Çok ağlayın, az gülün!
Soru: “Eğer benim bildiğimi bilseydiniz, çok ağlardınız, az gülerdiniz.”[1] hadisinin ifade ettiği mânâ, günümüz insanı için anlaşılmamış gibi gözükmektedir. Yani gülmeler ağlamaların yerini almıştır. Bu çerçeve içinde Müslümanların durum ayarlaması nasıl olabilir, açıklar mısınız?
Ebû Davud’un Sünen’i hariç Kütüb-i Sitte’de ve Müsned’de geçen bir hadiste Efendimiz Aleyhissalâtü vesselâm şöyle buyurur: “Eğer benim bildiğimi bilseydiniz, çok ağlar, az gülerdiniz.” Aynı hadisin Tirmizî ve İbn Mâce’de geçen rivayetlerinde, sahabenin derciyle, “Evlerinizi, döşeklerinizi terk eder, dağ başlarına çıkar ve Allah’a iltica ederdiniz.” buyurmaktadır. Hadis-i şerifin Müslim’de nakledilen rivayetinin başında ise Efendimiz’in ashabtan kendisine ulaşan bir haber üzerine konuşma yaptığı, Cennet ile Cehennem’in kendisine arz edildiği, hayır ve şerde o gün gibisini görmediği de bildirilmektedir.
Evvelâ, şunu ifade etmek yerinde olur ki insan, bildiği, tanıdığı kadar Allah’tan korkar ve O’nun rahmetine ümitle bağlanır. Yine bildiği kadar içinde Cehennem endişesini taşır ve bildiği kadar Cennet’in iştiyakıyla kanatlanıp uçar gibi olur. Yani netice itibariyle her şey, insanın bildiği kadardır ve mârifet ufku itibariyledir.
Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), muhakkak ki bizim bildiğimizden çok başka şeyler de biliyordu. Bir kere O (aleyhissalâtü vesselâm), Allah’ı çok iyi biliyordu. Bundan dolayı O’ndan (celle celâluhu) bir itap gelecek diye âdeta ödü kopuyordu.[2] Kendisini bazı hususlarda ikaz eden âyât-ı beyyinat karşısında rengi ve benzi sararıp soluyordu.[3] O’nun bu hâlleri Rabbisini çok iyi bildiğinin emarelerinden başka bir şey değildi. Evet, Efendimiz işte bu kadar hassastı ve bu hassasiyetin beraberinde getirdiği mülâhazalar ile “Bildiğimi bilseydiniz, çok ağlardınız, az gülerdiniz.” diyordu.
Burada yeri gelmişken istidradi olarak ifade etmek istediğim bir husus daha var ki o da, Nebiler Serveri’nin Allah’ın elçisi olmasına rağmen bazı ikazları açıklamakta bir beis görmemesiydi.[4] Benzini sararıp solduran ve itaba maruz bırakan hususa ashabından biri sebebiyet vermişse, yerinde onlardan özür de diliyordu. Aynen –rivayet doğru ise– İbn Ümm-i Mektûm’a karşı olduğu gibi... O ki, Hatice-i Kübrâ Validemiz’in akrabası,[5] Efendimiz’in müezzini[6] ve Medine’de Efendimiz’in kendisini yerine nâib bırakma şerefiyle şerefyâb olma gibi[7] pek çok pâyesi olan bir zattır. O rivayete göre Efendimiz, Abese Sûresi’nin nâzil olmasından sonra huzur-u risâlet penâhîye her girişinde hayatının sonuna kadar ona iltifat sadedinde, “Gel! Yüzünden Rabbimin beni itab ettiği insan!” demiş ve bu şekilde onu âdeta iltifatlandırmıştı.[8] Evet, Efendimiz işte bu şekilde Rabbisinin itabını hatırlamış ve hatırlatmıştı. Zira bu sûrede üstü kapalı olarak âmâ yanına geldi diye Efendimiz’in yüzünü ekşittiğinden bahsedilmektedir. (Bu ne seviyede bir durumdu? Efendimiz hangi mülâhaza ile bunu yaptı? Efendimiz’in (sallallâhü aleyhi ve sellem), Allah karşısındaki durumunun çok nazik olduğunu müdrik olmasına ve bu yüzden yüreği titremesine rağmen böyle bir durumu ne ile izah edebiliriz?... Farklı mülâhazaların mevzubahis olduğu böyle bir konuda sözü daha sonraya bırakıyor ve bu meseleye girmiyoruz.)
