'Bismillah her hayrın başıdır'
Soru: “Bismillâh ile başlanmayan her önemli iş güdüktür (hayrı kesiktir).” hadisi ile “Elhamdülillâh ile başlanmayan her önemli işin de hayrı eksiktir.” hadisi nasıl telif edilebilir?
Bu karışıklığı önlemek için selefin, ikisini cem eden bir âdeti vardır. Onlar hayırlı bir işe başlarken, “Bismillâhirrahmânirrahîm Elhamdülillâhi Rabbi’l-âlemîn” diyerek hem Besmele hakkındaki emri hem de Elhamdülillâh’la alâkalı emri ve hükmü yerine getirmiş oluyorlardı.
Bu hadiste geçen bazı kelimelerden bir kısım ipuçları daha yakalamak mümkündür. Meselâ, “Besmele’yle başlanmayan iş ebterdir.” buyruluyor. Araplarda “ebter” daha ziyade nesli devam etmeyen kimseye derlerdi. Nitekim Âs İbn Vâil, Efendimiz’e o küstahça ifadesiyle ebter demişti ki, Kevser Sûresi bu münasebetle nâzil olmuştu. Allah bu sûrede Efendimiz’e “Biz sana kevseri verdik. Öyle ise sen de namaz kıl, kurban kes. Seni kınayıp ayıplayan ve hakkında çirkin söz söyleyen, ebterin ta kendisidir.” (Kevser Sûresi, 108/1-3) buyurmaktadır. O müşrik, Efendimiz’in, oğlu olmadığından dolayı, nesli devam etmeyecek manasına O’na “ebter” diyordu. Kelimenin bu manasından hareketle Besmele’yle başlanmayan bir işin devam etmeyeceğini, bir yere kadar gitse de ondan tam netice alınamayacağını anlamak mümkündür.
Besmele hakkında bildiğimiz şeyleri de düşünerek şunu söyleyebiliriz: Bismillâh her hayrın başıdır. Hangi hayırlı iş olursa olsun, mutlaka insanın “Bismillâh” ile başlaması gerekir. “Bismillâh”, Allah’ın adıyla demektir. Allah’ın adıyla başlayan bir iş ise, meyveleriyle öbür âlemde de devam eder. Burada Allah adına yaptığınız şeylerden dünyevî netice alamasanız dahi işin bereketi öbür âlemde devam edip gitmektedir. Binaenaleyh, Besmele’yle başlanmayan iş, bir yere kadar gitse de belli bir yerde kalır ve daha ileriye gitmez. Meselâ, Allah adına, hasbî ve ihlâsla çalışmayan herhangi bir kimse, işini bir yere kadar götürse de sonuçta bir yerde kalır ve daha ileriye gitmez. Ancak Allah’a dayalı işlerdir ki, –burada her zaman olmasa da– öbür âlemde devam edip durur ve semereleri itibarıyla kat’iyen kesilmez. Yani onun mütemadî bir yümün ve bereketi olur.
Bunu anlamak için Hz. Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) Allah adına, Besmeleli işine bakılması yeterlidir. Kâinatın Fahrı, maddî hükümranlık, nübüvvet ve kalplere hâkimiyet vaadiyle gelmiş, kalplerin sevgilisi, kafaların da mürebbi ve musarrifi olmuştur. Allah adına olduğundan dolayı da O gönüllere taht kurmayı bilmiş ve âlemin sevgilisi olmuştur. Ve O’nun hâkimiyeti dış yönüyle İsm-i Zâhir’in cilvesi olarak asırlarca devam etmiştir.
Her ne kadar yirminci asırda O’nun şahs-ı mânevî olarak tam hâkimiyeti göze çarpmıyorsa da, bir manada yeryüzündeki bütün sistemler Efendimiz’in getirdiği yümün ve bereketten istifade etmişlerdir/etmektedirler. Meselâ, devlet ve devletçilik adına, işçi sınıfının haklarını koruma konusunda insanlığın O’ndan alacağı çok şey olduğu gibi, kapital mevzuunun dengeli ele alınmasında da O tam bir rehberdir. Tarih boyunca O’nun getirdiği sistem –bu sistem bazen suistimal edildiğinden dolayı ifrat ve tefritlere girilse de– hep denge unsuru olmuştur. İşçi-patron münasebetini ilk defa ele alan Efendimiz’dir. İşçi-patron ilişkilerinin nasıl olması gerektiği hususunun Avrupa’ya Endülüs yoluyla geçmiş olduğu düşüncesini paylaşan bir hayli ilim adamı vardır. İhtimal O’ndan sonra, sınıflar arasında muvazene kurulamadığından dolayı kavga ve anarşiye meydan açılmış ve peşi peşine ayaklanmalar olmuştur.
Hammâdûn ümmeti
Elhamdülillâh’la başlama mevzuunda bir de akta’ tabiri vardır ki, bitik, kesik manalarına gelir. Ümmet-i Muhammed, Tevrat’ta “Hammâdûn” yani çok hamdedenler diye anlatılır. Efendimiz de çok hamdeden ümmetin, “Muhammed” isminde çok hamdedilen, övülen, “Mahmud” isminde övgüye mazhar, “Ahmed” isminde ziyade öven, medheden ve hamdeden bir peygamberidir. Bundan anlıyoruz ki, “Hammâdûn” olan bir ümmetle “Muhammed”, “Ahmed” ve “Mahmud” olan o ümmetin Peygamber’i arasında çok sıkı bir münasebet bulunduğu gibi, bütün kitapları hulâsa eden, Elhamdülillâh ile başlayan ve namazda beş defa tekrarlanan ve Elhamdülillâh ile anlatılan ümmet-i Muhammed arasında ciddî bir münasebet var. Öyle ise bu ümmet hamdetmelidir; bu ümmetin ilk sözü hamd, Cennet’e dâhil oldukları zaman son sözleri de yine hamd olacaktır. Bundan dolayı burada işlerini hamd ile yürütmeyen, hamd ile başlatmayan bir insan için dünyada bu nimetler bitiverdiği gibi, ahiret adına bereketi de devam etmez.
