Önce en yakınlarını uyar!
Bizim en mühim meselemiz, çevremizde dağılıp çer-çöp haline gelmiş hadise ve manzaralar karşısında müteessir olmayışımızdır. İnançlı bir sine için en ızdıraplı ve büyük dert, etrafında bulunan insanların kayıp gitmeleri karşısında kayıtsız kalmaktır.
Bir insan ister yakın ister uzak çevresinin rüşdü ve hidayeti mevzuunda biraz olsun dertlenirse, Cenâb-ı Hak bir gün onun imdadına yetişip, ona ışık tutacaktır. Ayrıca bu meseleyi dert haline getiren bir insanın kafası düşünecek, kalbi yorulacak, devamlı bu mesele ile meşgul olacak, pek çok insanın görüşünü alacak ve neticede bir gün mutlaka bunun ilmini elde edecektir. Zira böyle bir insan, artık yolunu bulmuş demektir. Kovayı elde eden, er-geç bir ip de bulur ve Allah’ın lütfuyla kuyunun dibinden çıkaracağını çıkarır.
İnsan, yakın çevresine karşı herkesten evvel kendisi vazifelidir. Kur’an-ı Kerim: “(Ey Nebim!) Önce en yakın akrabalarını uyar” (Şuarâ, 26/214) ayetiyle bu hakikati dile getirir. Onun için Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), öncelikle yakın akrabaları üzerinde durmuş, bu vesileyle kendisine babalık yapan Ebu Talib ve amcası Ebu Leheb’e defalarca hak ve hakikati tebliğ etmişti. Ancak Efendimiz, Tebbet sûre-i celilesi nâzil olunca, Ebu Leheb’den alâkayı kesmiş, ona bir daha teklifte bulunmamıştır. Zira Ebu Leheb’in iman dairesine girmeyeceği Kur’an ayetiyle mühürlenmişti.
Allah Resûlü, “Ben cennete, babam cehenneme giderse, cibillî karabetimden ötürü buna nasıl dayanırım? Mü’minler için bu mevzuda nasıl hassas olursam olayım, babamı belki daha çok düşünürüm. Onun cehenneme girmesi, azap çekmesi aklıma geldiği zaman dilgîr olurum.” duygu ve düşüncesiyle yıllarca kendisine babalık görevi yapan Ebu Talib’in üzerinde ısrarla durmuştu ve bu O’nun için çok önemliydi. Bunu çok iyi anlayan Hz. Ebu Bekir, Mekke fethinde, babasının elinden tutup biata getirirken çok memnun ve mesrurdu. Babası Ebu Kuhâfe, kelime-i şehadeti getirirken gözü görmeyen 70-80 yaşlarında bir pîr-i fâniydi. Son anlarını yaşarken, birilerinin vapuru kaçırmasına binaen o, vapura biniyordu. Ancak Hz. Ebu Bekir, bu manzara karşısında sevinmesine rağmen hıçkıra hıçkıra ağlamıştı. Allah Resûlü, sadık dostunu bu halde görünce ona, “Niçin ağlıyorsun? Sevinmeli değil misin, baban Müslüman oldu.” deyince Hz. Ebu Bekir şöyle demişti: “Ya Resûlallah! Babamın yerinde Ebu Talib’in bulunmasını arzu ederdim. Babam bana ne kadar yakınsa Sen de Ebu Talib’e o kadar yakındın ve Müslüman olmasını çok arzu ediyordun.”
Amcacığım ne olur bir kere…
Evet, Efendimiz, Ebu Talib’in iman etmesini çok arzu etmişti. Hatta ölüm döşeğinde iken, “Amcacığım ne olur bir kere “Lâ ilâhe illallah” de ki, ahirette sana şefaat edeyim.” şeklindeki ısrarına rağmen başında şeytan gibi duran Ebu Cehil ve Utbe gibi kimseler, “Zinhar, âbâ u ecdadının dininden dönme” diyerek ona engel olmuşlardı. Ebu Talib hayata gözlerini yumarken, “Ben Abdülmuttalib’in yolunda ölüyorum.” demişti. Efendimiz ise çok mahzun ve mükedder bir şekilde yanından ayrılmıştı. Bu, başkalarını çok sevse dahi, insanın yakınlarının cennet veya cehenneme gitmesinin ayrı bir mana ve ifade taşıdığı hususunu ifade etmektedir. Öyleyse bir mü’min, irşada evvela yakınlarından başlamalıdır.
Burada bir örnekle meseleyi tavzih etmek istiyorum. Cenâb-ı Hak, Efendimiz’in babasını henüz doğmadan vefat ettirmişti. Efendimiz’in babası muhterem bir insandı. Genç yaştaydı ve günaha girmeden hanif dini üzerine vefat edip gitmişti. -Allahu a’lem- burada şöyle bir hikmet vardı: Efendimiz, rahmeten li’l-âlemin olarak, herkesten büyüktür. Mevcudat ve mahlûkat içinde ondan daha büyüğü yoktur. O, ihraz buyurduğu muallâ makam olan nübüvvet payesiyle herkesin üstündedir. Hâlbuki bir ölçüde babalığa da ayrı muallâ makam verilmiştir. Allah Resûlü irşad noktasında mürşid olarak babasından üstün bir hal alsa, babası da babalık hakkıyla kendini ifade etse, bir sürtünme bir çarpışma olacaktı. Misal olarak kendisini himaye eden Ebu Talib’i verebiliriz. Ebu Talib, Allah Resûlü’nün nübüvvetini kabul edememişti, babası hiç kabul etmeyebilirdi. Evet, babası hanifliğini muhafaza ederek ahirete gitti. Yani Efendimiz’e reaksiyon göstermemiş, cahiliye devrinde yaşamış, putlara tapmamış bir insan olarak ahirete gidip kendini kurtardı. O, oğluna karşı kıyam eden bir insan olsaydı baş aşağı giderdi. Hikmet-i İlahiye’ye bakın ki Allah, Efendimiz’i, üzülüp kederlenecek bir pozisyonda bırakmamıştı.
