Salât ü Selâm bir vefa borcudur

Fethullah Gülen: Kürsü: Salât ü Selâm bir vefa borcudur

Her fırsatta, Peygamber Efendimiz’e (aleyhissalatu vesselam) salât u selâm getirmemiz O’na karşı vefamızın gereğidir. Çünkü salât u selâmlarla O’nu her anışımız, hem O’nun peygamberliğini bir tebrik, hem getirdiği saadet-i ebediye müjdesine karşı bir teşekkür ve hem de bildirdiği fermanlara itaatimizi ve biatimizi yenilememiz manasına gelmektedir.

Evet, Efendiler Efendisi’ne salât u selâm okumakla, ahd-ü peymanımızı yenilemiş, ümmeti arasına bizi de dâhil etmesi isteği ile kendisine müracaat etmiş oluyoruz. “Seni andık, Seni düşündük; Allah Teâlâ’ya Senin kadrini yüceltmesi için dua ve dilekte bulunduk” demiş ve “Dahîlek ya Resulallah – Bizi de nurlu halkana al ey Allah’ın Resulü!” talebimizi tekrar ederek onun engin şefkat ve şefaatine sığınmış oluyoruz. Dolayısıyla, salât u selâma Efendimiz’den daha çok biz muhtaç bulunuyoruz. Ona müracaatımızla mevcudiyetini, büyüklüğünü kabullenmiş ve küçüklüğümüzü, hiçliğimizi ilan etmiş; aczimiz ve fakrımızla beraber, şiddetli ve çok büyük bir günün endişesiyle Resul-i Ekrem’e dehalet etmiş, arz-ı ihtiyaç ve arz-ı halde bulunmuş oluyoruz.

Salât; tebrik, dua, istiğfar, rahmet gibi anlamlara gelmektedir. Salât kelimesinin çoğulu “salavât” gelir. Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyrulur: “Allah ve O’nun melekleri Peygamber’e hep salât ederler. Ey mü’minler, siz de O’na salât (ve dua) edin ve samimiyetle selam verin.” (Ahzab, 33/56) Bu âyet-i kerimeyle, Peygamberimiz’e salât ve selamlar getirerek hürmetlerini arz etmek her Müslüman’ın yapması gerekli olan bir görevdir. Her Müslüman en azından “Âllâhümme salli alâ Muhammed - Allah’ım! Rahmet ve bereketin Efendimiz Hazreti Muhammed üzerine olsun” diyerek salât getirmek mecburiyetindedir.

Burnu sürtülecek kimse

Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Yanında benim adım anılıp da bana salât getirmeyen kişinin burnu sürtülsün, hakarete uğrasın.” buyurmuştur. Bununla beraber, Peygamberimiz’in ismi her işitildiğinde veya anıldığında salât getirilip getirilmeyeceği hususunda; bazı âlimler, bir yerde, Hz. Peygamber’in adı ne kadar anılırsa anılsın bir defa salât edilmesi yeterlidir derken, âlimlerin çoğunluğu ise Efendimiz’in adı her anıldığında salât u selâm getirilmesi gereklidir demiştir. Bazıları, insanın, ömründe bir kere salât u selâm getirmesinin vacip olduğunu söylerken, İmam Şâfi gibi kimseler de nâm-ı celil-i Muhammedî ne zaman anılırsa anılsın hemen salât u selâmla O’na senada bulunmak gerektiği kanaatindedirler. Nitekim hadis ilmiyle uğraşanlar, Hazreti Peygamberimiz’in hadislerini rivayet ederken, O’nun adı ne kadar çok anılırsa anılsın, her anılışında, “Sallallahu aleyhi ve sellem” diyerek hürmet ve vefalarını ifade etmişlerdir. Hatta bazı yerlerde, ezanda Efendimiz’in ism-i şerifi de anıldığı, “Eşhedu enne Muhammeden Resulullah” dendiği için, ezandan sonra da salât u selâm okunagelmiştir. Erzurum da bu yerlerden birisidir. Orada da, ezanı müteakip “es-Salâtu ve’s-selamu aleyke ya Resulallah, es-salâtu ve’s-selamu aleyke ya Habîballah, es-salâtu ve’s-selamu aleyke ya hâteme’n-nebiyyîne” şeklinde salât okurlar. Aslında, ezan kelimelerinin içinde böyle bir salât u selâm yoktur, fakat bir vefa borcu olarak söylerler.

