Duanın özü Hakk’a teveccühtür
Küllî bir nazarla bakıldığında dua ve münacatlarda esas olanın Hakk’a teveccüh olduğu anlaşılmaktadır. Yani Cenâb-ı Hakk’a yapılan tazarru ve niyazların ortak noktası, O’na teveccüh etmek, O’na açılan kapının tokmağına dokunmak veya düğmesine basmak demektir.
Allah Teâlâ’ya yapılan dua ve niyazların bütünü için geçerli olan diğer bir hususiyet de, bu duaların bizim kuvve-i maneviyemizi takviye etmeleridir. Yani Hâkim-i Mutlak olan Allah, bizimle beraber olduktan, mü’min de bunun bilincinde olarak hareket ettikten sonra hiçbir kimsenin veya hâdisenin dua dua yalvaran bir mü’mine zararının dokunması mümkün değildir. Duaların mü’mine kazandırdığı sırlardan biri de Allah’a karşı yaptığı niyazların onun için çok yüksek bir moral kaynağı olduğudur.
Efendimiz’in yaptığı dualardan biri şöyledir: “Allah’ım! Üzüntüden, tasadan, acizlikten, tembellikten, korkaklıktan, cimrilikten, borca yenik düşmekten, başkalarının ayağı altında iki büklüm kalıp ezilmekten, bazı insanların galebe ve tasallutundan Sana sığınırım.” (Buhârî)
Efendimiz’in yaptığı bu duada istiâze ettiği hususlardan biri “hazen”dir. Hazen; tasa, keder ve işin sarpa sarması gibi manalara gelir. İnsanın içindeki tasa ve keder, bazen hem işlerin sarpa sarmasına hem de iradeyi felç eden bir çaresizlikle bunalımlara sebebiyet verir. Buna karşılık yapılacak şey, Allah’a sığınma olmalıdır. Zira gerçek melce’ ve mencâ (sığınılacak yer) Allah Teâlâ’dır; evet, sadece O’na sığınılır ve her şey O’ndan beklenir. Böyle bir mülâhaza, aynı zamanda kulun Rabb’isine karşı edebi ve saygısının gereğidir. Eskiden tekyelerde kapının arkasında “Edep Yâ Hû!” yazılırdı. Nasıl ki sahabenin Peygamber Efendimiz’le gizli bir şey konuşmak istediğinde –âyetin ifadesiyle– sadaka vermesi gerekirdi. (Bkz. Mücadele, 58/12) Şüphesiz bu, onların mazhar olduğu nimetten ve hiç de ucuz olmayan bir mülâkata şükran nişanesiydi.
İşte mü’min, Allah’a yalvarmak ve tazarru, niyazda bulunmakla aslında O’nunla gizlice konuşmuş olmaktadır. Bu da bir manada kendi güç ve kuvvetinden teberri etme manasına gelir ki mü’minin yaptığı böyle bir dua ile âdeta “Kendi güç ve kudretimden teberri ettim ve Senin güç ve kuvvetine sığındım Allah’ım!” demektedir. “Allah’ım! Bütün eşrârın şerrinden, füccârın keydinden Sana sığınıyorum!” demenin yanı başında, “Nefsimin şerrinden de Sana sığınıyorum.” demiş olmaktadır. Böyle bir duada bulunma bu manaları ihtiva ettiği gibi bir de “Allah’ım! Eğer Sen muhafaza buyurmazsan hiç kimse beni koruyamaz.” manasını da muhtevidir. Bu da, doğrudan doğruya O’ndan O’nu istemek demektir.
Mevzu ile alâkalı mülâhazalarla ele aldığımız duaya devam edecek olursak, “tasa ve kederden” sıyrılma meselesinin de bir mü’min için çok önemli olduğunu söyleyebiliriz. Yani bu dua, insanın tasa ve kederlerinin ruhunu sarmasına sebep olan ihmal, söz ve davranışlardan uzak durmayı da nazara vermektedir. Bu açıdan böyle bir duayı yapan mü’minin aynı zamanda tasa ve kederlerden sıyrılma gayreti ve cehdi içinde olmasının gerekliliği söylenebilir.
Sebeplere riayet sorumluluğu
Binaenaleyh hem düşünce ve duygularımızı hem de davranışlarımızı alâkadar eden dua gibi bir meselede esbap her şey demek değildir. Bir diğer yönüyle de madem dua ile istediğimiz hususu hedef olarak ele alıyoruz ve bu husus bizim için bir gaye-i hayal oluyor; hatta onunla matlubumuza ulaşmak istiyoruz. Öyle ise bu isteklerimizin aksini netice verecek esbaba karşı tavır almamız gerekmektedir. Aynı zamanda arzu ettiğimiz hususlara ulaşmak için de gerekli sebeplere riayet etmemiz lâzımdır. Hususiyle de esbap dairesinde bulunduğumuz sürece –ki bu durum insanın ömrü bitene kadar devam eder– sebeplere riayet bizim için bir sorumluluktur.