Şimdi Efendimiz’in bizim bilemediğimiz ve göremediğimiz şeyleri bilip gördüğünü bazı misallerle ele alalım. Aleyhissalâtü vesselâm, daha Mirac’a yükselmeden önce birkaç defa Cehennem’in temessülünü görmüştü. Bir keresinde cemaate namaz kıldırırken, birden bire irkilmiş, geriye çekilmiş, rengi atmış ve bir kısım hareketler yapıyor gibi bir tavra girmişti. Ashab bunun ne mânâya geldiğini sorunca da, “Cehennem bütün dehşeti ile karşımda temessül etti, şimdiye kadar onu bu kadar korkunç görmemiştim.” demişti. Aleyhissalâtü vesselâm’ın Cehennem hakâikine ait böyle bir meseleyi görmesi, O’nun kalb-i pâk’inde ve bize ders verme mevzuunda, O’nda ümmeti adına ciddi korku ve endişeler meydana getiriyordu. Ve yine namazda Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) elini bir şeye doğru uzatıyordu. Sahabenin, bu hareketlerinin ne mânâya geldiğini sorması üzerine de buyuruyordu ki: “Karşımda Cennet temessül etti de bir üzüm salkımı gördüm. Eğer onu alıp size verseydim şu kadar zaman yerdiniz de bitiremezdiniz.”[9]
Evet, Allah’ın o kadar büyük nimetleri de vardır ve Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) hem Cennet’i hem de Cehennem’i temessülen görüyordu ve ümmeti adına Cehennem açısından endişe duyuyordu. Zaten O, Mirac’a şeref-kudûm buyurunca –bir kısım hadisçilerin beyanına göre– Rabbimizle bizzat görüşmüş ve O’nu müşâhede etmişti.[10] Ayrıca Cennet’i bütün ihtişam ve debdebesiyle, Cehennem’i de bütün dehşet ve ürkütücülüğüyle görmüştü. Dahası, orada kader kalemlerinin cızırtılarını duymuş ve melâike-i kiramı bizzat müşâhede etmişti.[11] Meleklerin, seviyesine göre, kimisini rükûda, kimisini secdede, kimisini de kıyamda gördüğü gibi, belli bir noktada Rabbin huzuruna yaklaşmış olmanın verdiği mehâbetle Cibril’in kıvrım kıvrım olduğuna da şahit olmuştu. Hatta daha sonraları günü gelince, kendisinin o noktaya varıncaya kadar Cibril’in Allah’a karşı bu kadar edep, terbiye ve saygı içinde olduğunu bilmediğini haber verecek ve ondaki terbiyeye bakılması gerektiğini bildirecekti…[12]
Binaenaleyh, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), insanın bilmesi lâzım gelen her şeyi bütün açıklığıyla ve vuzuhuyla biliyordu. Aynı zamanda O, insanın içine dehşet salan ya da iştiyak veren şeyleri de biliyordu. Bundan dolayı çok ağlıyordu, az gülüyordu. Hatta sahabe efendilerimiz, O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) hayatındaki bütün gülme ve kahkahalarının üç veya dört defa olduğunu belirtirler.[13] Bununla beraber O’nun daima mütebessim bir çehreye sahip olduğu da bir gerçekti.[14] Bir şâir-i şehîrimizin beyanıyla O, “tebessümü arkasında mahzun Nebi” idi. Tabiî ki, O’nun bu hüznü ümmeti adına idi. Çünkü bir keresinde ahirete ait tabloları anlatırken buyurdular ki: “Ben kıyamette havzımın başına gideceğim. Bir kısım kimseler, havzımın başına gelirken geriye kovulacaklar. Ben, onların benim ashabım ve ümmetim olduğunu ifade ederek, ‘Yâ Rabbi, ashabım!’ diyeceğim, Bana denecek ki: ‘Sen, senden sonra onların ne haltlar karıştırdıklarını bilmiyorsun.’ Ben de salih kul Hazreti İsa’nın dediği gibi diyeceğim: ‘Yâ Rabbi! Ben aralarında olduğum müddetçe onları kolladım. Fakat vaktâ ki Sen beni onların aralarından tutup aldın, onları görüp denetleyen yalnız Sen kaldın. Sen gerçekten her zaman, her şeye hakkıyla şahitsin. Eğer onları cezalandırırsan, şüphe yok ki onlar Sen’in kullarındır. Onları affedersen, Azîz u Hakîm (üstün kudret, tam hüküm ve hikmet sahibi) ancak Sen’sin!’[15]”[16]
İşte Efendimiz (aleyhissalâtü vesselâm) bunları gördüğü için çok ağlamış ve az gülmüştü. Hiç olmazsa O’nun ümmeti olarak bizler de aynı çizgide Aleyhissalâtü vesselâm’a iktidâen, O’nun izini takip ederek kendi günahlarımıza çok ağlamalı ve az gülmeliyiz. Ama ne yazık ki günümüzde ahireti mülâhaza hissi o kadar azaldı, Rabbimizin azametine karşı yürekler öylesine katılaştı ki, –hafizanallah– belki pek çoğumuz hakkında Kur’ân’ın, bir kısım ehl-i kitap hakkında söylediği husus bahis mevzuu gibi; “Sonra bunun arkasından kalbleriniz katılaştı, artık onlar taş gibi, hatta ondan da katı hâle geldi. Çünkü öyle taş vardır ki içinden ırmaklar fışkırır. Öylesi de vardır ki çatlar da bağrından su kaynar. Ve öylesi de vardır ki Allah’a olan tazimi sebebiyle yukarıdan düşüp parçalanır. Allah yaptıklarınızdan habersiz değildir.”[17]
İbn Mesud Hazretleri buyururlar ki, Müslüman olmamızın üzerinden henüz az bir zaman geçmişti ki şu âyet nâzil oldu: “İman edenlerin kalblerinin Cenâb-ı Hakk’ı ve O’nun tarafından inen hakikatleri hatırlayarak yumuşayıp saygı ile dirilme vakti gelmedi mi?[18]”[19] Hâlâ imanda o noktaya ulaşmadılar mı? Bu kadar mârifet kendilerine geldikten sonra, hâlâ kalblerinin yumuşama zamanı gelmedi mi?
İbn Mesud’un bu sözlerini kavramak için onların o zaman itibarı ile nasıl bir cemaat olduklarını düşünmek gerekir. Onlar bu âyet indiği zamanlarda öyle bir topluluk idi ki, aralarında Nebi vardı, vahiy devamlı bir surette inmekteydi. Her yerde Kur’ân devamlı bir surette okunuyordu, günde beş defa minarelerde ruh-i revân-ı Muhammedî şehbal açıyor ve “Allahu Ekber” deniyordu. Yani “Büyük Allah’tır ve siz küçüksünüz; koşun, o büyüğün karşısında serfürû edin.” deniyordu. İşte bütün bunlar hep Allah’ı anma mânâsına gelmektedir. Âyetin devamında daha sonra şöyle denmektedir: “… Sakın onlar, daha önce kitap verilen ümmetler gibi olmasınlar! Zira kitabı tanımalarının üzerinden kendilerince uzun zaman geçmesi sebebiyle, onlarda ülfet ve kanıksama meydana gelmiş ve neticede de kalbleri katılaşmıştı. Hatta onların çoğu büsbütün yoldan çıkmışlardı.”[20] Yani, onların üzerlerinden bir müddet geçtiği için kalbleri kaskatı olmuştu. Öncekiler, Tevrat’ı, Zebur’u ve İncil’i dinlediler, nebi gördüler ve O’nun aydınlatıcı, gönülleri yumuşatıcı beyanına şahit oldular ama kalbleri kaskatı idi. Kur’ân-ı Kerim, önümüzde batan ve bataklığa düşen bir zümreyi göstererek: “Sakın, siz de onlar gibi, yani kalbi katılaşanlar gibi olmayın.” demektedir.
