Allah yolunda çekilen çileler
Din-i Mübin-i İslam’a hizmet ve bu yolda muvaffakiyet hep aynı metotla olmuş ve bu uğurda hep benzer sıkıntılar çekilmiştir. Allah yolunda olmanın beraberinde getirdiği o çileli hayata dair misaller, yıllarca, asırlarca belki milyon senelerce önce yaşayan ilk insanların ve onların nebilerinin hayatlarında da müşahede edilmektedir.
Mesela Kur’an’da anlatıldığına göre, kavminin, Seyyidinâ Hz. Nuh’a dedikleri sözler, sokakta bizim herhangi birimize söylense ve bize bu şekilde bir hakarette bulunulsa öyle zannediyorum ki, rahatsızlıktan iki büklüm oluruz. Beş büyük peygamberden biri olan o koskocaman nebi, her gün kapı kapı dolaşarak insanların kapılarının tokmağına dokunmuş, “Lâ ilahe illallah deyin kurtulun” demiş, onlar ise bazen O’nun ayağına ip bağlayıp sürüklemişler, bazen üzerine üşüşüp dövmüşler, başına toz-toprak atmışlar, bazen de hakaretin en acımasızını yapmışlardır. Keza, Hz. İbrahim’in hayatı incelendiğinde de O’nun ne büyük sıkıntılar çektiği görülecektir. Evet, O, ateşe atılma, zevcesini götürüp bir tarafa bırakma ve oğlunu kesmeye memur edilme gibi en ağır imtihanlara maruz kalmıştır.
Hz. Musa’nın hayatı da bu çeşit imtihanlarla doludur. İrşad etmek için karşısına dikildiği firavun onu ölümle tehdit etmiştir. Daha sonra ise o, halkını kurtarmaya gelmiş, fakat kavminden yine de yüz bulamamıştır. Bir sürü mucize karşısında tam teslim olamamış, sürekli problem çıkarmışlar. Hep böyle olmuştur, hep böyle olacaktır. Ama bütün bunlara rağmen, gidilecek yol onların yolu olduğundan, başa gelen her şeye katlanılmalıdır. Hz. İsa’ya, on iki kişi olan ümmetinden birisi de ihanet etmişti. Hatta kavmi O’nun evini haince sarmış ve kendi nebilerini çarmıha germek için adeta yarış yaparcasına koşuşmuşlardı.
Bu yol uzaktır, menzili çoktur
Evet, bütün nebiler hep çile çekmişlerdi... Ve çile çekilecektir. Zira yol onların gittiği yoldur. Konuyla alakalı Yunus Emre şöyle der:
Bu yol uzaktır, menzili çoktur,
Geçidi yoktur, derin sular var.
Binaenaleyh bu yönüyle baktığımız zaman, Hak yolunda yürüyenler yerinde tekme tokat yiyeceklerine, hakaretlere maruz kalacaklarına ve yüzlerine tükürüleceğine hazır olmalıdırlar.
Vakıa, mümin, yaptığı hizmetler neticesinde her zaman hakaret görmeyebilir de. Hatta bu tür hakaretlere hazır olunmalıdır da onları istemek ve beklemek doğru değildir. Zira Cenab-ı Hak, müminleri bazen lütfuyla bu tür belalarla imtihan etmeyebilir de. Mü’minlerin büyük ölçüde maruz kaldıkları şeyler Hak yolunda çalışanların her zaman refüze olduklarını göstermez. Aksine, başlarına buna benzer durumlar gelince, şu ayetin mealini düşünmeleri gerektiğini bildirir: “Yoksa siz, daha önce geçmiş ümmetlerin başlarına gelen durumlara maruz kalmadan cennete gireceğinizi mi sandınız? Onlar öyle ezici mihnetlere, öyle zorluklara duçar oldular, öyle şiddetle sarsıldılar ki, Peygamber ile yanındaki mü’minler bile ‘Allah’ın vaat ettiği yardım ne zaman yetişecek?’ diyecek duruma geldiler. İyi bilin ki, Allah’ın yardımı yakındır.” (Bakara, 2/214)
İnanan insanlar, Din-i Mübin-i İslam’ın âfâk-ı âlemde şehbal açması istikametinde bütün cehd ve gayretlerini göstermelidirler. Hak yolunda başlarına her zaman gelebilecek belaların olabileceğini peşinen kabul etmeli ve bunlara katlanmaları gerektiğini çok iyi bilip buna razı olmalıdırlar. Şu kadar da var ki Cenab-ı Hak uzun süre kendi yolunda olanlara bela ve musibet vermeyebilir ve onları sıkmayabilir hatta uzun bir müddet rahat edip bir sıkıntıya maruz kalmayabilirlerdi. Önemli olan husus musibetler ilk tosladığında onlara karşı sabredebilmektir. Bir hadis-i şerifin ifadesiyle, musibeti ve belayı istememek gerekir. Efendimiz (aleyhissalatü vesselam) buyuruyor ki: “Düşmanla karşılaşmayı arzu etmeyiniz, karşılaştığınız zaman sabrediniz.”
