Ülkemizin atlattığı büyük badirelerin ve huzursuzlukların ardından gelmekte olan, her seneki gelişiyle de gönülleri yumuşatan, eriten ve belli bir kıvama ulaştıran Ramazan ayını toplumun farklı kesimleri arasında kaynaşmaya vesile kılmak için neler yapılmalıdır? Kurban seferberliğine benzer bir hedef belirlenecek olursa, özellikle hangi hususlara öncelik verilmelidir?
Resûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz'in Ramazan-ı Şerif'teki eşsiz cömertliği, zekat vazifesinin edası için genelde bu ayın tercih edilmesi ve bu gufran mevsimindeki ibadetlerin fıtır sadakası ile taçlandırılması gibi hususlar da düşünülürse, Ramazan ile infak arasında nasıl bir münasebetten bahsedilebilir?
"Kur'an ayı" da denilen Ramazan-ı Şerif'te, Cenâb-ı Hakk'ın yüce kelamına karşı yoğun bir teveccüh oluyor. Bu teveccühün iyi değerlendirilebilmesi ve Ramazan-ı Şerif'in –diğer hususiyetlerinin yanı sıra– tam bir Kur'an ayı yapılabilmesi için neler tavsiye buyurursunuz?
Soru: Her sene, gökten inen bir sekîne gibi gelip gönüllerimizi yumuşatan, eriten ve belli bir kıvama ulaştıran Ramazan ayını fert ve toplum hayatımız adına kâmil mânâda değerlendirebilmek için neler tavsiye edersiniz?
Cevap: Oruç, iftar, sahur, teravih gibi büyüleyici güzellikleriyle ufkumuzda beliren ve kendine mahsus kutsî bir atmosfer oluşturan Ramazan ayının; gerilimlerin gerilimleri takip ettiği, şiddet ve hiddetin aşırı bir hâl aldığı, zıtlaşmaların marifet görüldüğü ve kitleler arasında ciddî soğukluğun yaşandığı dönemlerde bile ruhların yeniden salâha kavuşması, kalblerin, hislerin ve düşüncelerin selimleşmesi ve her türlü sertliğin, huşunetin yatışması adına apayrı bir tesiri vardır. Zaten sükûnet, yumuşaklık ve letafetin belirgin bir şekilde kendini hissettirdiği bu mübarek aya karşı insanımızın içinde ciddî bir saygı hissinin olduğu bir gerçektir. Bu açıdan şu an biz değişik olumsuzluklarla çepeçevre kuşatılmış olsak da, eğer irademizin hakkını verip gönlümüzü bu kutlu zaman dilimine açabilir, onun bereketine yürekten inanıp tazim ve saygı hisleriyle ona yönelebilirsek; o da bizi kucaklayacak, sağanak sağanak başımızdan aşağı rahmetini boşaltacak, hiddet, şiddet ve öfkelerin önüne geçecek ve böylece toplumda yeniden bir huzur ve sükûnet havası hâkim olacaktır.
Bu istikamette yapılması gerekenlere gelince, mesela bir apartman dairesinde ikamet eden insan, komşuları hangi kültür ve anlayışta olursa olsun, birkaç gün öncesinden haber vermek suretiyle onları iftar sofrasına davet edip elinden geldiği ölçüde centilmenlik ve civanmertliğini sergileyebilir. Hatta yemek yedirdikten sonra bir de, "Siz buraya gelerek yemeğimizi yeme zahmetine katlandınız. Kabul buyurursanız bu da diş kiranız." diyerek öncesinde onlar için hazırladığı küçük bir hediye takdim edebilir. İmkân varsa, bilhassa çoluk çocuklarına hediyeler vermek suretiyle o masum yavruların gönülleri hoş edilebilir. Aynı şekilde bir devlet okulunda öğretmen olan, bir üniversitede hocalık yapan veya daha başka bir kurumda çalışan insan da, kesim farkı gözetmeksizin herkese evini açıp iftar sofrasını paylaşmak suretiyle içtimaî barışa katkıda bulunabilir.
Biz bu bereketli ve nurlu ayı öyle değerlendirmeliyiz ki, misafirin bulunmadığı hiçbir iftar soframız olmamalıdır. Evet, iftar sofraları yemek zenginliğinden daha ziyade misafir çokluğu ve çeşitliliğiyle zenginleştirilmelidir. Bildiğiniz üzere Resûl-i Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem);
طَعَامُ الإثنينِ كافي الثَّلاثَةِ، وَطَعَامُ الثَلاثَةِ كافي الأَربعَةِ
"İki kişilik yemek üç kişiye, üç kişilik yemek de dört kişiye yeter."
(Buhârî, Et`ime 11; Müslim, Eşribe 179) buyuruyor. Bu açıdan, kendine mahsus apayrı bir bereketi bulunan Ramazan ayında misafirin çokluğundan endişe edilmemelidir.
Böyle bir hareket tarzı farklı kesimler arasındaki uçurumların kapanması, önyargıların aşılması adına önemli bir diplomasi yoludur. Hakikaten güç ve kuvvetle halledilemeyen, mekanize birliklerle başa çıkılamayan pek çok problem bu yolla çözülebilir. Evet, siz gönlünüzü herkese açar, insanlığınızla muhataplarınızın kalbine girer, gönlünüzde herkesin oturabileceği bir yer hazırlar ve böylece gönülleri arkanıza alırsanız, hakkından gelinemeyen kinlerin, nefretlerin, gayz ve öfkelerin, kan dökmelerin, cana kıymaların da önü alınmış olacaktır. Hem insanlık tarihi boyunca hiçbir zaman tehditle problemlerin çözüldüğü, sıkıntıların hallolduğu görülmemiştir. Bilakis tehditler karşısında insanların hışımları daha bir artmış ve kendilerince daha bir hararetle tahrip eksenli yapılanmaya gitmişlerdir.
Bir atasözünde ifade edildiği gibi bir kahvenin kırk yıl hatırı vardır. Dolayısıyla bizim vereceğimiz bir iftarın da kırk yıl hatırı olacaktır. Bu açıdan geriye dönüşü çok farklı olan böyle bir civanmertlik mutlaka yerine getirilmelidir. Bilemiyoruz, belki de Ramazan'ın ayrı bir bereketi de işte buradadır. Yani biz, oruç tutarak, teravih kılarak uhrevî mükâfatlar elde edebileceğimiz gibi, bir de insanların gönlüne girmek suretiyle apayrı bir kazanç yaşarız.
Öte yandan dünyanın dört bir bucağında insanlığa hizmet etme yolunda koşturan hizmet erleri de, gönüllere girme adına Ramazan'ı çok önemli bir vesile olarak değerlendirebilirler. Nasıl ki kurban bayramında kesilen kurbanlar ülkemizdeki fakir insanlardan başlamak üzere, Asya'dan Afrika'ya dünyanın dört bir bucağına götürülmek suretiyle milletimizin civanmertliği ve hiss-i semahati ortaya konuldu ve böylece kurban vasıtasıyla gönüller fethedilmeye başlandı ve aynı zamanda bununla güven kaynağı bir milletin var olduğuna dair onlardaki güven duygusu harekete geçirilmiş oldu. Aynen öyle de, Ramazan ayında iftar ve sahur kapıları herkese açılmak suretiyle bir Ramazan seferberliği başlatılıp nice gönüller kazanılarak bu mübarek ay Allah'ın hoşnut olacağı bir keyfiyete ulaştırılabilir. Zira özellikle yurtdışında iftar veya sahura davet edilen misafirler, bu türlü faaliyetlerden öyle etkileniyorlar ki, onların intibalarını dinlediğinizde yapılan işin ehemmiyetini daha iyi anlıyorsunuz. Mesela iftar öncesi okunan ezanlar onlara sürpriz bir ses olarak oldukça orijinal geliyor ve onu çok cazip buluyorlar. Dolayısıyla da muhataplarımızı kendi güzelliklerimiz ve kendi zenginliklerimizle tanıştırma adına böyle bir imkânın en iyi şekilde değerlendirilmesi gerekir.
Yapılan bütün bu faaliyetler muhatapların gönüllerinde belki sadece Müslümanlığa sempatiyle bakmalarını netice verecektir. Fakat bu durum bile, kanaatimce kesinlikle hafife alınmamalıdır. Kim bilir belki de her şeyi ter u taze duyan o insanlar, zamanla İslâm'ın güzelliklerini daha farklı hissedecek ve birdenbire dikey olarak kendi arş-ı kemalâtlarına yükseleceklerdir. Bu açıdan böyle bir neticenin hâsıl olması adına bir kere iftar verme değil, onların önüne günde üç dört defa sofralar serilse değer, zannediyorum.