Evet, bir gün derin bir inkisar içinde Aleyhissalâtü vesselâm Efendimiz, bu Müslüman cemaatin, günün birinde gidip onlara uyacağını ve kendi çizgisinden çıkacağını bildirmiş ve “Siz, sizden evvelkilerin yoluna karış karış, adım adım uyup gideceksiniz, gidip de onları adım adım –hafizanallah– takip edeceksiniz, hatta onlar kelerin deliğine girseler, siz de arkalarından kelerin deliğine gireceksiniz.” Sahabî, “O, bizden evvel, perişan, derbeder cemaat Yahudi ve Hıristiyanlar mıdır?” deyince Efendimiz, “Başka kim olacak!” buyurur.[21]
Bu hadis ile alâkalı olarak diyebiliriz ki, evvelâ kendilerine kitap verilenlerden kaybedenler oldu, sonra ümmet-i Muhammed’in bir kısmı da –Rabbim bizi muhafaza buyursun– kaybetmekle karşı karşıyadır. Dünya hayatına talip olmada, fâniyât u zâilâtı bâki hayata tercih etmekte, Rabbisini unutup değersiz ve kıymetsiz şeylere dilbeste olmakta, hatta kalbinin kasvet bağlamasında, gönlündeki veya mahiyetindeki letâifin elli bin defa hüsuf ve küsufa uğramasında, sinesindeki yıldızların dökülüp ayların batmasında ve güneşlerin gurûp etmesinde… işte bütün bu hususlarda kendilerinden önce kaybetmiş olan Yahudi ve Hıristiyanlara ittiba ve iktida edecek mü’minler çıkacaktır, çıkmıştır da. Hatta hadisin de bizzat sarih olarak ifade ettiği gibi, o kaybedenler kelerin deliğine girseler, Müslümanlardan kaybetmeye namzet bu insanlar da izzet ve haysiyetlerini ayaklarının altına alarak kelerin deliğine gireceklerdir. Yani Batı mukallidi olacaklar, onu mihrap ve kıble yapacaklardır. Geçmiş bir iki asırlık tarihimize baktığımız zaman, zavallı entelijansiyamız başta olmak üzere, milletimizin bu mevzuda, Efendimiz’in dediği meseli nasıl temsil ettiğini ve canlandırdığını görmek mümkündür. Hatta geçen iki asrı iyi tetkik ettiğimizde kendi kendimize, “Ne doğru sözlüsün ey Allah’ın Resûlü!” dediğimize şahit olacak ve “Evet, eğer Allah Resûlü’nün bildiğini bilseydik, çok ağlamamız gerekirdi. Buna mukabil gülmelerimizin sayısı da çok az olmalıydı.” diyeceğiz.
O hâlde çok ağlayalım, az gülelim ve dua dua yalvaralım. Rabbimiz ruhlarımıza rikkat bahşeylesin. Günahlarımız, milletimizin sürçmeleri, neslimizin mahvolması, mü’min ailelerde dahi yuvaya, anne ve babaya yakışmayan ve yaraşmayan acayip hilkat garibesi mahlûkların meydana gelmesi karşısında, Rabbim kalblerimize ürperti versin, bizi uyarsın, uyandırsın ve kendimizi yenilemeye bizleri muvaffak kılsın.
[1] Buhârî, küsûf 2, tefsîru sûre (5) 12, nikâh 107, rikak 27, kader 16, eymân 3; Müslim, fezâil 134; Tirmizî, zühd 9, İbn Mâce zühd 19; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 3/102.
[2] Tirmizî, tefsiru sûre (56) 6; Münâvî, Feyzü’l-kadir 4/169.
[3] Bkz.: En’âm sûresi, 6/52; Enfâl sûresi, 8/67-69; Tevbe sûresi, 9/43; İsrâ sûresi, 17/73-75; Kehf sûresi, 18/2; Ahzâb sûresi, 33/37.
[4] Bkz.: Buhârî, tevhid 22; Müslim, îmân 288.
[5] Bkz.: İbn Abdilberr, el-İstîâb 3/1198; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-ğâbe 4/280; İbn Hacer, el-İsâbe 4/601.
[6] Bkz.: Müslim, salât 8; Ebû Dâvûd, salât 41.
[7] Bkz.: Ebû Dâvûd, harâç 3; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat 1/6; Ebû Ya’lâ, el-Müsned 5/422.
[8] el-Beğavî, Meâlimü’t-tenzîl 4/446; er-Râzî, Mefâtîhu’l-ğayb 31/50; el-Kurtubî, el-Câmi’ li ahkâmi’l-Kur’ân 19/213.
[9] Müslim, salâtü'l-küsûf 9; Nesâî, küsûf 20; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 3/352, 5/137.
[10] Bkz.: Aliyyülkârî, Şerhu’ş-Şifâ 1/379-430.
[11] Buhârî, salât 1, enbiyâ 5; Müslim, îmân 263.
[12] Bkz.: Aliyyülkârî, Şerhu’ş-Şifâ 1/431, 434-435.
[13] Bkz.: Buhârî, tefsîru sûre (39) 2, tevhîd 19, 36, rikak 44, 51; Müslim, îmân 308-310, sıfâtü’l-münâfikîn 19, 30.
[14] Bkz.: Tirmizî, menâkıb 10; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 4/190, 191.
[15] Mâide sûresi, 5/117–118.
[16] Buhârî, tefsîru sûre (5) 14, rikak 45; Müslim, cennet 56, 57.
[17] Bakara sûresi, 2/74.
[18] Hadîd sûresi, 57/16.
[19] Müslim, tefsir 25; en-Nesâî, es-Sünenü’l-kübrâ 6/481.
[20] Hadîd sûresi, 57/16.
[21] Buhârî, ehâdîsü'l-enbiyâ 50, i’tisam 14; Müslim, ilim 6.
- tarihinde hazırlandı.