“Biz Kur’ân’ı Kadir gecesinde indirdik”
Soru: Kadir Sûresi’nde Kur’ân’ın Kadir gecesinde nâzil olduğu buyuruluyor. Fakat biz, Kur’ân’ın âyet âyet nâzil olduğunu biliyoruz. Bu konuyu izah eder misiniz?
Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerim’de Kadir gecesinin yüceliğini şu ifadelerle bildirir: “Biz Kur’ân’ı indirdik Kadir gecesi. Bilir misin nedir o Kadir gecesi? Bin aydan daha hayırlıdır Kadir gecesi! O gece Rabbilerinin izniyle Rûh ve melekler, hususî misyonlarıyla fevç fevç inerler... Artık o gece bir esenliktir ki süregider... Tâ tan yeri ağarıncaya kadar...” (Kadir sûresi, 97/1-5)
Kadir gecesi, atâyâ-i şâhâneden insanlara bol bol bahşişlerin verildiği bir gecedir. Tabir-i diğerle bu gece, Sultan-ı Ezel ve Ebed’in kendine inanan askerlerine ulûfe dağıttığı mübarek bir zaman dilimidir. Bu gecede, inanan insanların liyakatlerine bakılmadan o atmosfer içine giren hemen herkese Cenâb-ı Hak, idraki ve kâmet-i kıymeti nisbetinde bir şeyler lütfeder. Keza o gece Cenâb-ı Hak, mü’minlere Sultan-ı Kâinat olarak muamelede bulunur, mücrimlerin, gedâların, dilencilerin, muhtaçların ruh perişaniyetine ve mâhiyet bozukluklarına bakmaz, Kendi yüceliğine göre atâyâda bulunur.
Müfessirler bu gecede Cenâb-ı Hakk’ın lütuflarının ayrı bir coşkunluk içinde olması hakkında değişik esbap üzerinde durmuşlardır. Bunlardan biri şu şekildedir: Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), ümmetinin ömrünün az olduğundan müteessir olmuş. Eski devirlerde insanlar, uzun yıllar yaşıyor ve o uzun ömürlerini ibadet ü taatle mamur kılıyorlardı. Hâlbuki ümmet-i Muhammed’in ömrü ortalama altmış-yetmiş sene civarındaydı ve dolayısıyla onların yapmış oldukları ibadetleri yapacak ölçüde bir ömür yaşayamıyorlardı. Peki öyleyse ümmet-i Muhammed, eskilerin sevapla doldurup mamur ettikleri o ibadet seviyesini nasıl yakalayacaklardı..?
İşte Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu teessürünü izale sadedinde Cibril-i Emîn gelmiş ve müjde mahiyetinde bu sûreyi getirmişti.[1] Bu, şu demekti; bir mü’min, bin aya bedel olan bu geceyi, hayatında bir kaç defa yaşarsa, geçmiş ümmetlerin ihraz ettiği o seviyeyi yakalamış olacaktı.
Burada akla şöyle bir soru gelebilir: “Niçin ümmet-i Muhammed’e has olarak böyle bir lütuf bahşedilmiştir?” Öyledir; zira ümmet-i Muhammed, hakâiki kavrama bakımından en müstesna mevkidedir. Nitekim bu ümmetin Peygamberi de en müstesna bir zirvededir. O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir eli semada, diğer eli yerdedir. Gözünün biri Cenâb-ı Hakk’ı müşâhedede, diğeri ise ümmetini oraya çıkarma yolları araştırmaktadır. O, kâinat ağacının çekirdeği hem de meyvesi mahiyetinde olduğundan[2] bütün ağacın özünü, hulâsasını, mânâ ve mahiyetini, hikmet-i hilkatini mündemiç bulunduğundan, ümmet-i Muhammed de O’na lâyık olarak yaratılmıştır. “İmam nasılsa, cemaat de ona göredir.” fehvasınca Allah, cemaatine göre imam, imamına göre de cemaat yaratmıştır. Kadir gecesi bu ümmete, bu ümmetin peygamberiyle beraber tahsis edilmiştir ve bu, Allah’ın büyük bir fazl u ihsanıdır. Dolayısıyla Cenâb-ı Hak fazlından birine bir nimet bağışlarsa, kimsenin ona itiraz etmeye hakkı yoktur.
Bir diğer sebep de şu olabilir: Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, Kadir gecesinde nâzil olmuştur. Kur’ân, İsm-i Âzam’dan, yani Cenâb-ı Hakk’ın isimlerinin âzam mertebesinden, en kâmil bir cemaate gelmiş ve İsm-i Âzam’ın mazharı olan Peygamberimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) vasıtasıyla tebliğ edilmiştir. Ayrıca Kur’ân, Cibril-i Emîn gibi ilâhî beyanın takdir ettiği büyük bir melek vasıtasıyla gelmiştir ki, o melek Cibril’dir ve o bir anlamda, meleklerin peygamberidir. Bu itibarla Kur’ân’ın dünya semasına nâzil olduğu veya Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) nâzil olmaya başladığı gece, ümmet-i Muhammed’in hayatında çok mühim bir gecedir. O bakımdan bu geceyi Cenâb-ı Hak, diğer gecelerin üstünde tutmuş ve bin aya denk saymıştır.
