Sefahet ve sefalet, girdiği yeri helâk eder
Soru: Bazı ülkelerde sefahetin çok ileri seviyede olduğu söyleniyor. Bu memleketlerin istikbali hakkında ne dersiniz?
Sefahet ve sefalet nereye girmişse orayı helâkete sürüklemiştir. Nerdeyse bu iki virüsün şimdiye kadar içine girip helâk etmediği herhangi bir memleket göstermek mümkün değildir. Meseleyi önce tarih perspektifinden ele almak, daha sonra da soruda ima edilen ülkeler açısından bir değerlendirme yapmak uygun olacaktır.
Evet sefahet, ruh sefaleti ile birleşince önce Emevi, sonra Abbasi daha sonra da Endülüs’ü tıpkı bir canavar gibi yutmuştur. Selçukîlerin sefahet ve sefalet demeye imkân ve zamanlarının olup olmadığını bilemiyorum. Zira onlar, zaten bir vahdet tesis ve temin edememişlerdi. Bununla beraber Anadolu’ya girdikleri dönemdeki kıvamları, canlılıkları ve hareketliliklerini koruyup koruyamadıklarına dair mülâhaza dairesini de açık bırakmanın uygun olacağını düşünüyorum. Şu kadarını söylemede bir beis olmasa gerek; Selçukîler eğer bu kıvamı korusalardı o iki hastalığın onları yutması mümkün olmayacaktı. Oysaki onlar da silinip gitmişlerdi…
Hatta bu iki virüs, altı asır boyunca bütün zirekliği, canlılığı ve zindeliği ile devam etmiş olmasına rağmen koca bir milleti, koskoca, canlı, muhterem ve muazzez Osmanlı İmparatorluğu’nu bile yutmuştu. Osmanlı öyle bir imparatorluk idi ki, toprakları bugünkü Türkiyemizin yirmi katından daha büyük koca bir devlet idi. Osmanlı Devleti, padişahları ordusunun başında, halkının içinde olup rahatı ve rehaveti terk ettiği dönemlerde daima ilerliyordu. Kanunî’den iki üç göbek sonra, onun oğlu ve torunu (bir kere müstesna zannediyorum) ordusunun başında ve onların içinde olmamıştı/olamamıştı. İşte bu mübarek seferlere iştirak durup da sarayda rahat etme arzusu belirip ve millet fertlerinde de rahatlarını milletleri için feda etme ulvî düşüncesi kaybolunca onlar da eriyip gittiler. En azından paşalara ait saraylarda cariyelerin, altının, gümüşün, paranın, servet hırsının ve çalıp çığırıp oynamanın çoğalması, koca bir imparatorluğu hâk ile yeksân etti ve âdeta bitirdi. Bu konuyu, bir mevkûtede yayınlanan, az buçuk rahat ve rehaveti örseleyen, hırpalayan bir ölçü mahiyetindeki yazılara havale edip şimdilik üzerinde daha fazla durmak istemiyorum.[1]
Tarihte çok misallerini gördüğümüz bu sünnetullah’a (değişmez ilâhî âdet) binâen denebilir ki, bugün sefahate giren ülkeler de er-geç birgün tarih sahnesinden silineceklerdir ve bunu önlemeye de kimsenin gücü yetmeyecektir. Ve o ülkelerin şu veya bu sahada gelişmiş olmaları da yıkılmalarının önünü alamayacaktır. Şu kadarı vardır ki, devletin bir süre devletliğini koruması ve milletin de eskiden gelen hızını muhafaza edebilmesi her zaman ihtimal dâhilindedir. Nitekim Kanunî’den sonra rind bir adam olan Sarı Selim devletin başına geçti ama, Kıbrıs o devirde fethedildi, Selimiye Cami-i Muhteşemi de o devirde yapıldı, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) yine o devirlerde rüyalara girdi. Hatta o rind Selim’in rüyasına giren Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ona: “Selim! Edirnemde bir cami yap!” dedi. Ne var ki, güzellik adına sayılan bu hususlar, Yavuz ve Kanunî devrinde hızlı bir şekilde çağlayıp gelişen anilmerkez bir hareketin hızıyla gerçekleşiyordu. Kanunî’nin 1566’da ölümüyle bu hız bir bakıma 35-40 sene daha sürmüştü. Beş-on sene sonra İran ve Alman cephelerinde bozgunlar birbirini takip etmeye başlayınca durgunlaşma da kendini göstermeye başlamıştı.
