İhlâs ve Uhuvvet risaleleri
Soru: İhlâs ve Uhuvvet risalelerinin lâakal (en az) onbeş günde bir defa okunmasının ısrarla tavsiye edilmesindeki hikmet nedir? Bu alışkanlığı nasıl kazanabiliriz?
İhlâs ve Uhuvvet risalelerinin mevzu olarak ele aldığı meseleler, iman ve Kur’ân’a hizmet eden bir ekip için su, ekmek ve hava kadar önemlidir. Şayet insan, onu hizmet ettirenin Allah olduğunu ve aksine ihtimal vermeyecek şekilde bu duyguyu içine yerleştirmesini sağlayacak olan ihlâsa sahip değilse, hizmet adına koşup dursa da yine şirkten kurtulamaz.
Bir hadiste, Cenâb-ı Hakk’ın ilk sorguya çektiği kimseler arasında muharebe meydanında kanlar içinde ölüp giden şehitten bahsedilir. Aynı hadiste, ilk sorguya çekileceği bildirilen diğer bir grupsa ilim ehli ve diğeri de servetini hayır için sarf eden kimsedir. Şehide, Cenâb-ı Hak mahkeme-i kübrâda sorar: “Niçin öldürüldün?” O, “Yâ Rabbi! Senin yolunda cihadla emrolundum. Ben de öldürülünceye kadar savaştım.” der. Ona Allah, “Hayır! Sen bunu kat’iyen benim için yapmadın; aksine sen bu mücadeleyi, ‘Falan adam ne cesur!’ desinler diye yaptın ve o da dendi.” Yani sen beklediğini aldın ve alacağın kalmadı.
Evet, insan, ne kadar amel yaparsa yapsın, dağlar cesametinde böyle bir amel, eğer ihlâslı yapılmamışsa, Allah tarafından kabul edilmeyecektir. Sıra ilim ehline gelir, “Sen niçin bu ilmi edindin?” diye sorar Allah. O, “Seni anlatmak için yâ Rabbi.” cevabını verir. Allah, ona “Hayır! Sen, falan çok biliyor, ne güzel Kur’ân okuyor, büyük âlim desinler diye yaptın bunu.” diyerek susturur.. ve sanki ona, “Git, mükâfatını onlar versin.” der gibi olur.[1] Malını infak eden için de aynı şeyler geçerlidir. O da aynı şekilde, niyeti sağlam ve ihlâslı değilse aynı itâba maruz kalır.
Evet, ihlâs çok önemlidir; onda öyle bir sır ve öyle bir kuvvet vardır ki, arzu ve emellerinde samimiyetle istediği şeyi Cenâb-ı Hak, kâfire bile lütfeder. Nice inanmayan insan görülmüştür ki, onlar esbabın bi’l-külliye sukût ettiği yerde ızdırarî olarak Müsebbibü’l-Esbap’a dönmüş, hâllerini O’na (celle celâluhu) arz etmişler, O da onlara felâh vermiştir.
Canlı bir misal; uçak kazası oluyor ve uçak buzulların içine düşüyor. On-on iki saat sonra buzların içinden insanlar diri olarak çıkarılıyor. Başka bir örnek; zelzele oluyor, on gün sonra bir adamı taşların altından diri olarak çıkarıyorlar. Bu insanlara sorulduğunda: “Orada esbap bi’l-külliye sukût etti, Rabbime teveccüh edip O’na arz-ı hâlde bulundum.” diyorlar. Bu türden çok vak’a var ki, insan kırık kalbiyle Allah’a teveccüh edip “Yâ Rabbi, yâ Rabbi!” deyince Rabbi de “Lebbeyk!” diyerek onu sahil-i selâmete çıkarmıştır. İşte ihlâsta böyle bir kuvvet vardır.
İhlâslı davranıp, ihlâs melodisini söyleyen insanda öyle bir hususiyet söz konusudur ki o hâliyle insan, Cenâb-ı Hak’tan ne isterse, Allah da (celle celâluhu) onu lütfedip istediğini verir. Ayrıca hizmetimiz adına da ihlâs fevkalâde önemlidir.
Biz, Allah rızası için hizmet etmeyecek ve Rabbimiz’in hoşnutluğunu kazanamayacak, kendilerine hizmet götürdüğümüz insanların dualarını alıp, rıza dairesini genişletemeyeceksek ve Rabbimiz bizim hakkımızda, “Ben sizden razıyım, siz de Benden razı olun.” demeyecekse, bütün bu mücadelelerin hiçbir mânâsı yoktur. Binaenaleyh konumumuz itibariyle biz, hep rıza istikametinde yürüyen kimseler olma yolunda sadece ve sadece Rabbin rızasını gözetmek ve şayet bir semere ve meyve bekliyorsak onları da ötede beklemek durumundayız. Aslında bu düşünce mü’min sisteminin de ruhu ve esasıdır.
İmam Buhârî’nin hadis kitabının başına koyduğu, إِنَّمَا الْأَعْمَالُ بِالنِّيَّاتِ “Ameller niyetlere göredir…”[2] hadisi Şâfiî mezhebinde çok önemli bir yer işgal eder; o mezhebe göre her amelde niyet bir esastır. Hanefî mezhebinde, abdest gibi bizzat ibadet olmayan ameller niyetsiz de yapılabilir ama, namaz ve oruç gibi bizzat ibadet olan amellerde niyet şarttır.