Soruda, “Kadir Sûresi’nde Kur’ân’ın Kadir gecesinde nâzil olduğu buyuruluyor. Fakat biz, Kur’ân’ın âyet âyet nâzil olduğunu biliyoruz.” deniliyor. Şimdi de isterseniz biraz bu sorunun cevabını heceleyelim: Tefsirciler, bu konudaki mütalâalarını beyan ederken, “Kur’ân, evvelâ sema-i dünyaya, daha sonra ise peyderpey Efendimiz’e indirildi.”[3] demektedirler. Bizim bu hakikate kanaat edip keyfiyeti araştırma tekellüfüne girmememiz icap eder. Ancak, bazı yorumcuların beyanı da kulak ardı edilmemelidir. Bu cümleden olarak, Allah, Kur’ân’ı evvelâ birden ve def’aten insanlarla çok alâkalı olan dünya semasına indirmiş, daha sonra da ihtiyaca göre Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) ceste ceste yirmi üç senede inzâl buyurmuştur. Bunun keyfiyetini araştırmamak ve bu kadarlık bir bilgiyle iktifa etmek bizim için yeterlidir zannediyorum.
Bununla beraber, belli ölçüde bu meselenin izahı da mümkündür. Kur’ân-ı Kerim, evvelâ Levh-i Mahfuz’da idi ki, Levh-i Mahfuz, bazılarına göre “taayyün-ü sâni”, bazılarına göre de “imam-ı mübîn” ünvanıyla ifade edilmiştir. Allah’ın ilmi, olmuşa, olacağa, mümkine, mümteniye, Zât’ına ve her şeye taalluk eder. Allah, gelecek zamanı son noktasına kadar –O’nun son noktası yoktur–, ebedlere kadar; geçmiş zamanı da son noktasına kadar, ezele kadar bilir. Her şey, Allah’ın ilminde bir nokta gibidir. Hiç kimse, Allah’ın geçmiş ve geleceğe ait şeyleri bildiği gibi, hâl-i hazırda olan bir şeyi bilemez. Nitekim, “Yarattığı mahlûkların önünde ardında ne var, hepsini bilir. Mahlûklar ise O’nun dilediğinden başka, ilminden hiçbir şeyi kavrayamazlar.” (Bakara sûresi, 2/255) âyet-i kerimesi bu hakikati ifade etmektedir. Binaenaleyh, –doğrusunu Allah (celle celâluhu) bilir– Levh-i Mahfuz, ilm-i ilâhide her şeyin değişmez şekliyle sabit aynlar hâlinde tesbit buyurulduğu bir yerdir. Kur’ân-ı Kerim’de, “O Levh-i Mahfuz’da idi.” (Bürûc sûresi, 85/21-22) ve “Allah’ın müsaade etmediği hiç kimse oraya muttali olamaz.” (Cin sûresi, 72/26) meâlleriyle hatırlatılır bu konu.
Ayrıca ikinci derecede her şey Levh-i Mahv u İsbat’a istinsahla intikal eder. Oraya ancak nazarı yükselen, kalb ve ruhun hayatına çıkan bir kısım kimseler muttali olabilirler. Levh-i Mahv u İsbat’ta, bir insanın veya bir milletin kaderiyle alâkalı bir kısım yazılan kitaplar vardır ki; bunlar, yazılır, silinir ve arkadan gelenler onların yerini alır. Bu, bir sinema şeridi gibi hep böyle döner durur.
