Kulluğun sultanı Efendimiz
Allah Resulü, namazında kulluğunu o denli derin temsil ediyordu ki, neredeyse ürperip ağlamadığı namaz yok gibiydi. Sahabe, namaz kılarken O’nun sinesinin değirmen taşının ses çıkardığı gibi ses çıkardığını söylemektedir.
İçinde dönen boyunduruklar ve kulluğun o ağır mükellefiyetleri O’nu kaynayan bir kazana çeviriyordu. Elbette ki bu hâl, O’nun en yüksek seviyede, kulluğunu ifa edebilme gayretinden ileri geliyordu.
Namaz, O’nun âdeta şehvetle arzuladığı bir işti. Başka hiçbir zevk, O’na namazın verdiği zevki vermiyordu. O’nun içindir ki, bir gün şöyle buyurmuştu: “Bana (üç şey) sevdirildi: Kadın, güzel koku; namaz ise benim gerçek göz aydınlığım.”
Kadın, bir erkeğin alâka duyması için en önemli unsurlardandır. Hz. Âdem (aleyhisselâm) yaratılırken, bu duygu ile yaratılmıştır. Bu alâkanın fazlalığı şehvettir. Şehvet ise neslin devam etmesine verilen avans ve ücret demektir. Böyle bir unvan verilmeseydi, hiçbir insan, neslini devam ettirmeyi düşünmezdi. Zira diğerleri sadece angarya kabul edilecek mükellefiyetlerdir. Tek başına çocuk sevgisi de, neslin devamı için yeterli değildir. Onun için Allah (celle celâluhu), erkeğin kadına, kadının da erkeğe alâka duyması için şehveti yarattı. İnsan mahiyetinde var olan ve yaratılışla gelen bu duyguyu aşmak mümkün değildir. Mümkün olsaydı, bunu başta Hz. Âdem (aleyhisselâm) aşardı. Ve işte Efendimiz de bu fıtratı ve fıtrî olanı konuşuyor, anlatıyor ve “Bana kadın sevdirildi.” buyuruyordu. O, fıtratla, tabiatla iç içe olduğunu bilen bir peygamberdi. O’nun getirdiği dinde ruhbanlık yoktu. Kendilerini ibadete vermek ve vakitlerinin bütününü, Allah’a (celle celâluhu) kullukta geçirebilmek gayesiyle hadımlaşmak isteyen ashabına O şöyle diyordu: “Allah’ı (celle celâluhu) en çok bileniniz ve O’ndan en çok korkanınız benim. Ama ben ibadet ediyorum, hanımlarımla da bulunuyorum. İstirahat ediyorum, gece ibadetini de yapıyorum. Oruç tutuyorum, yemek de yiyorum. Bu, benim yolumdur. Benim yolumdan yüz çeviren ise benden değildir...”
O, tam bir denge insanıydı ve objektif prensiplerle gelmişti. O’nun getirdiği din, herkesin rahatlıkla yaşayıp, tatbik edebileceği bir sistemin de adıydı. O, sadece belli bir gruba hitap etmek için gelmemişti. Herkes içindi ve mesajı da herkesi kucaklıyordu.
Güzel koku, meleklerin ve ruhanilerin gıdasıdır. Allah Resûlü de, onlarla hem ruh hem de ceset itibarıyla iç içe girdiğinden ve onlarla çok ciddî bütünleştiğinden dolayı, güzel kokudan son derece hoşlanmaktaydı ki, güzel koku O’nun içine âdeta inşirah vermekteydi.
Üçüncü hususa gelince, işte orada biraz durmak icap eder; zira Allah Resûlü; “Namaza gelince, o benim göz aydınlığım, o benim yavuklum ve o benim şehvetimdir.” der. Bizden birine, en çok sevdiğimiz insanlardan birinin geldiği müjdelense, nasıl sevinir ve kendimizden geçeriz; Allah Resûlü de, namaza duracağı zaman bizim bu duyduğumuz sevinçten yüzlerce kat fazlasıyla sevinç ve coşkunluk duymaktaydı. Hani, uzun bir müddet Fatıma’dan (radıyallâhu anhâ) ayrı kalsaydı, sonra da O’na Fatıma (radıyallâhu anhâ) geliyor denseydi, O, ne kadar sevinir, nasıl mesrur olurdu; işte namaz vaktinin geldiğini haber veren sesi duyduğunda da O, daha çok sevinir, daha çok mesrur olurdu. Çünkü namaz O’nun sevgilisi, O’nun gözdesiydi.
Allah Resûlü’nün, kulluğu ve Cenâb-ı Hak’la olan irtibatı ve aynı zamanda tevhid-i ulûhiyeti ilan ve itirafı öyle derindi ki, şimdiye kadar bu derinliğe çok kimse akıl erdirememiştir. İşte yukarıda naklettiğimiz hadis de bunun en açık örneğidir. Hz. Âişe Validemiz (radıyallâhu anhâ) anlatıyor: “Bir gece uyandığımda, Allah Resûlü’nü yanımda göremedim. Aklıma, diğer hanımlarından birinin yanına gitmiş olabileceği ihtimali geldi. El yordamıyla etrafı yokladım. Elim ayağına dokundu. O zaman Allah Resûlü’nün namaz kılmakta olduğunu anladım.. başı secdedeydi. Kulak verdim, hıçkıra hıçkıra ağlıyor ve şöyle yakarıyordu:
“Allah’ım! Senin gazabından Senin rızana sığınırım. İkabından affına sığınırım. Allah’ım! Başka değil, Senden yine Sana sığınırım. (Celâlinden cemaline, gazabından rahmetine, azamet ve heybetinden, şefkat ve re’fetine sığınırım.) Zâtını senâ ettiğin ölçüde, Seni senâ etmekten âciz olduğumu itiraf ederim.”