Niyet öyle bir iksirdir ki o, hasenâtı seyyiâta, seyyiâtı da hasenâta çevirir. Binaenaleyh ihlâslı olunduğu nispette, Cenâb-ı Hak çok kötü, fena ve karanlık şeyleri aydınlatır ve onları iyi şeyler hâline getirir.
Ayrıca, İhlâs Risalesi okunmalı ki, adanmış ruhlar arasında münakaşa ve tartışmaya meydan verilmesin. Orada anlatılan düsturlara göre mü’minin asıl hedefi, hakkı bâtılın savletinden kurtarmaktır, ağlayan ümmet-i Muhammed’in iniltilerini dindirmek ve izzet-i İslâmiyeyi muhafaza etmektir. Hatta bir bakıma bâtıl karşısında ne kadar ehl-i hak varsa, onların hepsine taraftar olma civanmertliğini sergilemektir. Onun için her on beş günde bir defa onun tekrar edilmesi İslâm’a hizmete adanmış ruhlar için çok önemlidir.
Uhuvvet Risalesi ise mü’minler arasında kardeşlik duygu ve düşüncesini canlandıran hususları ihtiva eden bir risaledir. O da kardeşler olarak bizleri birbirimize bağlar ve âyetin beyanına göre, bizi “bünyân-ı marsûs – kurşunla perçinlenmiş bir duvar”[3] hâline getirir. Burada en önemli husus da kardeşlerin meziyetleriyle yaşama, ittihattaki kuvvete inanma ruhudur. Evet, hakikî bir anlayışla kardeşler omuz omuza verdikleri zaman, 2’nin 11 olması gibi, toplamları 12 olan 3 tane 4 ittihat edip yan yana geldikleri zaman 444 derece güç elde ederler. Bundan dolayı Allah davasında mücadele eden insanlar olarak bizler, O’nun adına ittihat etme, birleşme ve kardeşliği aramızda hakkıyla yaşama mecburiyetindeyiz.
Uhuvvet Risalesi de işte bu bakımdan ehemmiyet arz eden bir risaledir. Keşke bizler, bu kitapları bilenler ve tanıyanlar olarak, onları on beş günde bir tekrar edip okuyabilsek! Okuyabilseydik de bir kısım kinlerimizden ve nefretlerimizden sıyrılarak ehl-i iman ve ehl-i kıble olan kimseleri küstürmeyerek, darıltmayarak ve onlarla sonuna kadar hemhâl olarak yaşayabilseydik..! Ama çoğumuz itibariyle biz, ihlâsın düsturlarını çiğnedik, uhuvvet esaslarına önem vermedik ve çok defa ehl-i imanla bozuştuk; ittihat ve ittifak edemedik. Bir vapurda, aynı vapurun hizmetçileri ve hademeleri bulunduğumuzu, bir fabrikada farklı işlerde çalışan değişik vazifeliler olduğumuz unuttuk. Çoğumuz kendisine düşen işi yapma yerine başkalarının işine karıştı, inhisar-ı fikre düştü ve “Her şeyi ben yapayım.” dedi ve “Şayet bir muvaffakiyet olacaksa, sadece benim cephem adına olmalı.”... gibi Allah’ın sevmediği şeylere gönül kaptırdı. Bütün bu şeyler, Rabbin rızası istikametinde olmadığı için İslâm toplumunun zaafa uğramasına, onun kuvvetinin ve gayretinin fiyasko ile neticelenmesine sebep oldu.
Evet, böyle kitapları çok okumamız lâzım. Ancak okuma bir iştir, okuyup anlama ve hazmetme ikinci bir iştir. Evvelâ birinci iş yapılmalı; her on beş günde bir okuma prensip hâline getirilmeli, hatta arkadaşlardan biri tembellik ederse, öbürü tenbih edip onun okumasını sağlamalı… sonra da anlama üzerinde durulmalı. Kitabı yazan öyle dediği gibi talebeleri de onun 115 defanın üzerinde okuduğunu söylemektedirler.
Kur’ân’ı sık sık okuma, ondaki ulvî, ruhanî emirlerin bizi uyarması, gönlümüze girmesi ve bizde yeni bir fıtrat meydana getirmesi maksadına matuftur. İnsan, bahsedilen risaleleri de bu niyetle okumalıdır; yoksa okur, anlar ve mânâsını kafasına koyup “Artık okumaya gerek yok.” diyebilir ki, bu büyük ölçüde bir yanılmadır. Aslında insan, okuduğu şeyleri her okuyuşta kendinde bir yenilenme hissedecektir ki bunun için tekrar ber tekrar okuma çok önemlidir.
[1] Bkz.: Müslim, imâret 152; Tirmizî, zühd 48 ; Nesâî, cihâd 22.
[2] Buhârî, Bed’ü’l-vahy 1.
[3] Saf sûresi, 61/4.
- tarihinde hazırlandı.