Ayrıca Allah’a olan yalvarma ve yönelişlerdeki ortak esprilerden biri de onların birer reçete olmalarıdır. Peygamberimiz’e gelen bir sahabi, fakirlikten dert yanıp bir türlü bunu aşamadığını ifade edince Allah Resûlü ona sabah namazından sonra üç defa bu duayı okumasını tavsiye eder: “Allahım! Üzüntüden, tasadan, acizlikten, tembellikten, korkaklıktan, cimrilikten, borca yenik düşmekten, başkalarının ayağı altında iki büklüm kalıp ezilmekten, insanların galebe ve tasallutundan Sana sığınırım.” (Buhârî) Burada Efendimiz, mü’mine bir yandan fakirlikten kurtulmanın reçetesini verdiği gibi diğer yandan da onu bu sonuçlara götürücü hususlardan kaçınması konusunda da uyarmaktadır.
Burada bir hususu daha arz etmek istiyorum. Kaba sebepçi bazı insanlar gibi meseleye “Asıl olan, duayı okumak değil. Önemli olan, duanın gereklerini fiilen yerine getirmektir.” şeklinde yaklaşmak oldukça yanlıştır. Zira bir mü’min her şeyi Allah’tan ister ve mü’minin kaybettiği şey ayakkabısının bağı da olsa onu Allah’tan istemelidir. Fakat öyle bir istekle O’na sığınmak başkadır, O’nu her şeyin mercîi, melcei ve mencâı bilmek daha başkadır.
İman, Allah’ın yaktığı bir şem’adır
Allah (celle celâluhu) dilediğini hidayete sevk eder, dilediğini de dalâlete düşürür. Bu hakikat, Kur’ân-ı Kerim’in mükerrer yerlerinde zikredilir. Bu hususta meşîet-i ilâhî esastır. Hidayet ve dalâlet Allah’ın yaratmasıyladır. Bu mevzuda kulun mübaşereti o kadar önemsizdir ki, âdeta hiç hesaba katılmamakta ve doğrudan doğruya hidayetin yaratılması Zât-ı Ulûhiyet’e isnat edilmektedir.
İsterseniz konuyu biraz daha açalım: Meselâ, insan yemek yeme ve su içme ameliyesini yapar. Yemek ve içmekle vücudun içine giren çeşitli protein ve vitaminler gidip yerlerini alırlar ve bunlar bedende kendilerine ait fonksiyonları ifa ederler. Bütün bu hususlar öyle hassas hesaplara göre cereyan eder ki, insanın sadece lokmayı ağzına koyması bu işleri halletmeye yetmez. Allah tükürük bezlerini harekete geçirir, onun ağzını ıslatır. Ağızda daha yemek ıslanırken beyne haber gider ve hemen oradan mideye mesaj gönderilir. Bunun üzerine midedeki bütün fakülteler faaliyete geçer ve mide kendine ait fonksiyonu eda etmeye başlar. Daha sonra bağırsaklara bir mesaj gönderilir ve orada bir kısım şeyler halledilir. Şimdi nankör biri kalkıp da, “Bütün bu faaliyetlerin hepsini ben kendi irademle yaptım!” dese, Allah’ın icraatında kendini O’na şerik saymış olmaz mı?
Hidayet meselesine gelince, o öyle mühim bir meseledir ki, onda insanın en küçük bir dahli yoktur. Meselâ siz çok defa, bir kalp inşirahı ve inbisatı içinde içinizi döküyorsunuz. Olabildiğine müessir bir üslûpla anlatacağınız şeyleri anlatıyorsunuz. Ancak bir türlü muhataplarınıza müessir olamıyorsunuz. Allah, bazen istediklerinizi lütfetse de her zaman olmaz; olması O’nun meşîetine (dilemesine) bağlıdır.
İman zevki, aşkı ve hazzı, Cennet iştiyakı ve Cenâb-ı Hakk’a yönelmeye teşne olma keyfiyeti öyle ilâhî bir ihsandır ki, Allah bunu sadece dilediklerinin ruhuna ifâza eder de etmedikleri mahrum kalır. Onun için Sadüddin Teftazânî bu mevzuu tarif ederken, “İman, insanın cüz’î iradesini kullanması suretiyle, Allah’ın, insanın içinde yaktığı bir şem’adır.” der. Şem’ayı yakan Allah’tır ve insanın bunda dahli gayet cüz’îdir. Evet, insan cüz’î iradesini kullanır; düğmeye dokunur, Allah da onun hayatını tenvir eder.
Haftanın duası
Ey her zaman ilahî rahmetiyle muamele edip mahlûkatın bağrına da şefkat hissi dolduran Raûf! Ne olur, bu âciz ve korunup kollanmaya muhtaç kullarını, mülhitlerin tecavüzünden, münafıkların şerrinden, fasıkların fitnesinden sıyanet buyur! Bütün inananları; karanlık düşünce, karanlık ruh ve kara seslerin, gayretine dokunduğuna inandığımız tecavüzlerine, tahkirlerine, tezyiflerine ve plânlarına karşı koru. Âmin.
Sözün özü
Başka yerlerde, başka zamanlarda kuvvetin hâkim, hukukun derbeder olmasına mukabil bu mübarek toplumda, hukuk esas, adalet şâyi, insanlar birbirine yardımcı ve kuvvet de her zaman hakkın emrindeydi. Bir vücudun uzuvları gibiydi millet fertleri; birbirlerine saygılı davranır, biri diğerinin önem ve lüzumuna inanır; paylaşmasını bilir; farklı düşünce ve mütalaaları zenginlik sayar ve değişik düşüncelere karşı da saygılı olurlardı.
- tarihinde hazırlandı.