Bazı ülkeler, İkinci Cihan Harbi’nden sonra Batı ve Amerika düşmanlığı içinde derlenip toparlandı, bir vahdet ve birlik kurdu, sonra da insanlarında çalışma düşüncesi uyardılar. Daha sonra da Batılılar kendi düşüncelerini onlara okutmak için alfabelerini değiştirmek istediler. Âdeta onların ruhlarının içine birer kurt gibi girdiler ve onları karmakarışık bir renk mozayiğine çevirip delik deşik ettiler. Kendi sefahet ve sefaletlerinin bin türlüsünü, daha önce bize bıraktıkları bütün eracifi götürüp onların dünyalarına boşalttılar. Bu ülkelere gidip gelen arkadaşlarımızın müşâhedelerine göre onlar şimdilerde kendi toplumlarını da yanlarına alarak yavaş yavaş sefahete kayıyorlar. Bu konuda düşünürlerin ekserisi aynı istikamette görüş beyan etmektedir. Bu itibarla da daha şimdiden bu ülkelerin istikbal vaat edemeyeceğini söylemek mümkündür.
Zira sefahet ve sefaletin yaygın olduğu hiçbir ülke istikbal vaat etmemektedir/etmeyecektir. Evet, ruh sefaletine maruz kalan hiçbir millet iflah olmamıştır. Sadece iktisadî durumları iyi olan, maddeten müreffeh insanların yaşadığı ülkeler, ruhen çökmüş insanlarla doludur ki oraların da bir muhalif rüzgâr esintisiyle savrulup gitmeleri kaçınılmazdır. Tabir-i diğerle, o ülkeler dıştan çok görkemli görünen çınarlar gibidirler, ama içleri çoktan karbonlaşmış, çürümüş, yanmış ve devrilme sath-ı mâilinde bulunmaktadırlar.
Bir misal vererek konuyu sona erdirmek istiyorum. Bundan on beş sene evvel, yukarıda sözünü ettiğimiz ülkelerde intihar nispeti yüz binde on iki idi. Aynı yıllarda bu oran az buçuk dinine ve diyanetine bağlı bazı ülkelerde yüz binde bir nispetindeydi. Türkiyemizde ise belki yüz binde bir veya iki oranlarındaydı. İstatistiklerin ifade ettiği bu rakamlara bakılacak olursa böyle bir dünyada huzurun var olduğunu söylemek mümkün değildir. Zira bu ülkelerde insanlar mesut olmadığı gibi, pek çoğu itibariyle böyle fertlerden müteşekkil bu tür toplumların itminan içinde olduklarını da söylemek çok zordur. Hatta güçlü bir devletin, gelip bu tür insanlardan oluşan bir memleketi elinin tersiyle bertaraf etmesi de çok zor olmasa gerek. Zira sefalet zaten onları yıkmış ve mahvetmiştir. Tahminime göre bundan on beş veya on altı sene evvel bir avukat arkadaşımız, biteviye Avrupa’yı gezip gelmiş ve bana şunları anlatmıştı. Ben şahsen arkadaşımızın daha o zamanlarda verdiği bilgilerden Avrupa’nın çürümeye başladığını görmüş ve “alternatif” diye inlemiştim. Zamanımıza gelinceye kadar da oralardaki kokuşma çok daha ilerlemiş ve durum çok daha beter hâle gelmiş olabilir.
Netice itibariyle denebilir ki, nasıl insan hayatında Allah’ın değişmeyen kanunları vardır, aynen öyle de âdetullah’a göre sefalet ve sefahetin yoğun bir şekilde bulunduğu toplumlarda da çökmeler kaçınılmazdır. Evet, her yeni eskir, her gelen gider. Ne var ki, yukarıda sözünü ettiğimiz ülkelerde olan imkân ve zenginlikler ile devlet hayatında gerçekleşmesi muhtemel çökmeler de hemen birden bire olmayacaktır. Mesela, bizim için bir yönüyle 1600 senesinde başlayan çökme, ondan hemen hemen üç yüz sene sonra tahakkuk etmiş ve acı neticesini göstermiştir. Bu itibarla da, insanları kokuşan ve çürüyen memleketlerin hemen çökmesini beklemek doğru değildir.
Allah (celle celâluhu), bizi ruh ve mânâ köklerimizle ilelebet payidâr eylesin.
[1] Bkz.: M. F. Gülen, Ölçü veya Yoldaki Işıklar s.234-237.
- tarihinde hazırlandı.