Amelin ruhu ihlas ve samimiyettir
İhlas ve amel, ruh ve ceset gibi biri diğerini tamamlayan iki özdür. Amelsiz ihlas olamayacağından ameli olmayan bir insanın “ben ihlaslıyım” demesi de mümkün değildir.
Zira ihlas, cesetteki ruh gibidir. İnsan bir şeyler yapsa ve yaptıklarında da ihlaslı olmasa, onun amelleri cansız bir ceset gibi olur. Bu itibarla ihlassız bir amel bütün manevî kapıları aşıp geçse de, rıza kapısına varınca orada takılır ve daha ileriye gidemez. Böyle birinin ameli o önemli basamakta bir paçavra gibi insanın suratına çarpılır. Allah muhafaza buyursun!
Allah nezdinde ameller tamamen ihlasa bağlıdır. Bediüzzaman Hazretleri’nin dediği gibi: İhlaslı bir dirhem amel, ihlassız batmanlarla halis olmayan amele müreccahtır. İnsan her hususta, oturmada, kalkmada, düşünmede, konuşmada, hatta sevmede dahi ihlaslı olmalıdır. Sevginin bile ihlaslı bir zerresi, batmanlarla ücretli muhabbete tereccuh eder. Bir şair bunu ifade ederken şöyle der: “Ben sevgim karşılığında kimseden bir mukabele, bir ücret talep etmiyorum; çünkü karşılığında ücret ve mukabele istenen sevgi değersizdir.” Buna göre şayet bir işte Allah’ın rızası esas alınmışsa bu, ona kuvvet kazandırır; zira o insan ihlas sayesinde Allah’a dayanmış olur. Her şeyiyle Allah’a dayanan insan ise yenilmezliğe erer. Öyleyse amel ve ihlası birbirinden ayrı düşünmek söz konusu olmamalıdır.
Hem amel hem de ihlas üzerinde ısrarla durulmuştur; zira hiç kimse, ihlaslı amele muvaffak olamıyorum diye amelinden vazgeçmemelidir. İnsan amelinin yanında kendini ihlaslı olmaya da zorlamalıdır. Aksi halde o, şeytana aldanmış olur. Bazen böyle birine “Falan adam gösteriş için namaz kılıyor.” diyebilirler; ne var ki biz bir mümin hakkında, gösteriş için namaz kılıyor diye suizanda bulunamayız. Evet, bazen insan namaza durunca aklına namazın tadil-i erkânını başkalarına göstermek gibi düşünceler gelebilir. Ancak abdest alma, namaz kılma, hele kısa gecelerde yatsı namazını kılma, sonra sabah namazına kalkma ve sıcakta terleye terleye teravih namazını eda etme gibi külfetleri, sırf gösteriş olsun diye hiç kimse kolay kolay göze alamaz. Her şeye rağmen çok çetin olan bu işlere katlanırken bir insanın aklından bu tür şeyler geçebiliyorsa o bütün bütün müraî demektir. Binaenaleyh, herkes amel ederken, amelinin Cenab-ı Hakk’ın rızasına muvafık olup olmadığı endişesiyle tir tir titremelidir. Evet, insan, amelinin kabul olup olmaması üzerinde durmamalı, onu düşünmemeli ve “Ben bana düşeni yapmaya çalıştım, elimde çok küçük bir armağanla Rabb’imin kapısına geldim; kabul edip etmemek O’nun bileceği şeydir, ama ben, kabul edeceği ümidini beslemekteyim.” demelidir.
- İhlas, cesetteki ruh gibidir. İnsan bir şeyler yapsa ve yaptıklarında da ihlaslı olmasa, onun amelleri cansız bir ceset gibi olur.
- Bir insan yapacağı bir işte Allah’ın rızasını esas almışsa bu, ona kuvvet kazandırır; zira o kişi ihlas sayesinde Allah’a dayanmış olur.
- Hem amel hem de ihlas üzerinde ısrarla durulmuştur; zira hiç kimse, ihlaslı amele muvaffak olamıyorum diye amelinden vazgeçmemelidir.
Kırık Testi
Hz. Mevlana, konuyla ilgili latif, hikmetli ve nükteli bir kıssa anlatır: Çölde kendi halinde, fakir ve mütevekkil bir adam vardır. Hanımı onu Bağdat’taki halifeyi görmesi ve onun ikramlarına nâil olması için teşvikle elindeki bir testi suyu hediye olarak götürmeye ikna eder. O da hakikaten çölde en değerli hediye olabilecek bir testi temiz yağmur suyu alıp yola çıkar. Yolda her türlü tehlikeden testisini koruyarak Bağdat’a ulaşır. Saray görevlileri kendisini karşılar, saraya alıp büyük iltifatlarda bulunurlar ve “Hünkârımız sizi kabul edecek” derler. Padişah, Dicle’nin çağlamasına bakmayıp onun hediyesini kabul eder ve sarayda istediği kadar misafiri olarak kalabileceğini söyler. Giderken de testisine altın doldurup eline verir ve şöyle der: “Senin gücün buna yetiyordu, bunu getirdin. Elinde olsaydı kervanlarla gelen elçilerin hediyelerine denk şeylerle gelecektin.” Dönüşte saray görevlileri onu beldesine daha kısa bir yoldan götürürler ve giderken de Dicle’nin üzerinden geçerler. Adam bakar kocaman ırmak çağlayıp gidiyor. Suyun kaynağındaki halifeye getirdiği bir testi sudan dolayı biraz utanır ve “Böyle altından ırmaklar akan bir sarayda oturan halifenin benim bir testi suyumu kabul edip bana hediyeler vermesi onun büyüklüğünden; zira bu suyun onun hazinesine hiçbir şey katmayacağı gibi, hazinesindeki sulara nispeten de ancak deryaya nispeten damla mesabesindedir” der.