Dünyada bu şekilde hamd etmeyenler, ahirette dirildikleri zaman, “Hamdolsun bizi bu Cennet’e eriştiren Allah’a! Eğer Allah bizi muvaffak kılmasaydı, biz kendiliğimizden yol bulamazdık. Rabb’imizin elçilerinin gerçeği bildirdikleri bir kere daha kesinlikle anlaşılmıştır.” (A’râf Sûresi, 7/43) diyemezler. Esasen orada bunu diyebilmek çok önemlidir. Bunun için de dünyada “Besmele” ve “Hamdele” asla terk edilmemelidir.
Benden vali olmaz
Hz. Ömer (radıyallâhu anh) kendi anlayış inceliği, zarafet ve nezaketi içinde valiler bulur ve onları görevlendirirdi. Bir gün, Medine’deki “Baki-i Garkad” mezarlığında gezerken, etrafında bulunanlara bir teklif getirir ve “Herkes en çok istediği bir şeyi söylesin.” der.
Her birisi bir talepte bulunur. Birisi, “Benim bin deve yükü hazinem olsa da Allah yolunda dağıtsam!” derken, diğeri, “Allah bana uzun bir ömür verse de bu ömrü hep ibadet ü taatte geçirsem!” temennisinde bulunur.
Bir başkası daha değişik bir arzusunu dile getirir. Sıra Hz. Ömer’e gelince o da şöyle der: “Keşke şu Umeyr b. Sa’d gibi bir adamım olsaydı da onu bir yere vali tayin etseydim!”
İşte bu Umeyr, bir gün çarıkları sopasının ucunda, yalınayak ve üstü başı toz-toprak içinde Medine ufkunda belirince Hz. Ömer hemen gidip onu istikbal etti ve bağrına bastı.
Ancak Umeyr’in bu hâli çok rikkatine dokundu: “Ne kötü bir cemaatin varmış! Seni ta Şam’dan buraya yaya göndermişler!” dedi. Ancak Umeyr halifenin bu sözünü tasdik etmedi. Kılı kırk yaran bir insan hassasiyeti içinde, “Yâ Ömer, ben ayrılırken o cemaat sabah namazı kılıyordu, onlar hakkında nasıl böyle konuşulabilir?” deyiverdi. Biraz sohbetten sonra Hz. Ömer, ona niçin geldiğini sordu. Aldığı cevap aynen şu olmuştu: “Karşıma mürafaa (bir dava duruşması) için bir mü’min ile bir zimmî çıktı. Bir ara canım sıkıldı ve haksız olan zimmîye yakışıksız bir söz sarf ettim. Sonra da pişman oldum ve kendi kendime karar verdim ve ‘Benim gibi birinden vali olmaz!’ dedim. Zira huzuruma mürafaaya çıkan bir kimseye itap edebiliyorum.”
Hz. Ömer ısrar eder ve: “Döneceksin eyaletinin başına! Senin gibi adamlar vali olmazsa kim vali olacak?” O ise, “Dönemeyeceğim yâ Ömer! Beni bağışla, ben valilik yapamam!” der. Vicdanlar bu kadar duru ve engin, idare edenlerde de “Kavmin efendisi, ona hizmet edendir.” esası hükümferma idi.
Hz. Ömer’in bir başka valisi Said b. Âmir’dir. O da koskoca bir eyaletin valisiydi. Buna rağmen, Hz. Ömer bir gün o eyaletin fakirlerinin isim listesini isteyince, defterdarın hazırladığı listenin başına da Said b. Âmir’in adı yazılmıştı.
Hz. Ömer, önce onun adını görünce şaşırmış ve yanındakilere, “Bu bizim Said mi?” diye sormuştu. Aldığı cevap hakikaten ibret vericiydi: “Evet, eyaletin en fakiri Said’dir.” denilmişti.
Haftanın duası
Yâ İlâhenâ! Bizi nezdinden öyle bir inayetle te’yîd buyur ki, gönüllerimiz ve ruhlarımız gerçek hayatın içlere inşirah salan nefesleriyle dolup taşsın.. imanın hakikatini göster.. yakîn zirveleriyle tanıştır; tanıştır da ihlas ve samimiyet, fıtratlarının bir derinliği haline gelmiş salih kullarının teveccühleri ölçüsünde bir teveccühle yüzlerimizi Sana çevirebilelim; Sen’in kapından başka hiçbir kapının dilencisi olmayalım.
Sözün özü
Fatih ruhlar; bir gün iyilik ve güzellik adına bütün yeryüzünü yemyeşil hâle getirseler bile, vazifemiz bitti deyip, bir kenara çekilmez ve ruhlarının ilhamlarını boşaltmak için gezegenlere seyahatler tertip etme yollarını araştırırlar. Daha doğrusu aramalıdırlar, aramak zorundalar. Aksi hâlde içten çürümeler başlar ve bünye kendi rağmına hareket ederek, için için kendini yer ve bitirir. Tarih bunun nice örnekleriyle doludur.
- tarihinde hazırlandı.