Çağımızın insanı maalesef Müslümanlığın güzelliklerinden mahrum yaşadılar. Görmediler müslümanca tavır ve davranışları. İşte bizim en önemli vazifemiz aile yapımızla, anne, baba ve evlat münasebetlerimizle, davetlerimizle, centilmenliğimizle onlara hakiki Müslümanlığı göstermektir. Eğer birileri Müslümanları "öcü" gibi görüyorlarsa, bunu izale etmenin yolu, onlarla içli dışlı olmaktan geçer. Bu sebeple de Ramazan-ı Şerif'te Müslümanlar, bulundukları konum neyi gerektiriyorsa, akıl, mantık, muhakeme ve istişareyle hareket ederek makul bir şekilde bu işi realize etmeye çalışmalıdırlar.
Cenâb-ı Hakk'ın birer mükellefiyet olarak bize farz kıldığı ibadetler, eda keyfiyetimize göre farklı birer mahiyet kazanarak, Allah nezdinde bizim için şahitlik yapacaktır. Biz bu gufran ayını ne kadar memnun edersek onun şahadeti de o istikamette gürül gürül olacaktır. İyi değerlendirilebildiği takdirde Ramazan-ı Şerif bizden ayrılıp gittiği zaman lehimize şehadet edecek, belki bizim reyyana namzet olduğumuzu ifade edecektir. Bu açıdan biz Allah'ın hakkımızda takdir buyurduğu ibadetlere saygı göstermeli, onları aziz bilmeli ve azami derecede onları değerlendirme gayreti içinde olmalıyız.
Ayrıca insan ahirette Allah'ın kendisine ihsan ettiği nimetlerin hangi amellerinin mükâfatı olduğunu bilecektir ki, bu da o insana, nimetin kendisi kadar haz verecektir. Belki de mazhar olduğu bu nimetler karşısında şöyle diyecektir: "Çok şükür Rabbime! Evvela beni amelle şereflendirdi, şimdi de onun mükâfatıyla şereflendiriyor." Evet, insan orada, tuttuğu oruçlarını ağzıyla, burnuyla, kulağıyla tanıyacak. Aynı şekilde aç ve susuz kalmasını, teravihteki yorulmalarını, sahura kalkma heyecanlarını, iftardaki izaz ve ikramlarını öbür âlemin hususiyetleri içinde tanıyacak ve bunların hazzını yaşayacaktır.
Kimi ibadet ü taat, derinliğini bilhassa zarfından alır. Ramazan ayında yapılan ibadet u taat de böyledir. Bu itibarla Ramazan ayında yapılan ameller ayrı bir kıymete ulaşacaktır. Bu ayda insanlar çok farklı şekilde Allah'a yaklaşırlar. Bu ayda tutulan orucun sevabına hiçbir oruç yetişemez. Başka gecelerde kılınacak yirmi rekât namaz da, teravihin yerini tutamaz. Aynı şekilde Ramazan'ın dışındaki gecelerde yapılan sahurlardan da Ramazan'daki sahurun sevabını alamazsınız. Keza Ramazan dışında iftar vaktindeki ezan bekleyişleriniz de Ramazan'a denk olmaz. Kısaca başka zamanlarda yaptığınız amellerle, kesinlikle Ramazan'da ulaştığınız mükâfata ulaşamazsınız. Hiçbir amel onun geride bıraktığı boşluğu dolduramaz. İşte bu sebepledir ki bu hakikati vicdanında derinlemesine duyan samimi mü'minler bu ayın gitmesiyle birlikte ciddi bir hicran duyar ve bir sonraki Ramazan'a kadar da onun hasretini çekerler. Bilemeyiz, belki de onların bu hasreti onlara ayrı bir Ramazan sevabı kazandırır.
Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.
Soru: Kur’an-ı Kerim’de, orucun farz oluşu anlatılırken, “Ey iman edenler! Oruç, sizden öncekilere farz kılındığı gibi size de farz kılındı ki, (nefsinizin gayrı meşrû ve aşırı arzularına karşı) Allah’ın koruması altına girip takvaya ulaşabilesiniz.” (Bakara, 2/183) buyuruluyor. Fezlekede “takva”nın nazara verilmesinden hareketle Ramazan, oruç ve takva münasebetini lütfeder misiniz?
Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.
Soru: Ramazan’ın anlatıldığı makalelerin hemen hepsinde onun nazlı bir misafir gibi geldiğine vurguda bulunuluyor. Ramazan’ın nazlı oluşu ne demektir?
Cevap:Nazlanma, kendini ifade etme yöntemlerinden biridir. Çocukların anne babalarına, seven insanların birbirlerine nazlanmaları gibi. Nazlanan ile naz yapılan arasında bir sevgi varsa naz yapmanın ve bu naza katlanmanın da bir anlamı vardır. Nazlanan, kendisini bu şekilde ifade eder, nazı çeken de hissettiği sevgiden dolayı şikâyette bulunmaz. Hatta bu durum, aralarındaki muhabbet, ilgi ve alâkanın artmasına vesile olur. İşte Ramazan ayı da mü’minin nazarında âdeta nazlı bir misafir gibidir. Onu elinden kaçırmamak, gönlünü tam olarak yapabilmek için elinden geleni yapar.
Soru: 1) Ramazan'ın gün ve geceleri en büyük kurbet vesileleri olarak anlatılıyor. Ayrıca, "Her türlü gurbetin iksiri Hakk'a kurbettir." buyuruluyor. Kurbet ne demektir ve ona nasıl erilir? "Kurbet-i ferâiz" ve "kurbet-i nevâfil" tabirlerine yüklenen mânâları anlatır mısınız? (00.33)
Soru: 2) Son senelerde Ramazan-ı şerif denince gösterişli iftar sofraları ve şölen edalı programlar akla gelir oldu. Fakat, Ramazan ile alâkalı bazı yazılarda biraz daha sükûnet, derinlik ve incelik ufku gösteriliyor. Kurbetimize vesile olması için, Ramazan, şölen gibi mi yaşanmalıdır, yoksa sükûnet içerisinde içe dönük olarak mı? (19:23)
Soru: 3) Referandum yaklaştıkça Dörtyol ve İnegöl'dekine benzer provokasyonların artmasından da endişe ediliyor. Ayrıca, bilhassa Doğu'da oldukça artan kepenk kapattırma denemeleri daha büyük hadiseler hakkında ipuçları veriyor. Ramazan-ı Şerif'in bu açıdan da rahmet olarak değerlendirilebilmesi için mü'minlerin özellikle dikkat etmeleri gereken hususlar nelerdir? (24:22)
Ramazan nesrimize girmiş, şiirimize girmiş, edebiyatımıza girmiş, vaaz u nasihatlere mevzu olmuş; bu güne kadar, zannediyorum söylenecek her şey söylenmiş. Cenâb-ı Hak, söylenen şeylerin tesirini halk eylesin; her şey O’nun elinde!..
Ancak böyle mübarek günleri her saatiyle, her dakikasıyla, –“Kaos ve Ramazanlaşan Ruhlar”makalesinde de ifade edildiği gibi- sahurlarıyla, geceleriyle, yerinde teheccüdleriyle tam değerlendirmek lazım. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) Ramazan-ı şerifte teheccüd kılıyor muydu? Hazreti Âişe validemizin beyanına bakılınca, işte o terâvîhi öyle, o kadar yapıyorlardı; onunla iktifa ediliyordu ve vitr-i vacip kılınıyordu. İsteyen, yine müsait olursa, teheccüd de kılabilir, hacet namazı da kılabilir. Fakat böyle mübarek günler, gök kapılarının açıldığı ve Cenâb-ı Hakk’ın rahmetle baktığı zaman dilimleri olarak çok büyük fırsat bilinmelidir.
Vakıa hadis-i şerifte, Cenâb-ı Hak, “Her gece semâ-i dünyaya iner.” buyuruluyor. “Teveccüh buyurur.” diyebilirsiniz; bir yönüyle “insanlara melekûtî âleme dair kapılar aralanır” şeklinde yorumlayabilirsiniz, lâzımî mana olarak.. ve “kullar tarafından denen/istenen şeylere açık durulur” şeklinde algılayabilirsiniz.
Gök kapıları, Allah tarafından sizin diyeceğiniz/edeceğiniz şeylere açılıyorsa, her halde o gök kapılarının ötesinde bulunanlar da sizin diyeceğiniz şeylere “âmîn” diyor ve “âmîn” demeye teşne bulunuyorlardır. Belki bir gözleri sizin üzerinizde, bir gözleri de gördükleri-görmedikleri mâverâ-i tabiatın, -İmam Rabbanî ifadesiyle- verâların, verâların, verâların, verâsında… Bî kem u keyf O’na (celle celâluhu) bakıyor gibi.. O’nun o mevzudaki teveccühleri, diyeceği şeyleri almak için… Belki haliniz, İslam dünyasının hali itibariyle, biraz da nazarlarından şefkat taşarak, aynı zamanda ızdırap taşarak, Cenâb-ı Hakk’a teveccüh ediyorlardır. Onların o hallerine iştirak etmek -zannediyorum- insan olmanın gereğidir.