Şu hususu da belirtmeden geçmemek gerekir ki, selefimizle kıyaslandığında günümüzde Hak yolunda hizmet edenlerin büyük imtihan ve musibetlere çok maruz kaldığını söylemek de mümkün değildir. Bu uğurda belki sadece evlerini değiştirmişler ve bazıları itibarıyla da hapse atılmış olsalar da kendilerine yatak ve yiyecek verilmiştir. Bu gibi hususları çile ve ızdırap sayanlar, çile ve ızdırabın ne demek olduğunu bilmiyorlar demektir. Zira ifade edilen durum, istirahatten ibarettir. Tabii ki duamız, Hak kervanında yolculuk edenlerin başına bu tür belaların da gelmemesi istikametindedir.
Ama bir kere daha kemal-i samimiyetle ifade etmek gerekir ki bizim insanımız, bu mevzuda gerçekten çile sayılabilecek ciddi bir durumla karşı karşıya kalmamıştır. Bununla beraber –Allah’ın bu belaları başımızdan uzak etmesini niyaz ederek diyoruz ki- insanımız, başlarına musibet ve bela gelse bile dişlerini sıkacak ve sabredecek gibi görünmektedirler. Bu durum da insanımızın Rabb’imize olan tevekkülünün oldukça kavi olduğunu göstermektedir.
Rabb’im, takat getiremeyeceğimiz yükleri yüklemesin! Başımıza getireceği şeylere karşı da bizlere önce sabır sonra da ikdam ruhu lütfedip hizmetten dûr kılmasın.
Muvaffakiyet ve gurur
Gurur dediğimiz şey, insan kalbiyle alakalı bir şeydir. Yerinde, yapılanı söylememek gururdur, yerinde de söylemek. Bir kere, hizmet olarak yapılan işlerin binde dokuz yüz doksan dokuzu Allah’a aittir. Şart-ı adi olarak kişinin iradesine bağlı olan kısmı ise o kadar azdır ki, ben yaptım deme, insanın Allah’a karşı kendini şerik koşması manasına gelir. Kaldı ki yapılan işlerin ancak milyonda birinin bize ait olduğu söylenebilir. Onu da Allah, cebir olmasın diye lütfedip vermiştir. Yoksa esasen her şeyi yapan Hazreti Allah’tır. Müslüman olmamızda, mescide gelmemizde, hizmette devam etmemizde… ve daha pek çok hayırlı işimizde bizim etkimiz yok denecek kadar azdır. Her şeyi yapan Allah’tır. Zira O, “Sizi de yaptığınız şeyleri de yaratan Yüce Allah’tır.” (Sâffât, 37/96) buyurmaktadır. Binaenaleyh, bir insan bunu düşünerek, yaptığı hizmetlere katiyen sahip çıkmamalıdır.
Bütün hayırlı işlerin sahibinin Cenâb-ı Hak olduğu bir gerçektir. Böyle olunca da insan, “Ben hizmet ettim.” diyerek gururlanmamalıdır. Çünkü sahih bir hadis-i şerifte, Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), “Bazen Allah, bu dini, fâcir (günahkâr) bir adamla da teyit ve takviye eder.” (Buhari) buyurur. Bu açıdan da herkes kendini, Allah’ın dini teyit ettiği o fâcir adam bilmelidir. Zira Allah, dinini teyit etmek için yerinde fâsıkları da kullanır. Mü’minler, yaptıkları hizmetlerinde muvaffakiyet yaşıyorlarsa, bu hadisi hiç akıllarından çıkarmamalılar. Kendilerine olan teveccühü, hadiste anlatıldığı şekilde Allah’ın kendilerini istihdam etmesi şeklinde düşünüp Allah’a sığınmalı ve hep bu endişeyi yaşamalıdırlar. Herkes fâsık olabilir ve Allah fâsıkları da kullanabilir.
Kendi hakkımızdaki hükmümüz bu olmalı. Başkalarına gelince o da, Allah Resûlü’nün tavsiyesinde olduğu gibi, hüsnü zan olmalı. Nitekim Hz. Ömer uzun zaman kendisinin münafık olabileceğinden endişe etmişti. Yine bu endişe edenlerden biri de Hz. Aişe validemiz idi ki, kendisi nifaktan fersah fersah uzak bir insandır. Onlar son nefeslerini verecekleri ana kadar hep endişeyle yaşadılar.
Haftanın duası
“Ey bizim Rabb’imiz! Eğer unuttuk veya kasıtsız olarak yanlış yaptıysak, bundan dolayı bizi sorumlu tutma. Bizden evvelkilerin sırtına yüklediğin ağır yükleri ve taşınılmaz sorumlulukları omzumuza yükleme! Ya Rabbenâ! Takat getiremeyeceğimiz şeylerle bizi yükümlü tutma. Affet bizi, lütfen bağışla kusurlarımızı, merhamet buyur bize! Sensin Mevlâ’mız, yardımcımız! Kâfir topluluklara karşı Sen bize nusret bahş eyle!”
Sözün özü
Mü’minlerin biatı, İslâm adına bulundukları yerin kadir ve kıymetini bilmeleri ve hiç kırılıp darılmayarak sonuna kadar dayanmalarıdır. Bu kutsî vazifede çok defa şeytan onların arkalarına düşebilir, ehemmiyetsiz şeyleri büyük gösterip içlerine düşmanlık salabilir ama onlar (Allah’a karşı gelmekten sakınanlar), şeytandan bir hayal sinyali ilişince, hemen düşünüp kendilerini toparlar ve basiretlerinin ufkuna yönelirler.
Not: Bu metinler, Muhterem Hocaefendi’nin, 1970’li yıllarda, cami cemaatinin sorularına verdiği cevaplardan derlenmiştir.
- tarihinde hazırlandı.