Hâsılı, hak ve hakikat, insanları reaksiyona sevk edecek bir üslûpla takdim edilmemeli, onlara tesir edebilecek kimselerin eli, havası, edası, ilmi ve irfanıyla onların gönüllerini fethetmeye gidilmeli, mümkünse emsali arkadaşlarıyla temasları temin edilmelidir. Aksi takdirde maksadın aksiyle karşılanmak kaçınılmaz olabilir.
İslâm’ı anlatma
Sahabe-i Kiram’ın Çin ve Hind’e gittikleri gibi günümüz insanlarının da İslâm’ı tebliğ ve irşad düşüncesiyle dünyanın her tarafına gitmeleri bir vazifedir. Dostlarınız arasında da -inşallah- çok müstesna ve mümtaz kimseler yetişecek ve bunlar bu kutsi hizmeti bayrak halinde omuzlarına alacak, dünyanın sair kıtalarına giderek insanlığı irşad edeceklerdir. Ancak bu işin başlangıcındaki Sahabe, nasıl azimle, kararlılıkla yürümüşlerse bugün de o beklentisiz kahramanlar aynı şeyleri yapacaklardır.
Sahabe-i Kiram’dan Muaz bin Cebel, Sa’d bin Ubâde, Ebû Ubeyde bin Cerrah... gibi zatlar, cihanın sâir yerlerine gidip neşr-i Hak vazifesini yapıyorlardı. Yakın tarihte de İbrahim Reşid’le Filipinler’e kadar gidilmiş ve İslâm tanıtılmıştı. O yüzden hâl-i hazırda devrimizin mürşid ve mübelliğleri, kendilerine Allah’ın lütfettiği imkânları çok iyi değerlendirerek, tebliğ ve irşat vazifesini en ücra yerlere kadar yapacaklardır/yapmalıdırlar. Şu anda bu tam yapılamıyorsa da –inşallah- fırsatlar değerlendirilerek bu niyet bir gün mutlaka hayata geçirilecektir.
Sevgi kahramanları iyi düşünüp taşınmalı ve mutlaka dünyanın her tarafına gitmeli, hak ve hakikati muhtaç gönüllere ulaştırmalıdırlar. Bu sayede dünyanın değişik yerlerinde, şu anda insanlara ütopya gibi gelebilecek, İslâm’ın istediği manada bir yapıya sahip fert, aile ve toplumlar meydana gelecektir. Bu adanmışlar, dilleriyle İslâm’ı anlatırken davranışlarıyla da onu yaşamak ve insanlara nümûne-i imtisal olmak zorundadır. Bunun için de onlar, ubudiyetlerinde, tefekkürlerinde, anlayışlarında, muamelelerinde, ticaretlerinde ve içtimai münasebetlerinde, şarkı ve garbı; şarklıyı ve garplıyı hayran bırakacak bir seviye insanı olma emeli taşımalıdırlar. Bu sayede insanlara, bu hal ve davranış dili karşısında onlara ütopik gibi gelen bir insanlık anlayışı gösterilebilecektir. Örneklerin kendi içinden verilmesi çok önemlidir. O yüzden ağzımız Kur’an-ı Kerim’i okurken hal ve tavırlarımızla onu yaşarsak sair dinlerin sâlikleri, küre-i arzın değişik kıtaları grup grup İslâmiyet’e dehalet edecektir.
Haftanın duası
Ey her zaman kullarına rahmet ve merhametiyle muamele eden Yüce Allah’ımız! Sen’den, bu düşkün kullarına da merhamet edip bizi de iman-ı kâmil ve marifet-i tâmme ile donatmanı dileniyoruz. Sinelerimizde, Sen’in azamet ve ululuğunun hakkı olan hürmete kaynak teşkil edebilecek mehâbet, mehâfet ve vuslata karşı şevk ü iştiyak hislerini uyaracak yegâne Zat Sen’sin! Ne olur, bu lütuflarından bizi mahrum bırakma!
Sözün özü
İslâm, evrensel olma özelliği itibarıyla bütün insanlara hitap etmektedir. Onun yelpazesi, tasavvurlarımızı aşan bir genişliğe sahiptir. O hâlde onu insanlığa takdim edenler bu özelliği hiçbir zaman göz ardı etmemelidirler. Bu sebeple, ya da bu ve şu görüşü ön kabulüyle kimseyi bu tebliğ dairesinin dışına itmemeli, hiçbir ferdi, mezakından, meşrebinden, karakterinden dolayı dışlamamalıdırlar.
Not: Bu metinler, Fethullah Gülen Hocaefendi’nin, 1970’li yıllarda cami cemaatinin sorularına verdiği cevaplardan derlenmiştir.
- tarihinde hazırlandı.