  • Her fırsatta, Peygamber Efendimiz’e (aleyhissalatu vesselam) salât u selâm getirmemiz O’na karşı vefamızın gereğidir.
  • Efendimiz’e salât u selâm okumakla, ahd-ü peymanımızı yenilemiş, ümmeti arasına bizi de dâhil etmesini istemiş oluyoruz.
  • Peygamberimiz Hâtemü’l-Enbiya’dır, bütün vusûl yollarının başındadır. Onun cadde-i kübrâsının dışında kurtuluş yolu olamaz.

Evet, salât u selâm meselesine bir vefa borcu nazarıyla bakmak lazım. Biz Efendimiz’e karşı borçluyuz. Allah, bazılarımız için ağır gelebilecek şekilde her an o borcu ödüyor olma şuuru içinde bulunmakla bizi mükellef kılmamış. Hayatımızın her saniyesinde O’nu hatırlıyor olma, O’na hiç durmadan salât u selâm getirme teklifinde bulunmamış. Fakat biz zaten O’nun getirdiği dinin hükümlerine riayet ettiğimizde bir yönüyle O’na karşı medyuniyetimizi de sürekli ve fasılasız dile getirmiş oluyoruz.

Günde beş defa minarelerimizden olduğu gibi gönüllerimizden de yükselen ezanımızı düşünün.. Her namaza yürüyüşümüzde,

Gök nura gark olur nice yüz bin minareden,
Şehbal açınca ruh-u revân-ı Muhammedî;
Ervah cümleten görür “Allahu Ekber”i,
Aks eyleyince arşa lisan-ı Muhammedî.” (Yahya Kemâl)

sözlerinin hakikatini seslendiriyor ve önce ezanla vefamızı ilan ediyoruz. Zât-ı Uluhiyet’in yanında Efendimiz’in nâm-ı celîlini de anıyoruz. “Lâ ilahe illallah”ın, “Muhammedün resûlullah”tan ayrılamayacağını, şehadetin ancak ikisini beraber söylemekle gerçekleşmiş olacağını gösteriyoruz. Üstad Hazretleri’nin de Mektubât’ta belirttiği gibi, kelime-i şehadetin iki kelâmının birbirinden ayrılamayacağını, onların birbirini tazammun ve ispat ettiğini, biri birisiz olmayacağını ifade ediyoruz. Evet, madem Peygamberimiz (aleyhissalâtü vesselâm) Hâtemü’l-Enbiya’dır, bütün enbiyanın vârisidir. Elbette O, bütün vusûl yollarının başındadır. Onun cadde-i kübrâsından hariç hakikat ve necat yolu olamaz. Umum ehl-i marifetin ve tahkikin imamları, Sâdi-i Şirâzî gibi derler: “Ey Sâdî! Muhammed’i (sallallahu aleyhi ve sellem) örnek almadan bir kimsenin selâmet ve safâ yolunu bulması imkânsızdır.”

Gözüm seninle aydın...

Cenab-ı Hakk’ın isminin yanında Efendimiz’in de adının bulunmasıyla alakalı Endülüslü büyük âlim Kadı Iyaz, Şifa-i Şerif’inde şunu nakleder: Hazreti Âdem, kendisine yasaklanan meyveden yedikten sonra Cenâb-ı Allah’a Efendimiz’i şefaatçi ederek yalvarmış; “Muhammed hürmetine beni affet!” demiştir.