İşte bizim, Rabb’imize karşı ibadet ü taatımız da, Hazreti Mevlânâ’nın anlattığı, bu sermayesi bir testi çöl suyu olan adamın armağanı mahiyetindedir. O yüzden bizler her zaman; “Ey bu yerlerin malik-i hakikisi, ey bütün hazinelerin sahibi! Bizim, ibadet adına sunduğumuz şeylerin hiçbirine Sen muhtaç değilsin, bunları bizden bir sadakat nişanesi olarak istiyorsun. Biz de bunun için elimize geçen bu küçük şeylerle Senin Dergâh-ı nezd-i ehadiyetine sığınıyor, damlamızı derya yapmanı diliyoruz.” demeliyiz. İşte bu, ihlastır, samimiyettir, özyürekliliktir.
Sen benim olunca
İnsan, emredildiği için ibadet yapmalı; evet, biz ibadetimizi Rabb’imiz emretti diye yapmalı ve neticede de “rıza-yı ilahî” demeliyiz. Zira Rabb’imiz hoşnut olduktan sonra başka bir şey olmasa da olur.
Ama O razı olmazsa, yapılan şeylerin hiçbiri bir kıymet ifade etmez. Evet, amelde rıza-yı ilahî olunca her şey tamam demektir. Burada bir menkıbe ile meseleyi tenvir edebiliriz: Harun Reşid’in Bermekîlerden Cafer adında bir veziri vardır. Abbasî hilafetine karşı kötülükleri olmuştur ama yine de sadık bir insandır. Harun Reşit onu evvela kızkardeşiyle evlendirmiş, sonra da bir kısım melhuz veya muhakkak ihanetlerden ötürü öldürtmüştür. Halife bir gün tebasına hediyeler dağıtırken Cafer’i de çağırtır;
-Sen de bir şey iste vereyim, der. O, hiçbir şey istemez ve
-Canının sağlığı hünkârım, diye cevap verir.
-Servetimin dörtte birini.
-Hayır, istemem, der.
-Yarısını.. dörtte üçünü.. hepsini vereyim
-Serveti ne yapayım padişahım! Der ve dünyalık bir şey istemediğini ifade eder.
-E ne istiyorsun?
-Ben senin hoşnutluğunu ve seni istiyorum. Çünkü sen benim olunca her şey de benim olur, der.
Bu menkıbenin de ifade ettiği gibi, Cenab-ı Hakk’ın marziyyatını esas alma ve Hz. Pîr’in beyanıyla, O’nu görme, O’nu işitme, O’nu dinleme, O’nu konuşma, O’nu anlama, O’nu bilmeye çalışma çok hayati ve önemli bir husustur.. ve bunun dışındaki anlama, bilme, görme ve duymaların da hiçbir faydası yoktur. Bu anlayış içinde, kendini zorlama, Rabb’in hoşnutluğunu kazanma istikametinde hareket etme.. üzerinde durulacak hayati hususlardır.
Amelin mutlak bir karşılığı ve mükâfatı vardır ama bu, uhrevidir. Dünyaya ait karşılıklar tâlidir; talepsiz terettüp eden şeyler ise, Rabb’im lütfetti denilerek “tahdis-i nimet”le karşılanmalıdır. Hatta bazen insan, -vicdanında biraz derinse- korkup; “Acaba Rabb’im dünyada bana, karşılığını ahirette almayı beklediğim nimetleri verip de ahirette beni mahrum mu etmek istiyor?” deyip irkilmelidir. İnşallah bu düşünce içinde hizmet eden insanlar ara sıra akıllarına başka mülahazalar gelse de öteler adına kayıp yaşamazlar.
Ayrıca, ihlası kazanmak için biraz da ihlasın dertlisi olmak lazımdır. Sürekli Cenab-ı Hakk’ı düşünmek, murakabede bulunmak, sık sık râbıta-i mevtle sarmaş dolaş olup, öteleri ve ölümü düşünmek, ihlasa giden yolda çok önemlidir.
Haftanın duası
Kudretine ve merhametine hudut olmayan Ululardan Ulu Rabb’imiz! Ömürleri vefa ettikçe dergâhının bendeleri olarak kalmaya söz vermiş yolunun bu yolcularını, bütün şek ve şüphelerden kurtulup imanî hiçbir meselede herhangi bir tereddüt ve kuşkuya düşmeyecek ölçüde tam bir yakînle ve Sana sonsuz itimat ve güvene vesile olabilecek kıvamda hakiki bir tevekkülle donatmanı ve böylece desteklemeni diliyoruz.
Sözün özü
Nesiller kendilerine gösterilecek yüksek hedef ve ulvî ideallerle canlılıklarını korurlar. Hedefsiz, mefkûresiz kaldıklarında da kadavralaşır ve birer iskelet haline gelirler. Otlar, ağaçlar, hatta tabiattaki bütün varlıklar, canlı kaldıkları sürece çiçek açar, meyve verir ve faydalı olabilirler. İnsan ise; ancak yüksek idealleri, aksiyon ve mücahedeleriyle canlı kalır ve varlığını sürdürebilir.
- tarihinde hazırlandı.