Terâvîh, her “tervîhâ”sıyla, çok iyi değerlendirilmeli. Ne kadar terâvîh kılıyoruz, tabii onun da her zaman münakaşası yapılabilir. Ne kadar namaz kılıyoruz, her zaman münakaşası yapılabilir. Ama kılıyoruz işte; “kılıyoruz” sözü ne ifade ediyorsa, o ölçüde kılıyoruz. Cenâb-ı Hak, meselenin ikâmesini lütfeylesin inşaallah; onu iç-dış erkânıyla, şerâitiyle, hudûu ile, hüşûu ile, haşyeti ile, yerine getirmeye muvaffak eylesin!..
Evet, Müslümanın bugün en büyük derdi, İslam dünyasının derdi olması lazım. İslam dünyası, değişik dönemlerde çok olumsuz/menfî şeylere maruz kalmıştır. Belki dünya da maruz kalmıştır; Amerika’daki McCarthy gibi, başka yerlerde de nice McCarthy’ler çıkmıştır. Bir yerde bir Saddam çıkmış, bir yerde bir Kaddafi (Kazzâfî) çıkmıştır. Bir yerde de başkaları Müslümanlığı doğru yaşamak isteyen, gönlünce yaşamak isteyen insanların karşısına çıkmış, Müslümanlığı siyasî telakkileri çerçevesi içinde yorumlamış, o yoruma bağlamış ve onun öyle icrâ edilmesini istemişlerdir. Siyasî telakkilerine, siyasî arzularına/isteklerine ve siyasetle ikbâl ve istikbal arzularına muhalif gibi gördükleri şeylere karşı çıkmışlardır, binlerce insanın kanına girmişlerdir. Şimdi bazı İslam dünyasında yüzbinlerce insan… Bu yüzbinlerce insan, kendileriyle alakadar olan aileler ile müşterek mütalaa edildiği zaman, zannediyorum yüz ile çarpmak icap eder. Dolasıyla ızdırap duyan, ızdırap yaşayan, ızdırap soluklayan insanların sayısı, milyonlara bâliğ olmuştur.
Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) “Savaş mecburiyetinde kaldığınız zaman, mâbedlere sığınan insanlara ilişmeyin, kadınlara ilişmeyin, çoluk-çocuğa ilişmeyin!..” buyurmuştur. Fakat İslam dünyasında, bazı İslam memleketlerinde, ona riayet etmek şöyle dursun, McCarthy’nin felsefesine, Saddam’ın felsefesine, Kaddafi’nin felsefine göre bile hareket edilmemiştir; daha zâlimâne muameleler yapılmıştır. Ne Ramazan tanınmıştır, ne sahur tanınmıştır, ne terâvîh tanınmıştır, ne Müslümanlık bilinmiştir/tanınmıştır. İslam dünyasında bu çağda zuhur ettiği kadar zâlim, zuhur etmemiştir; münafık, zuhur etmemiştir. Bu çağ, münafık çağıdır; Deccâl’den sonra en tehlikeli çağ, Müslüman göründüğü halde Süfyanca hareket etme, bir Süfyan çağı, bir nifak çağı olduğunda şüphe yoktur.
Öyle ise, bize düşen şey, bu mevzuda, bir taraftan zulüm görenlere dua etmektir. O “mazlum”lar, “mağdur”lar, “mehcur”lar, “mevkuf”lar, “mescûn”lar, “muhtefî”ler, “fârr”lar, “muhacir”ler ve bir de daha önceden gitmiş olduklarından dolayı “Ensar” olma gayreti içinde olan insanlar için Cenab-ı Hakk’a niyazda bulunmaktır. Bunların hepsinin -bir yönüyle- maddeten olduğu gibi, muavenet açısından olduğu gibi, dua açısından da desteklenmesi gerekmektedir. İşte o aralanan gök kapılarını değerlendirerek, bir size, bir ötelere, ötelerin ötesine bakan ruhanîlerin/meleklerin bakışlarındaki şefkat durumunu değerlendirerek, onlar için “Allah’ım! Bu mazlumları, mağdurları; zâlimlerin, münafıkların şerrinden muhafaza buyur!” demek lazımdır.
Bu konudaki taleplerinizi farklı dualarla seslendirebilirsiniz. Mesela اَللَّهُمَّ أَطْلِقْهُمْ سَرَاحًا “Onları hürriyetlerine kavuştur Allahım!..” deyin. يَا مُطْلِقَ اْلأُسَارَى Cevşen’de yedinci fıkra zannediyorum: يَا غَافِرَ الْخَطَايَا، يَا كَاشِفَ الْبَلاَيَا، يَا مُنْتَهَا الرَّجَايَا، يَا مُجْزِلَ الْعَطَايَا، يَا وَاسِعَ الْهَدَايَا، يَا رَازِقَ الْبَرَايَا، يَا قَاضِيَ الْمُنَايَا، يَا سَامِعَ الشَّكَايَا، يَا بَاعِثَ السَّرَايَا “Ey hata, kusur ve günahları bağışlayan! Ey bela ve musibetleri kaldıran! Ey bütün istek ve dilekler Kendisine ulaşan! Ey ihsan ve atiyyeleri bol olan! Ey hediyeleri çok geniş olan! Ey her varlığın rızkını ulaştıran! Ey vakti geldiğinde verdiği hayatı geri alan! Ey her şekva ve arz-ı hali duyan! Ey her yana değişik mahlukatından ordular yollayan!” Son fıkra يَا مُطْلِقَ اْلأُسَارَى “Ey esaret hayatı yaşayanları hürriyetine kavuşturan!” يَا مُطْلِقَ اْلأُسَارَى، أَطْلِقْهُمْ سَرَاحًا * يَا مُطْلِقَ اْلأُسَارَى، أَطْلِقْهُمْ سَرَاحًا “Ey esaret hayatı yaşayanları hürriyetine kavuşturan! Masumiyetine rağmen hürriyeti gasp edilen bütün kardeşlerimizi bir an evvel hürriyetlerine kavuştur! Ey esaret hayatı yaşayanları hürriyetine kavuşturan! Masumiyetine rağmen hürriyeti gasp edilen bütün kardeşlerimizi bir an evvel hürriyetlerine kavuştur!..” Onların hepsini birden kurtar; بِحَيْثُ مَا لاَ عَيْنٌ رَأَتْ، وَلاَ أُذُنٌ سَمِعَتْ، وَلاَ خَطَرَ عَلَى قَلْبِ بَشَرٍ “Mağdur kardeşlerimize öyle bir lütufta bulun ki; göz görmemiş, kulak işitmemiş ve beşer tasavvurlarını aşkın, Şânına yakışır bir iltifat-ı Sübhâniye ile onları serfirâz kıl!” “Tasavvurları aşkın, sürpriz şekilde salıver Allah’ım! Ne olur?!. Ey mutlika’l-usârâ!..” diyeceksiniz.. يَا صَاحِبَ الْغُرَبَاءِ، يَا صَاحِبَ الْمَظْلُومِينَ، يَا صَاحِبَ الْمَغْدُورِينَ، يَا صَاحِبَ الْمَحْكُومِينَ “Ey Gariplerin Sahibi… Ey Mazlumların Sahibi… Ey Mağdurların Sahibi… Ey mahkumların Sahibi…” يَا مُطْلِقَ اْلأُسَارَى، أَطْلِقْهُمْ سَرَاحًا “Ey esaret hayatı yaşayanları hürriyetine kavuşturan! Onları da hürriyetlerine kavuştur!..” diyeceksiniz. “Onları eski hallerine, güzel durumlarına yeniden iade buyur!.. Haklarını, imkanlarını iade buyur!.. Onlar, bir kısım mutasallıtların, mütegalliplerin, mütemelliklerin tasallutuna, saldırısına, tahakkümüne maruz kaldılar; o zalimlerin ve münafıkların ellerinden onları kurtar! Ve onları salıver!” diye inleyeceksiniz. İnlemeliyiz; bir yönüyle, içimizin sesi olarak, heyecanlarımızın bir mızrap gibi kalbimizin hassasiyet tellerine dokunması neticesinde çıkacak seslerle, aralanan gök kapılarını değerlendirmeye bakmalıyız.
Bunu her fırsatta yapmalı. Teheccüd kılacaksanız, teheccüd esnasında.. gece sahura kalkacaksanız -kalkacaksınız- sahurda.. ve aynı zamanda terâvîhlerde. İki rekatta bir selam vererek kıldığınız terâvîhin “tervîha”larında, Itrî’nin salat ü selamından daha ziyade, bir şeyi demek aklıma geliyor: Şu dediğim şeyleri de diyebilirsiniz arada. İlle de o makamda söylenmesi şart değil. Önemli olan bir koro halinde onu seslendirmek. Belki melekler de onu seslendiriyor, ruhanîler de onu seslendiriyor. Öyle bir koroya iştirak etmeye bakmak lazım, onlar öyle diyorlarsa, biz de öyle dediğimiz zaman, o tevâfukun tesiri çok önemlidir.