İşte Kur’ân-ı Kerim, Levh-i Mahfuz’dan böyle bir yazılmayla intikal etmiştir. Bu yazılmada, ancak Allah’ın müsaade ettiği melek/melekler Kur’ân’a muttali olmuştur. Ayrıca, yukarıda da ifade edildiği gibi böyle yerlere ancak vicdanen ve kalben yükselebilenler muttali olabilir. Mesela, Varaka İbn Nevfel gibi, Hak’tan gelen bir esinti ile bir kısım hakikatleri ifade eden insanlar vardı ki bunlar, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) dünyaya şerefkudûm buyurunca, O’nun esintilerini hissetmiş, semanın yerdeki insanlarla yeniden münasebete geçeceğini vicdanlarında sezmeye başlamışlardır. Siyer ve tarih kitapları, o devirde Varaka İbn Nevfel gibi… kimseleri hanîf olarak kaydetmektedir.[4] Yine bu tür esintileri gönül dünyasında hissedenlerden birisi de Zeyd İbn Amr idi. Aşere-i mübeşşereden meşhur sahabî Saîd İbn Zeyd’in babası ve Hazreti Ömer’in de amcası olan bu zat da hanîflerdendi. Bu zat, putlardan yüz çevirmiş ve onların hiçbir fayda ve zarara muktedir olamayacaklarını haykırmış tâli’lilerden biriydi. Hatta o, etrafındakilere ölüm yatağında iken şu sözlerle seslenmişti: “Ben bir din biliyorum ki onun gelmesi çok yakındır; gölgesi başınızın üzerindedir. Fakat bilemiyorum ki ben o günlere yetişebilecek miyim? Ancak siz o din geldiği zaman, vakit fevt etmeden ona iman edin.” Sonra da derin bir inkisar içinde, “Ah Yüce Yaratıcı! Keşke Senin adını bir bilebilseydim, Seni tanıyabilseydim ve yüzümü yere koyup Sana karşı kulluk yapabilseydim!” deyivermişti.[5] Zeyd, bir esintiden müteessir olmuş ve vicdanı Hakk’a karşı tamamen uyanmış biriydi. O, bu sözleriyle bir olan Allah’a (celle celâluhu) inanıyor ve O’na teslimiyetini arz ediyordu.
Evet, örneklerde de görüldüğü gibi Allah’ın rahmetiyle uyanan temiz bir vicdan, Kur’ân’ın Levh-i Mahfuz’dan beşer âlemine intikal etmesini (öncesiyle-sonrasıyla) ruhunda duyabiliyordu. Çokları ondan sonra, hakikat adına keşfedecekleri her şeyi, Kur’ân’ın esintilerinden ilham olarak alıyor ve söylüyorlardı. Ne var ki, bu sözler beşerî kalıplar içine girdiğinde bazen bir kısım hatalara sebebiyet verebiliyordu. Ancak normal insanların düşünce, beyan ve ilhamlarından çok farklı ilâhilik gamzeden ve yine ilâhî bir esintinin ifadesi olan bütün ilhamlar, Kur’ân-ı Kerim’in sema-i dünyaya nâzil olmasından gelmektedir. Semadan insanlara gelen ilhamlar, bir çiçek bahçesine uğrayıp da, sonra esip insanın burnuna kadar gelen bir râiha gibidir. İnsan, o çiçek bahçesini görmez. Fakat esen rüzgârlarla, bilhassa bâd-ı sabâ ile, seherlerde esen tecellîlerle onun vicdanına, vicdanının burnuna bir kısım ilâhî kokuların geldiğini hissedebilir. Evet, her ne kadar gülü, çiçeği görmese de onu hisseder. Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) geleceği âna yakın, o devrede bir kısım kimselerin, “Lât’ı, Uzzâ’yı, Menât’ı hatta her şeyi terk ettim. Aklı başında olan herkes de benim gibi yapar.”[6] sözü, o âlemden gelen esintilerle mülhem olmanın ifadesidir.
Onun için, “Biz, Kur’ân’ı Kadir gecesi indirdik.” âyetinden de bu mânâyı anlamak gerekir. Ruh-i revân-ı Muhammedî Aleyhisselam’a ilk mesajın gönderilmesi ve Kur’ân-ı Kerim’in nâzil olacağına dair ilk haberin Efendimiz’e o gecede intikal etmesi, “Biz, Kur’ân’ı Kadir gecesi indirdik.” âyetiyle anlatılmaktadır. Sonra da Kur’ân, beşerî ihtiyaçlara göre hazmedilsin, insanlar onu iyi anlasın diye ceste ceste yirmi üç senede indirilmiş ve insanlık, hazmedilmiş bir Kur’ân’la yeni bir ba’sü ba’de’l-mevt yaşamıştır.
Konunun hakikatini ancak Allah (celle celâluhu) bilir.
[1] Muvatta, sıyâm 28; İbn Abdilberr, et-Temhîd 24/373; es-Suyûtî, Tenvîru’l-havâlik 1/236
[2] Bediüzzaman, Sözler s. 325 (Yirmi İkinci Söz, İkinci Makam, On Birinci Lem’a).
[3] el-Hâkim, el-Müstedrek 2/578; el-Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ 4/306.
[4] Buhârî, menâkıb 24; en-Nesâî, es-Sünenü’l-kübrâ 5/54; el-Bezzâr, el-Müsned 4/165.
[5] İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ 1/162; et-Taberî, Târîhu’l-ümem ve’l-mülûk 1/529.
[6] Yâkut el-Hamevî, Mu’cemü’l-büldân 4/116.
- tarihinde hazırlandı.