İsterseniz şimdi de Ebû Zerr’i (radıyallâhu anh) dinleyin. Diyor ki: “Bir gece sabaha kadar namaz kıldı. (Dua ayetleri geldiğinde, o duaları ısrarla tekrar eden Allah Resûlü, namazını saygı, huşû ve taatin mozayiği hâline getirirdi. Nafile namazlarında, secdede, rükûda, kıyamda okuduğu çeşitli ve çok uzun dualar vardır.
O’nun ibadeti, bir bütünlük arz ediyordu. Namazı en mükemmel şekliyle eda ederken, başka bir ibadet çeşidi olan meselâ orucu da ihmal etmiyordu. Haftanın bir-iki gününü mutlaka oruçlu geçiriyor; hatta bazen o kadar uzun süre oruç tutuyordu ki, sanki hiç iftar etmiyor zannedilirdi. Bazen de işi fıtrî seyrinde bırakır ve herkes gibi iftar ederdi. Ancak oruçlu olduğu günler, diğerlerine kıyasla daha çoktu.
Namazda zirve insan
İbn Mesud (radıyallâhu anh) anlatıyor: (İbn Mesud, Kûfe’nin yüzünün akı, şanlı sahabi.. Hanefi mezhebi, ona çok şey borçludur. Alkame’ler, İbrahim Nahaî’ler, Hammad bin Ebî Süleyman’lar –ki Ebû Hanife’nin hocasıdır– hep onun altın ikliminde yetişmişlerdir. Sahabe, onu Ehl-i Beyt’ten zannederdi. Evet, O, Allah Resûlü’nün hanesine öyle teklifsiz girer çıkardı. Efendimiz, ona Kur’ân okutur, dinler ve ardından da, “Kur’ân’ı indiği gibi dinlemek isteyen, İbn Ümmi Abd’den (İbn Mesud) dinlesin.” buyururlardı. Hz. Ömer (radıyallâhu anh), onu Kûfe’ye gönderirken, hicran ve üzüntüsünü şöyle dile getirmişti: Kûfeliler! Eğer sizi nefsime tercih etmeseydim, Abdullah ibn Mesud’u (radıyallâhu anh) kat’iyen yanımdan ayırmazdım. Kısa boylu, sıska bacaklıydı. Ama o, bir ilim dağarcığı, daha doğrusu bir ilim okyanusuydu.)
İbn Mesud (radıyallâhu anh) diyor ki: Bir gün Allah Resûlü’yle beraber gece namazı kılmaya azmettim. Geceyi O’nunla geçirecek ve O’nun yaptığı ibadeti ben de yapacaktım. Namaza durdu, ben de durdum. Fakat bir türlü rükûa gitmiyordu. Bakara Sûresi’ni bitirdi, “Şimdi rükûa gider.” dedim; fakat O, devam etti; sonra Âl-i İmrân’ı, sonra da Nisâ Sûresi’ni okudu ve ardından rükûa vardı. Namaz esnasında o kadar yoruldum ki, bir ara aklıma kötü düşünceler geldi. Dinleyenler arasından biri sordu: Ne düşünmüştün? İbn Mesud (radıyallâhu anh): “Namazı bozup, O’nu namazıyla baş başa bırakmayı düşünmüştüm.”
Abdullah b. Amr da şu hâdiseyi naklediyor: Bir gece Allah Resûlü’nün arkasında namaza durdum. Durmadan şu âyeti okuyor ve hıçkıra hıçkıra ağlıyordu: “Allah’ım! Muhakkak onlar insanların çoğunu saptırmıştır. Kim bana tâbi olursa bendendir. Kim de isyan ederse, Gafûr sensin, Rahîm sensin.”
Haftanın duası
Rabb’imiz! Üzerimizdeki nimetlerin ve lütufların adedince Sana hamd ü sena, iki cihanın vesile-i saadeti, insanlığın medâr-ı şerefi ve ins u cinnin yanıltmayan rehberi Efendimiz Hazreti Muhammed’e, âline ve ashabına da sonsuz salât ü selam ediyoruz. Ne olur, halimize merhamet et; et de nezdinde kurbet kahramanlığını ihraz etmiş ve makbul kulların arasına girmiş seçkinlerin evsaf-ı hasenesiyle bizim ruhlarımızı da güzelleştir.
Sözün özü
Cenâb-ı Hak, kendi azamet ve celâline uygun şekilde ancak insan-ı kâmille bilinir. Diğer taraftan, insan-ı kâmil de, her şeyi O’nunla görür, O’nunla bilir ve O’na bağlayarak münasebete geçer. Ne var ki, bu görmelerin, duymaların, işlemelerin, başlamaların ve münasebette bulunmaların asliyet plânında bir tek mümessil ve kahramanı vardır; o da Hakikat-i Muhammediye’dir (sallallahu aleyhi ve sellem).
- tarihinde hazırlandı.