Hazreti Üstad, “Nasılki sâbık hadîsin sırrıyla: Sadaka, belayı ref’ eder. Ekseriyetin hâlis duası dahi, ferec-i umumîyi cezbeder. Kuvve-i cazibe vücuda gelmediğinden, fütuhat da verilmedi.” (Onaltıncı Lem’a) diyor. Yani bizim gibi umum, sıradan insanlar bir araya gelmiş hâlisâne dua ediyorlarsa, Cenâb-ı Hakk, bir ferec-i umûmî lütfeder. Mübarek günlerde, mübarek saatlerde, çok mübarek ibadetler arasında, gök kapılarının aralandığı bir esnada, meseleyi o şekilde koro haline getirme, nezd-i uluhiyette -inşaallah- kabule karin olur. Düşünün ki, hürriyetini yitirmiş, esârete düşmüş, mazlumiyet, mağduriyet yaşayan on binlerce insan var. Mallarına/mülklerine el konmuş, eğitim müesseselerine el konmuş, “münafık”lar tarafından, “zâlim”ler tarafından… Tereddüt etmeden söylüyorum bunu; çünkü milletin alın teriyle kazandığı şeylere, himmetleriyle ortaya koyduğu şeylere, hiç kimsenin gelip el koyma hakkı yoktur; Allah’a hesap verirler. Fakat münafığın hesap ile alakası olmadığından, zâlimin hesap ile alakası olmadığından, onun hesabını ötede Allah görecektir. “Zâlimin zulmü varsa, mazlumun Allah’ı var / Bugün halka cevretmek kolay, yarın Hakk’ın divanı var.” Bugün halka cevretmek kolay, çünkü güçlüsün, kuvvetlisin; yarın Hakk’ın divanı var, canına okuyacaklar; yarın Hakk’ın divanı var, canına okuyacaklar!..
Bir taraftan sızlayan, inleyen bir gönül ile, yani heyecan mızrabını hassasiyet tellerine dokundurmak suretiyle çıkaracağımız seslerle, onlar için Cenâb-ı Hakk’a arzularımızı sunmalıyız. “Niyaz” edasıyla, “nâz” edasıyla değil, niyâz edasıyla. Onu da, Yakub aleyhisselam’dan öğrenelim: قَالَ إِنَّمَا أَشْكُو بَثِّي وَحُزْنِي إِلَى اللهِ وَأَعْلَمُ مِنَ اللهِ مَا لاَ تَعْلَمُونَ “Ben, dedi, sıkıntımı, keder ve hüznümü sadece Allah’a arz ediyorum. Hem sizin bilemediğiniz birçok şeyi Allah tarafından vahiy yolu ile biliyorum.” (Yusuf, 12/86) Veya ıztırar halimizi dillendirerek: يَا مَنْ يُجِيبُ الْمُضْطَرَّ اِذَا دَعَاهُ وَيَكْشِفُ السُّوءَ؛ هَا نَحْنُ مُضْطَرُّونَ، قَدْ ضَاقَتْ عَلَيْنَا الْاَرْضُ بِمَا رَحُبَتْ، وَضَاقَتْ عَلَيْنَا اَنْفُسُنَا، وَأَنْتَ مَلْجَأُنَا وَرَجَاؤُنَا “Ey darda kalanların, canı gırtlağına dayananların, dergâh-ı ulûhiyetinin kapısının tokmağına dokunanların çağrılarına icabet buyuran Allah’ım! Hâl-i pür-melâlimiz Sana ayân.. canlarımız gırtlakta ve son kelime dudakta. Hak duygusunun gönlümüzde hâsıl ettiği heyecan ve hafakandan, bâtıl duygu ve düşüncesine karşı koyma cehdi ve gayreti sebebiyle, yeryüzü bütün genişliğine rağmen daraldıkça daraldı; sadırlarımız ve nefsimiz bizi sıktıkça sıkmaya başladı. Ne olursun bizlere tez zamanda ferec ve mahrec nasip buyur! Sensin yegâne sığınağımız ve ümit kaynağımız!..” demek suretiyle, halimizi arz etmeliyiz.
Veya bir kudsî hadiste أَنَا عِنْدَ الْمُنْكَسِرَةِ الْقُلُوب“Ben kalbi kırıklarla beraberim!..” ifade buyrulduğu için şöyle niyaz edebiliriz: يَا مَنْ هُوَ عِنْدَ الْمُنْكَسِرَةِ قُلُوبُهُمْ؛ هَا نَحْنُ مُنْكَسِرُو القُلُوبِ… اُجْبُرْ كَسْرَنَا، وَاجْبُرْ كَسْرَنَا، وَاجْبُرْ كَسْرَنَا “Ey kalbi kırıkları maiyyetiyle şereflendiren! Ey ‘Gönlü mahzunların yanındayım!’ buyuran! Hâlihazırda gönüllerimiz paramparça, mahzun ve kederli. Ne olur, maiyyetini bizlere duyur! Bizi bize terk etmek suretiyle bizleri mahvettirme! Kırıklarımızı sarıp sarmala.. yaralarımızı iyileştir.. ve kırık döküklerimizi gider!..”
Bir taraftan, bu; bir taraftan da -bence- himmeti âlî tutarak başkaları için de ıslah-ı hal duasında bulunmak. İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem), mübarek sinn-i şerifi düştüğü zaman, miğferi yarıldığı zaman, yanağı yaralandığı zaman, uğrunda başların-kolların verildiği zaman, hiç öfkelenmedi, kızmadı; şöyle dua etti: اَللَّهُمَّ اهْدِ قَوْمِي فَإِنَّهُمْ لاَ يَعْرِفُونَ “Allah’ım kavmimi hidayet eyle, bilmiyorlar beni; bilseler, yapmayacaklar!” Evet, bir taraftan da İslam dünyasına musallat olan münafıkların ve zalimlerin ıslahı için, içinizden gelircesine dua edin. Allah, onları da evvelâ insan eylesin! Sonra da şöyle-böyle Müslümanlık şerefiyle şerefyâb eylesin! Âhiretlerini karartmasın!..
Zira ben biliyorum ki, sizin kalbiniz dünyada her mazlum, her mağdur için tir tir titrediği gibi, bamteline dokunurcasına tir tir titrediği gibi, öbür tarafta da onların o ağır hesapları karşısında, terazinin bir kefesinin yukarıya kalkması ve günah kefesinin girip yerin dibine batması karşısında, orada da yürekleriniz sızlayacak. Oradaki o yürek sızlamasına meydan vermemek için, Müslüman milletlerin başına musallat olmuş münafıkların, bütün münafıkların, bütün zalimlerin salah-ı hâl etmeleri için de dua etmelisiniz.
Evet, terâvîh kılarken, o tervîhalar arasında şöyle de diyebilirsiniz: اَللَّهُمَّ مُنْزِلَ الْكِتَابِ، مُجْرِيَ السَّحَابِ، هَازِمَ اْلأَحْزَابِ، اِهْزِمْهُمْ، وَانْصُرْنَا عَلَيْهِمْ، اِهْزِمْهُمْ، اِهْزِمْ أَعْدَاءَنَا فِي اْلأَحْزَابِ “Ey Kitab’ı indiren! Ey bulutları yürüten! Ve ey Ahzab topluluğunu hezimete uğratan Rabbim! Bizlere adavete kilitlenmiş bütün nâdanları hezimete uğrat ve nusretinle bizleri onlara karşı zeferyâb eyle! Bize düşmanlık besleyen her topluluğun Sen hakkından gel!” اِهْزِمْ أَعْدَاءَنَا فِي كُلِّ اْلأَحْزَابِ، وَانْصُرْنَا عَلَيْهِمْ، عَلَيْهِمْ دَائِرَةُ السَّوْءِ “Hangi topluluk içinde bulunursa bulunsun, bizlere karşı kin ve nefretle oturup kalkanları Sen hezimete uğrat!… Ve onlara karşı nusretinle maiyyetini bizlere duyur. Bizim için kurdukları tuzaklar başlarına dolansın ve kötü âkibet hep onların tepelerinde olsun!” Evet, bir tervihada bunu söylersiniz. Bir diğer tervîhada, يَا مَنْ هُوَ عِنْدَ الْمُنْكَسِرَةِ قُلُوبُهُمْ؛ هَا نَحْنُ مُنْكَسِرُو القُلُوبِ“Ey kalbi kırıkları maiyyetiyle şereflendiren! Ey ‘Gönlü mahzunların yanındayım!’ buyuran! Hâlihazırda gönüllerimiz paramparça, mahzun ve kederli. Ne olur, maiyyetini bizlere duyur! Bizi bize terk etmek suretiyle bizleri mahvettirme!” niyazını üç kere tekrarlar, sonunda da onu şu söz ile noktalarsınız; اُجْبُرْ كَسْرَنَا، وَاجْبُرْ كَسْرَنَا، وَاجْبُرْ كَسْرَنَا “Kırıklarımızı sarıp sarmala.. yaralarımızı iyileştir.. ve kırık döküklerimizi gider!..” dersiniz.
