
Ayrıca, hastaneye gidip gelirken, insanların farkına varmadan gizli bir şirkle yüz yüze olduklarını gördüm. “Şu doktor hayatımı kurtardı.” sözünden tutun da, “Şu ilacı almazsanız iki sene bile yaşayamazsınız.” ya da “Ameliyat sizi on sene daha yaşatır.” türünden nereye gittiği bilinmeyen, hangi dinî esasa dokunduğu sezilmeyen pek çok yanlış ifade duydum. Çok üzüldüm. Sanki hayatı veren ilaçlarmış gibi bütün fiillerin onlara nispet edildiğini ve Cenâb-ı Hakk’ın hiç zikredilmediğini müşahede ettim. Ve sanki Müessir-i Hakikî, alınan bir ilaçtan dolayı şifa vermeye hâşâ mecburmuş gibi “Şu ilacı alın, hiçbir şeyiniz kalmaz.” şeklindeki ifadelere muhatap oldum. Bu üslup karşısında ruhum çok sıkıldı. Evet, bu sözler mecaz diyebilirsiniz; ama bunu derken Hakiki Fail’i de unutmamanız, kalp ve düşüncelerinizde en geniş yeri O’na ayırmanız gerekmez mi?
Haftanın duası
Ey sevdiği kullarını hiç yalnız bırakmayan Mevlâ’mız! Sen bizim için lütufkâr namına lâyık yegâne Zatsın. Biz muhtaç kullarını riayet ve inayetinle, insî ve cinnî şeytanların asla ulaşamayacağı sıyanet kalene al… Etrafımızı muhafaza surlarınla kuşat… Düşmanlıkla oturup kalkan kötü niyetli kimselerin şerlerinden bizi muhafaza buyur, Efendimiz Hazreti Muhammed’e, aile fertlerine ve bütün ashabına salât u selam ederek bunları Senden dileniyoruz.
Sözün özü
Nükteler, kim tarafından söylenirse söylensin, insanları tefekküre sevk eder ve gülmenin de kapılarını aralarlar. Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) de yer yer lâtifeler yapmıştır. Ama O’nun lâtifeleri ciddiyet buutlu ve aynı zamanda hak ve hakikat yörüngelidir. Zira yalan, bir kâfir sıfatıdır ve Müslüman’ın ağzını kirletir. Müslüman’ın her sözü ve her hareketi ölçülü, daha güzel bir ifadeyle, peygamberâne olmalıdır.
- tarihinde hazırlandı.