Allah Teâlâ’nın, “Sen Muhammed’i nereden biliyorsun?” sorusuna karşılık da, “Ben, Cennet’in kapısında ‘Lâ ilâhe illallah, Muhammedun rasûlullah’ yazısını gördüm. İsmi, Senin İsm-i Şerif’inin yanında anılan biri, Senin yanında en kıymetli olsa gerek!” şeklinde cevap vermiştir.

Bazı kitaplarda rivayet edildiğine göre, ezanı işiten kimse, birinci “Eşhedü enne Muhammeden Rasûlullah” denilince: “Sallallahu aleyke ya Resûlallah (Allah sana salât etsin, ey Allah’ın Peygamberi!)” der. İkinci defa, “Eşhedü enne Muhammeden Resûlullah” denilirken de “Karret aynî bike, ya Resûlallah (Gözüm seninle aydın oldu/olsun, ey Allah’ın peygamberi!)” der. Bunları söylerken de, baş parmaklarının uçlarını öperek gözlerine sürer ki, bunun müstehab olduğu ifade edilir.

Gözüm seninle aydın oldu... Ne güzel bir söz. Hani, Türkçemizde “göz aydınlığı” tabirini kullanırız.. Çocuğu doğana, oğlu askerden gelene, evladını evlendirene... hep “gözünüz aydın olsun” deriz ya! İşte “Karret aynî bike ya Resûlallah” sözünün karşılığı da aynı manadır. Yani, onun nam-ı celilinin her ilan edilişinde âdeta yeni bir viladete, yeni bir vuslata ve bambaşka bir şeb-i arûsa şahit oluyor gibi “Ya Resûlullah! Seninle gözümüz aydın oldu” deriz: Sen geldin her şey karanlıktan kurtuldu, her varlık ışığa gark oldu. Sen geldin, gözlerimizin içi aydınlandı, kalbimiz aydınlandı, dünya aydınlandı, ukbaya giden yollar aydınlandı. Sen geldin, yürüdüğümüz yollar nurlandı, adımımızı atacağımız, ayağımızı basacağımız yerler aydınlandı.

Ezan bitince, bu defa da ezan duasıyla vefa borcumuzu eda etmeye çalışır, Efendimiz’e bir nevi salât u selâm getirir ve O’nun makam-ı mahmûd’a nail olması için dua ederiz. Sonra ikamet getirilir, orada da bir kere daha nâm-ı celil-i Muhammedî’yi zikrederiz.

Evet, şuurlu ya da şuursuz, ama keyfiyeti nasıl olursa olsun bu vefa borcumuzu ve şükran hissimizi ezanla, ikametle, namazla, teşehhüd ve tahiyyatla.. bir şekilde ifade ediyoruz.

Haftanın duası

Ey ululuğu ve azametiyle beraber bize bizden daha yakın bulunan Yüceler Yücesi Rab! Bütün varlık Senin cömertliğin sayesinde her istediğini rahatlıkla bulabilmektedir. Küçük bir teveccühün bütün dilencileri sultanlar seviyesine yükseltmeye yeter. Şimdi aç hazinelerinin kapısını ki dünya hükümdarlarının gözleri servet görsün; saç kendi bağının güllerini ki her taraf ıtriyat çarşısına dönsün. Habîb-i Ekrem’in ile âl ü ashabına salât ü selamlar olsun...

Sözün özü

Cenâb-ı Hak, kendi azamet ve celâline uygun şekilde ancak insan-ı kâmille bilinir. Onunla görülür, onunla işitilir ve onunla duyulur. Diğer taraftan, insan-ı kâmil de, her şeyi O’nunla görür, O’nunla bilir, O’nunla tutar ve O’na bağlayarak münasebete geçer. Ne var ki, bu görmelerin, duymaların, işitmelerin, işlemelerin, başlamaların ve münasebette bulunmaların asliyet plânında bir tek mümessil ve kahramanı vardır; o da, Hakikat-ı Muhammediye’dir (sallallahu aleyhi ve sellem)

Pin It
  • tarihinde hazırlandı.
Telif Hakkı © 2024 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.