Bir başka tervîhada da -daha önce zikredildiği üzere- يَا مَنْ يُجِيبُ الْمُضْطَرَّ اِذَا دَعَاهُ وَيَكْشِفُ السُّوءَ؛ هَا نَحْنُ مُضْطَرُّونَ، قَدْ ضَاقَتْ عَلَيْنَا الْاَرْضُ بِمَا رَحُبَتْ، وَضَاقَتْ عَلَيْنَا اَنْفُسُنَا، وَأَنْتَ مَلْجَأُنَا وَرَجَاؤُنَا “Ey darda kalanların, canı gırtlağına dayananların, dergâh-ı ulûhiyetinin kapısının tokmağına dokunanların çağrılarına icabet buyuran Allah’ım! Hâl-i pür-melâlimiz Sana ayân.. canlarımız gırtlakta ve son kelime dudakta. Hak duygusunun gönlümüzde hâsıl ettiği heyecan ve hafakandan, bâtıl duygu ve düşüncesine karşı koyma cehdi ve gayreti sebebiyle, yeryüzü bütün genişliğine rağmen daraldıkça daraldı; sadırlarımız ve nefsimiz bizi sıktıkça sıkmaya başladı. Ne olursun bizlere tez zamanda ferec ve mahrec nasip buyur! Sensin yegâne sığınağımız ve ümit kaynağımız!..” demek suretiyle, halinizi arz edersiniz.
Böylece inşaallah, bu Ramazan ayı, Ümmet-i Muhammed’in, sizin, bizim -her şeye rağmen, günahlarımıza/hatalarımıza rağmen- vesile-i necatımız olduğu gibi; ehl-i dalaletin, ehl-i nifakın da hidayetine vesile olur. Mazlumların halâsına, hapishane kapılarının açılmasına, bir sürü mağdur edilen insanların mağduriyetten sıyrılmalarına, mahrum edilen insanların mahrumiyetten sıyrılmalarına vesile olur.
Her gün buraya birkaç tane mağdur, mazlum… Vazifesini yaparken, hiçbir şeyden haberi yok, ne Temmuz biliyor, ne Ağustos biliyor, ne Aralık biliyor; hiçbir şey bilmiyor. Bunlar ne, ne olmuş bunlarda, onu da bilmiyor. Fakat belli bir dönemde bazı münafıklar tarafından şüphe ile, şeytanî şüphe ile fişlenmiş. Sonra da uydurulan bir hadise, bir senaryo; hemen onu müteakip aynı gün bütün o insanların ipleri çekilmiş, idam ediliyor gibi.
“İdam gelsin!” falan diyorlar. İdamdan daha kötü, yapılan şeyler. Bir yönüyle “aile ruhu” idam ediliyor burada. “Huzur ruhu” idam ediliyor burada. “Müslümanlık ruhu” idam ediliyor burada. En zalim, en gaddar Deccallar tarafından bile yapılmadık şeyler irtikâp ediliyor.
Ve bu arada -müsaadenizle, saygısızca bir ifade olacak belki- “ahmak-ı humakâdan bir ahmak”, önemli mevkileri ihraz edenlerden birisi, kalkıp diyor ki, “Şu anda bizim memleketimiz, üç asırdan beri değişik dönemlerin en güçlü dönemini, en mükemmel dönemini yaşıyor!” Bunu diyecek kadar ahmak münafıklar, Müslüman dünyanın kaderine hakim olmuşlarsa, bence ona ağlama da yetmez, inleme de yetmez, hiç uyumadan geceleri ihya etme de yetmez. Çünkü öyle bir illüzyon, öyle bir tenvîm, öyle bir uyutma var ki, böyle dün başka, bugün başka, korkunç bir ahmaklık, bir uyumuşluk yaşanıyor ki, hiç sormayın; İsrafil’in Sûr’u bile uyarmayacak gibi geliyor!.. Vesselam.
Bu bölüm ilk olarak www.ozgurherkul.org'da yayınlandı.
Kur'an-ı Kerim muhteşem muhtevasıyla evlerimizde dursun. Ama biz Kur'an-ı Kerim'in dilini bilmiyorsak, onun ortaya koyduğu terminolojiye vakıf değilsek, ona istediğimiz ihtimamı gösterelim, istediğimiz gibi inanalım şayet insanlar onun içinde değillerse, o bizim hayatımızın içinde değilse ve siz onu hareket ettirmiyorsanız onun ortaya koyacağı aktiviteyi göremezsiniz.
Soru: Abdest, ezan, kamet... vs.’nin namaza hazırlık mahiyetinde ameller olduğu ifade ediliyor. Aynı şeyi Ramazan’a hazırlık mahiyetinde Recep ve Şaban ayları ve bunlarda yer alan kandiller hakkında düşünebilir miyiz?
Cevap: Ramazan-ı Şerif, mübarek ayların üçüncüsü olarak vaz’ edilmiştir. Birincisi veya ikincisi değil de sonuncusu olarak tayin edilmesinde biraz da böyle bir mülâhaza vardır. Recep ayıyla birlikte mü’minler, mânevi bir atmosferin içine girdiklerini hissederler. Bu atmosferin yoğunluğu Ramazan’a yaklaşıldıkça artar. Hele Ramazan’ın son on günü zirveye çıkar ve insan orada âdeta melekleşir. Cismanî hazlardan sıyrılır ve kendisini tamamen ibadete verir. Bu zirveyi elde edebilmek için Recep ve Şaban aylarını ve bu aylarda yer alan mübarek geceleri ve gündüzlerini iyi değerlendirmek, onların feyiz ve bereketinden azami derecede istifade etmek gerekir.
Soru:Peygamberimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem): إذَا دَخَلَ شَهْرُ رَمَضَانَ فُتِّحَتْ أَبْوَابُ السَّمَاءِ وَغُلِّقَتْ أَبْوَابُ جَهَنَّمَ وَسُلْسِلَتْ الشَّيَاطِينُ “Ramazan-ı Şerif girdiğinde sema (bir rivayette Cennet[1]) kapıları açılır, Cehennem kapıları kapanır, şeytanlar zincirlere vurulur.”[2] buyuruyor. Oysaki serbestçe gezinen şeytanların taşlanmasının işareti olan şihapları ve yıldız kaymalarını Ramazan-ı Şerif’te de müşahede etmekteyiz. Bu durumu nasıl izah edebiliriz?
Soru: Ramazan’ı bütün derinliğiyle duyabilmek için nasıl bir donanıma sahip olmak gerekir?
Cevap: Ramazan’ı kendi derinliğiyle duyabilmek, biraz onu duymaya çalışan insanın derinliğine bağlıdır. İnsan, Ramazan’ı hangi seviyede yaşarsa yaşasın, zâhire bakan yönü itibarıyla kınanamaz. Derince olmasa da orucunu tutan, teravihini kılan bir kişi bunların sevabını kazanır, üzerindeki sorumluluktan da kurtulmuş olur. Ne var ki kazanacağı sevap, mülâhazalarındaki enginliğe göre olacaktır. Diğer taraftan bunları şuurluca yapan bir insan hem bu dünyada hem de ötede kat kat fazlasıyla karşılığını bulacaktır.
Ramazan ayını en güzel şekilde değerlendirebilmek için daha önce de işaret ettiğimiz gibi öncelikle onun kıymetinin bilinmesi gerekir. İnsan, kıymetini bilmediği bir şeyi nasıl ve nerede değerlendireceğini de bilemez. Diyelim ki elinizde demirden yapılmış fakat antika kıymetinde bir yüzük var. Bu yüzüğü demirciler çarşısına götürseniz ona gerçek kıymetinin çok çok altında bir fiyat biçeceklerdir. Ancak onu antikacılar çarşısına götürdüğünüzde gerçek değerini onlar size söyleyeceklerdir. Bu sebeple elinizde bulunan o yüzüğün önce mahiyet ve değerini öğrenmeniz gerekir. Aynen bunun gibi Ramazan ayının kıymetini bilmeyen bir kişi onu değerlendirme konusunda yetersiz kalacaktır. Değerini bilen kimse ise onun bir ânını bile boşa geçirmemeye gayret edecektir. Bu açıdan öncelikli olarak Kur’ân-ı Kerim’de ve hadis-i şeriflerde Ramazan ve oruçla ilgili konuların okunup iyice kavranması gerekir. Böyle yapan biri Ramazan’ı değerlendirme yolunda ilk adımını atmış demektir.
Ayrıca Ramazan’ın kıymetini, onu idrak edip değerlendirenlerden öğrenmek gerekir. Bu açıdan, Allah dostlarının, faziletli ve âlim kimselerin bu hususta yazdıklarını okumak çok önemlidir. İmam Gazzâlî, İmam Rabbanî, Muhyiddin İbn Arabî, Bediüzzaman gibi zatların Ramazan ve oruçla ilgili değerlendirmeleri bu hususta bizlere yol gösterecektir. Ayrıca Allah dostlarının, hayat sergüzeştleri içinde Ramazan’ı nasıl değerlendirdiklerini bilmek de bu konuda ayrı bir motivasyon ve rehabilitasyon dinamiği olacaktır.
(Bir hadis-i şerifte anlatılır: Peygamber Efendimiz bir keresinde minbere çıkarken birinci basamakta “Âmin!” dedi. İkinci basamakta yine “Âmin!” dedi. Üçüncü basamakta bir kere daha “Âmin!” dedi. Hutbeden sonra, sahabe efendilerimiz “Bu sefer Senden daha önce duymadığımız bir şeyi duyduk yâ Rasûlallah! Eskiden böyle yapmıyordunuz, şimdi minbere çıkarken üç defa ‘Âmin’ dediniz. Bunun hikmeti nedir?” diye sordular. Peygamber efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdular: Cebrâil aleyhisselam geldi ve ‘Anne-babasının ihtiyarlığında onların yanında olmuş ama anne-baba hakkını gözetmemiş, onlara iyi bakarak mağfireti yakalama gibi bir fırsatı değerlendirememiş kimseye yazıklar olsun, burnu yere sürtülsün onun!’ dedi, ben de ‘Âmin!’ dedim. Cebrâil, ‘Yâ Rasûlallah, bir yerde adın anıldığı halde, Sana salât ü selâm getirmeyen de rahmetten uzak olsun, burnu yere sürtülsün!’ dedi, ben de ‘Âmin’ dedim. Ve son basamakta Cebrâil, ‘Ramazan’a yetişmiş, Ramazan’ı idrak etmiş olduğu halde Allah’ın mağfiretini kazanamamış, afv ü mağfiret bulamamış kimseye de yazıklar olsun, rahmetten uzak olsun o!’ dedi, ben de ‘Âmin’ dedim.”)
“Ramazan’ı idrak ettiği halde, afv u mağfirete liyakat kazanamamış kimseye yazıklar olsun, burnu sürtülsün onun!” deniyor. Üç hususu söylediği yerlerde bir tanesi de budur, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem). “Burnun yere sürtülmesi” mevzuu, “Hakarete maruz kalsın!” yerinde bir idyum olarak kullanılıyor; “Allah, belasını versin! Allah, kahretsin!” değil. Bunlar ve “Yerin dibine batsın! Canı cehenneme!” gibi cümleler bizim kullandığımız ifadeler; bu şekilde anlamamak lazım onu. Secdede zaten burnumuz yere sürünüyor bizim. “Burnu böyle yere sürtülsün onun!” sözünde de bir kere meseleye öyle bakmak lazım.
Şimdi Ramazan-ı şerif, Cenâb-ı Hakk’ın, insanları mağfiret adına lütfettiği bir fırsat ayıdır. O Ramazan-ı şerifte, oruç, aç durma, ayrı bir fırsattır; Allah (celle celâluhu) sizin günahlardan arınmanıza -bir yönüyle- o işi bir sebep kılıyor, bir vesile kılıyor; onunla günahlardan arınıyorsunuz. Aç duruyorsunuz; aç durmak suretiyle sabrediyorsunuz, sabrın mükâfatını görüyorsunuz. İ’tiyatlardan (alışkanlıklardan) uzaklaşmanız adına gayret gösteriyor, o mevzuda ayrı bir sevap kazanıyorsunuz. Yiyecek-içecek bir şey bulamayan insanları düşündüğünüzden dolayı ayrıca sevap kazanıyorsunuz; siz, onları düşünüyorsunuz, “Bu aç insanlar…” diyorsunuz. Hani kermes yapanlar, birileri için kermes yapıyorlar… Dolayısıyla, “Demek ki hakikaten açlık, susuzluk böyle bir şeymiş!” filan diye, o düşünmeyle de ayrı bir sevap kazanıyorsunuz.
Zaman dilimi olarak Ramazan-ı şerif, Cenâb-ı Hakk’ın mü’minlere rahmet ile teveccüh buyurduğu bir ay olması itibariyle, Allah, ondaki “bir”lerinizi “yüz” yapabilir, “bin” yapabilir, “on bin” de yapabilir. Hâlis bir niyetle Ramazan-ı şerife girilirse, orucu tutulursa, Terâvîhi kılınırsa, sahura kalkılırsa ve ağza-göze de sâhip olunarak bu ay iyi değerlendirilirse…
Bunu da yine Kendileri (sallallâhu aleyhi ve sellem) ifade buyuruyorlar: رُبَّ صَائِمٍ لَيْسَ لَهُ مِنْ صِيَامِهِ إِلَّا الْجُوعُ وَالْعَطَشُ، وَرُبَّ قَائِمٍ لَيْسَ لَهُ مِنْ قِيَامِهِ إِلَّا السَّهَرُ وَالْعَطَبُ (Bazı rivayetlerde son kelime النَّصَبُ ve التَّعَبُ şeklinde geçmektedir.) “Nice oruç tutanlar vardır ki, açlık ve susuzluk, yanlarına kâr kalmıştır! Nice ayakta duran insanlar da vardır ki, gece teheccüd adına, yanlarına sadece uykusuzluk ve yorgunluk kâr kalmıştır!”
Öyle değil; bir taraftan aç-susuz kalırken, bir diğer taraftan da elimizi-ayağımızı, gözümüzü-kulağımızı, dilimizi-dudağımızı kontrol altına almalıyız. Olumsuz bakmama, olumsuz şey söylememe, olumsuz şeylere kulak kabartmama, olumsuz şeylere el uzatmama, olumsuz şeylere doğru bir adım atmama… Bütün âzâ ve cevârihi -eskilerin ifadesiyle- “mâ hulika leh”inde, yani ne için yaratılmışsa o istikamette kullanma… Bu da orucu çok buutlandıran, ona derinlik üstüne derinlik kazandıran bir şey oluyor. Bütün âzâ ve cevârihine oruç tutturuyorsun; Ramazan böyle bir vesile/mevsim.
Şimdi bir insan bunların ne kadarını yapabiliyorsa, o kadar sevap kazanır. Bütününü yapıyorsa burada, enbiyâ-ı ızâmın arkasında yerini alır o insan; Hazreti Ebu Bekirler, Ömerler, Osmanlar, Aliler (radıyallahu anhüm) kâfilesine katılır. Cenâb-ı Hak, öyle oruç tutmaya ve o dırahşan çehreli kâfileye veya Kamer-i Münîr’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) hâlesi olan o kâfileye katılmaya muvaffak eylesin bizleri!..
Burada -antrparantez- bir hususu arz edeyim: Arapçadan geçme bir Türk atasözü vardır: اِتَّقِ شَرَّ مَنْ أَحْسَنْتَ إِلَيْهِ “Kendisine iyilik yaptığın insanın şerrinden Allah’a sığın!” Çok eski yıllarda, bundan kırk sene evvel, heyecanların -bir yönüyle- üveyikler gibi kanatlandığı, değişik tersliklere karşı hemen tepki verme yaşında bulunduğum bir dönemde, ben bu tabiri hoş görmedim. Bu düşünce, insanlarda bir bedbinliğe sebebiyet verir, suizan kapılarını ardına kadar açar; insanlar hakkında hep suizan edersiniz. Değiştirdim ben o sözü: أَحْسِنْ إِلَى مَنِ اتَّقَيْتَ شَرَّهُ “Şerrinden endişe ettiğin kimseyi bir de iyiliklerinle yumuşatmayı dene!”Karakter icabı, sana kötülük yapmak isteyen insana, sen, iyilikte bulun!..
Ben, belki bu sözü söylerken, seyyidinâ Hazreti Mesih’in o mevzudaki mülahazasını bilmiyordum, duymamıştım ama sonra gördüm ki, şefkat âbidesi, merhamet âbidesi, mürüvvet âbidesi o İnsan (aleyhisselam) diyor ki: “Gerçek ihsan, sana iyilik yapana iyilikte bulunman değildir; ihsan, sana kötülük yapan insana iyilikte/ihsanda bulunmandır!” أَحْسِنْ إِلَى مَنِ اتَّقَيْتَ شَرَّهُ Sana doğru dilini uzatmış, salya atarak geliyor; dişini göstererek geliyor; seni ısırmak için geliyor. Sen onu yumuşaklıkla, bir insan gibi -diğer mahlûklar gibi değil, bir insan gibi; tasrih etmiyorum, bir insan gibi- mukabelede bulunmak suretiyle nasıl savacaksan, öyle savmaya bakacaksın!..
Hususiyle günümüzde, hiç olmayacak şeylerin -te’vîl, tefsir ve farklı tahşiyelerde bulunmak suretiyle- farklı zeminlere çekilmeye başlandığı veya öyle bir vetirenin yaşandığı bir dönemde, siz de aynı şekilde davranırsanız, musibeti ikileştirmiş olursunuz. Musibeti tek başına bırakmak suretiyle ise, doğurganlığını öldürürsünüz onun; musibet, musibet doğurmaz artık. Dolayısıyla kötülüğü, çirkin lafı, şenaati ve denâeti yalnız bırakmaya bakın!.. Onlara karşı, insanca davranın. Size diş göstererek, aynı zamanda ağzından salya akıtarak, pençesini göstererek üzerinize geliyor; siz onu, insanca bir tavır ile nasıl savacaksanız, öyle savmaya bakacaksınız.
Gerçek mü’min, rüzgârların muhalif estiği bir dönemde, her şeyi saçıp-savurduğu bir dönemde, tsunamilerin tsunamileri takip ettiği bir dönemde, tepesinden aşağıya hakaretlerin yağdığı bir dönemde bile istikamet çizgisinden ayrılmaz. Siz mesela, karıncaya basmamışsınız, bir arının ölümü karşısında -vakıayı anlatıyorum- ağlamışsınız… Böyle olmanıza rağmen, kalkar birileri size “Terörist!” der; bunu bir kısım müeyyidelerle, kânun şeklindeki derme-çatma şeylerle teyîd altına alır ve sonra da dünyanın değişik yerlerindeki onlara bağlı kimselere bunu duyururlar, ilan ederler. Sizin dilinizin ucuna kadar gelir: “Bize terörist diyenler ve onları taklit eden vandallar… Onlar da onlar kadar zırdelidir!” filan, dilinizin ucuna kadar geldi. Fakat bütün bunlar, basitliktir, seviyesizliktir, onların seviyesine düşme demektir. Her şeye rağmen, dudağınızın ucuna kadar geldi, bence, onu hapsedin, söylemeyin; musibeti ikileştirmeyin.
Haa bir musibet var; siz o musibet dalgaları içindesiniz veya musibetler sarmalı içindesiniz. İnsanca o işten sıyrılmanın yolları ne ise, kafa kafaya verin, düşünün, makul stratejiler, alternatif stratejiler üretmek suretiyle onun içinden insanca sıyrılmaya bakın!.. “Dövene elsiz, sövene dilsiz, derviş, gönülsüz gerek!”diyor, bizim büyük dervişimiz Yunus Emre. Dövene elsiz; sövene dilsiz!.. “Terörist!” diyene dilsiz gerek!.. Sizi ayakları altına alıp ezene, dilsiz gerek!..
İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem), böyle davrandı, Râşid halifeler de böyle davrandı; daha sonraki dönemlerde Emevîlerin içinde böyle davrananlar oldu, Abbasîlerin içinde böyle davrananlar oldu, Selçukluların ve Osmanlıların içinde de böyle davrananlar veya ona yakın davrananlar oldu. Öyle davrandılar; hep, kötülüğü iyilikle savdılar. Bu, ezberden değildi; onların dayanaksız içtihatları değildi.
Kur’an-ı Kerim buyuruyor: وَلَا تَسْتَوِي الْحَسَنَةُ وَلَا السَّيِّئَةُ اِدْفَعْ بِالَّتِي هِيَ أَحْسَنُ فَإِذَا الَّذِي بَيْنَكَ وَبَيْنَهُ عَدَاوَةٌ كَأَنَّهُ وَلِيٌّ حَمِيمٌ “İyilikle kötülük bir olmaz. O halde sen kötülüğü en güzel tarzda uzaklaştırmaya bak. Bir de bakarsın ki, seninle kendisi arasında düşmanlık olan kişi candan, sıcak bir dost oluvermiş!” (Fussilet, 41/34) “İyilik ve kötülük denk değildir, birbirine müsâvî değildir.” diyor Kur’an-ı Kerim. وَلاَ تَسْتَوِي الْحَسَنَةُ وَلاَ السَّيِّئَةُ ادْفَعْ بِالَّتِي هِيَ أَحْسَنُ “Biri, sana saldırıda bulunduysa, sen bir iyilikle sav onu!” diyor. بِالَّتِي هِيَ أَحْسَنُ Ee ne olur sonra. فَإِذَا الَّذِي بَيْنَكَ وَبَيْنَهُ عَدَاوَةٌ كَأَنَّهُ وَلِيٌّ حَمِيمٌ “Senin ile kendisi arasında düşmanlık olan kimse, bakarsınız ki, birden bire dost olmuş, o senin “velî-i hamîm”in (candan, yürekten, sımsıcak dostun) haline gelmiş.”
Evet, aksine aynı kötülükle mukabelede bulunduğunuz zaman, kötülük izdivacına kalkmış olursunuz. Kötülüğe kötülükle mukabelede bulunduğunuz zaman, kötülükleri evlendirmiş olursunuz; tabiplerin tabiriyle diyeyim, bu defa kötülükler “fâsid daire”sine sebebiyet vermiş olursunuz. Şimdilerde yalın Türkçe ile ifade ederken, “kısır döngü” diyorlar; kötülükler kısır döngüsüne sebebiyet vermiş olursunuz. Bence, yalnız bırakın, yalnız kalsın!.. Yalnızlığı ile bir gün -belki- dönüp sizin yanınıza gelecek, belki pişmanlık duyacak orada…
Bu açıdan, genel karakterimiz bu; ben sizin bu mevzudaki karakterinize tercüman olmaya çalışıyorum, ruh hâletim itibariyle. Karınca basmaz efendilersiniz sizler.. bir arının ölümü karşısında ağlayan insanlarsınız sizler.. yetmiş sene evvel bir akrebin deliğine su döktüğünüzden dolayı, yetmiş sene sonra onu bir cinayet gibi hatırlayınca, أَلْفُ أَلْفِ أَسْتَغْفِرُ اللهَ “Binlerce estağfirullah yâ Rabbi, bir cana kıydım ben orada, bir cana kıydım!” diyen insanlarsınız sizler!.. Siz, busunuz; bu karakterinizden taviz vermemeye bakacaksınız.
Ve büyük ölçüde bu imtihanı arkadaşlarınız ile kazandınız. Alın teriyle kazandığınız, ortaya koyduğunuz malınıza, mülkünüze el konduğunda, müesseselerinize el konduğunda, birer şakî, birer âsî gibi muameleye maruz kaldığınızda, değil birine yumruk vurmak, o esnada parmaklarınızı bile kıvırmadınız, bükmediniz onu tehdit manasına, böyle (yumruk sıkar gibi) bile davranmadınız. Ben, öyle gördüm, arkadaşların tavrını; öyle gördüm.
Ama birilerinin karakteri öyle değilmiş… Kendilerinin yaptığı gibi bazı şeyler yapılabilecekmiş, şimdiye kadar neden yapılmamış?!. “Ne yapmalı da acaba onu yaptırtmalı? Ne yapmalı ki… Bağırlarına mızrak mı saplayacaksın, bunları yağma kurşuna mı tâbi tutacaksın?!.”
Evet, antrparantez ifade edeyim; buna bile maruz kalındığı zaman mukabele edilmemeli bugün. Esasen “usûl-i hamse” açısından -“Usûlüddin kitaplarında, usul-i Fıkıh kitaplarında anlatıldığı üzere- beş şeyin korunması haktır. (İslâm âlimleri, din ve dünya işlerinin nizam ve intizamı için zaruri olan hususları din, can, akıl, nesil ve malın muhafazası şeklinde beş maddede özetlemişlerdir. Daha doğru olarak “mesâlih-i hamse” diyebileceğimiz bu esaslar genelde “usûl-i hamse” tabiriyle anılmaktadır) İnsan, o mevzuda müdafaa etme hakkına sahiptir. Bazı hukukçular, buna “hürriyet”i ilave etmek suretiyle, “usûl-i sitte” diyorlar, “altı tane temel/esas”. Bu mevzuda müdafaa yapılır ve bu mevzuda insan, ölürse, şehit olur. Fakat günümüz çok hassas olduğundan dolayı -bence- bu türlü şeylerde, varsın bir cana kıysınlar, mukabelede bulunmamak lazım. “Mukabele-i bi’l-misil” kâide-i zâlimânedir. Bu, sizin düşünce dünyanıza mimarlık yapan insanın mülahazasıdır. “Mukâbele-i bi’l-misil kâide-i zâlimânesi” diyor; kötülüğün aynısıyla birine mukabelede bulunmaya, “zalimce bir tavır, bir davranış” diyor.
Ramazan-ı şerif bahsine dönelim: Bu mübarek ayda, bir, oruç tutuyoruz; iki, toplumumuzda âdet olmuş, mukabele yapıyoruz. Esasen, Kur’ân-ı Kerim’le meşguliyet bir aya münhasır olmamalı. Selef-i sâlihîne bakılınca görülüyor ki, onların Kur’ân’la irtibatı öyle Ramazan-ı Şerif’e münhasır değildi. Esasen, kütüb-i fıkhiyede de ifade ediliyor bu mesele; üç günde bir Kur’an-ı Kerimi hatmetme meselesi var, her gün hatmetme meselesi var. Her gün hatmetme epey zor, onun için on beş saat ayırmanız lazım. Her cüze yarım saat ayıracaksınız; hele doğru okuyorsanız, kırk dakika ister her bir cüz. Doğru, Hadr tarikiyle okursanız şayet… (Kur’an okuma hususunda tertîl, tedvir ve hadr olmak üzere üç usulden bahsedilir; hadr, medleri daha az uzatıp diğerlerine göre daha hızlı ama düzgün okumaktır.) Zannediyorum yarım saatte bir cüz biter; dolayısıyla otuz cüz, on beş saat ister. Onlar onu nasıl yapıyorlarmış?!.
Zannediyorum bast-ı zamana mazharlarmış. Bazı veliler, bast-ı zamandan bahsediyorlar. Bazı belki sıradan insanlar bile, bast-ı zamandan bahsederken, diyorlar ki: “Kırk rekât namaz kıldım, saat önümdeydi, baktım, sadece beş dakika geçmiş.” Allahu a’lem, “Bir gecede, sadece bir akşamda Kur’an-ı Kerim’i hatmettim!” diyor adam. İşte hadis ricâli içinde görüyoruz bunları. Evet, tanıdığımız insanlardan birisi, yine bana en yakın olanlardan birisinin şehadetiyle, üç günde bir Kur’an-ı Kerim’i hatmediyordu. Demek ki her gün on cüz okuyordu, Kur’an-ı Kerimden.
Şimdi, keşke manasını bilerek okusa!.. Cenâb-ı Hak’tan bize gelmiş bir mesaj. “İlahî mesaj, ne diyor; Allah, benden ne istiyor?” Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem)’e inmiş gibi değil de herkes kendisine inmiş gibi okumalı. Evet, O’na inmiş ama aynı zamanda bana da inmiş gibi; o mülahaza ile okuma. Bu, biraz manayı bilmeye vâbeste. Fakat bizde öyle okunmadığından dolayı, mukabeleler âdettir bizim câmilerde; yani, ibadet edâlı bir âdettir câmilerde onu öyle karşılıklı mukabeleli okuma, birinin okuyup diğerlerinin dinlemesi. “Ne diyor Cenâb-ı Hak onun içinde?” Onu hiç merak etme meselesi söz konusu değil.
Evet, selef-i sâlihîn Kur’an-ı Kerim’i lâakall (en azından) on beş günde bir hatmetmişler. “Otuz gün” diyen, ben görmedim. Fakat en azından otuz günde bir; yani, her gün bir cüz okumak suretiyle otuz günde bir hatim yapmalı, lâakall. Allah’ın Kelamı’nı, bu kadar zaman içinde tekrar etmeli, hatmi lâakall bir ay içine sığıştırmalı.
Burada antrparantez bir hususu daha ifade edeyim: Diğer mezheplerin nokta-i nazarlarına muttali değilim; fakat Hanefi fukahasınca, icmâ’a yakın şekliyle, “Namaz kılarken, Kur’an-ı Kerim’e bakarak okumak, namazı bozar!” deniyor. İmam Ebu Yusuf hazretleri, istisnaî olarak, diyor ki: “Nafile namazlarda, Kur’an-ı Kerim’e bakarak okumakta bir mahzur yoktur.”İmam Ebu Yusuf, çok önemli bir şahsiyet; Abbasî döneminde Şeyhülislamlık da yapmış bir insan. Ve “Kitâbu’l-Harâc”ı yazmış; o dönemde devlet adına çok önemli bir kitap o da. O zat, “Nafile namazlarda, Kur’an-ı Kerim’e bakarak okumakta bir mahzur yoktur.”diyor.
Günde kıldığımız namazların şu kadarı da nafiledir; şu kadarı farz, şu kadarı nafiledir. Şu rahle gibi -Burada da var mı? Şu rahle gibi.- bir rahle üzerine koyarak, Mushaf’ı önümüzde bulundurup nafile namazlarda ona bakarak okuyabiliriz. İçinizde hafızlar var ise, hafızsanız onu sadece -bir yönüyle- fâtih olarak kullanırsınız, yani takıldığınız yerlerde göz ucuyla bir nigâh-ı âşinâ kılarsınız ve tıkanıklığı açarsınız, onunla by-pass yaparsınız. Diğerleri, bütün bütün bakarak okuyabilirler. Fakîr, burada en azından nafile namazlarda Kur’an’ın hatmedilmesini diliyorum. Allah aşkına, hiç olmazsa her ay Kur’an-ı Kerim’i öyle hatmetseniz; işte senede on iki defa hatmetmiş olacaksınız. Allah Kelamı… Bu da ayrı bir mesele… Keşke!..
Senede sadece bir Ramazan-ı şerifte, bir kere Kur’an-ı Kerim’i hatmediyoruz. Allah’ın Kelamı’na değer vermemiz, işte o kadar bizim!.. Onu da hafife almamak lazım; niyetlerin hulûsuna göre Cenâb-ı Hak, onu da katlayarak geriye döndürebilir. Ama bari o hatmi makâsıd-ı İlahî’yi Kur’an’da görme adına iyi değerlendirsek!.. Daha evvel de âcizâne arz ettiğim gibi, keşke mü’minler, bir günün üç faslında ayrı ayrı o Kur’an-ı Kerim’i okusalar; sonra da açıklamalı bir meal ile manasına baksalar. Allame Hamdi Yazır’ın tefsiriyle değil, Râzî’nin tefsiriyle değil, Ebu’s-Suud’un tefsiriyle değil. Bunlardan biriyle okumak, çok uzun zaman alır. Ama açıklamalı, tek cilt içine sıkıştırılmış veya iki cilt içine sıkıştırılmış bir meal ile bu yapılabilir. Bir sayfa Kur’an-ı Kerim okurken, bir sayfa da onun mealini okumak suretiyle; bir öğlen faslında, bir ikindi faslında, bir de Terâvîhten önce yarım saat. Zannediyorum üç fasılda okunduğu zaman da bir cüz okunmuş olur; meali ile beraber, açıklamalı meali ile beraber bir cüz okunmuş olur. Senede bir hatim yapıyorsak, hiç olmazsa yüzümüze-gözümüze bulaştırmadan, bu ölçüde yapalım. Cenâb-ı Hakk’ın makâsıd-ı Sübhâniyesi nedir o Kur’an-ı Kerim’de? Bizden ne istiyor? Onları görme adına, onlara muttali olma adına hiç olmazsa o kadar bir cehd ortaya koymalı ve Kur’an-ı Kerim’le haşir neşir olmalıyız.
Evet, Ramazan’da bir oruç, ikincisi Kur’an-ı Kerim, üçüncü olarak da Terâvîh… Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) hayat-ı seniyyelerinin sonuna doğru, iki defa cemaate Terâvîh kıldırdı. Fakat böyle cemaatin derlenip toparlanması, biraz zor olur. Bir yönüyle bu, “tekâlif-i mâlâyutâk” (insana gücünün yetmeyeceği işleri yükleme) sayılabilir. “Teklif-i mâlâyutâk” var ya: لاَ يُكَلِّفُ اللهُ نَفْسًا إِلاَّ وُسْعَهَا “Allah hiç kimseye gücünün yeteceğinden fazla yük yüklemez.” (Bakara, 2/286) Başkalarına zor gelir, özellikle işi-gücü olanlara. Bağ ve bahçeleri var, tımar ediyorlar; bir de akşam gelip yirmi rekât Terâvîh namazı kılmada zorlanabilirler. “Herkes kendi kendilerine müsait bir vakitte evinde kılsın!” mülahazasıyla… Bu meseleyi, Kendi (sallallâhu aleyhi ve sellem) beyanlarındaki bir mesnede, bir blokaja dayandırabiliriz: يَسِّرُوا وَلَا تُعَسِّرُوا، وَبَشِّرُوا وَلَا تُنَفِّرُوا “Kolaylaştırın, zorlaştırmayın; tebşir edin, nefret ettirmeyin, insanları kaçırmayın!” Tavzih için arz ediyorum: Şefkat Peygamberi, bazen namazı hızlıca kıldırıyordu. Buyuruyor ki: “Ben, çok uzunca ayakta durmak istiyordum fakat ciyak ciyak bir çocuk sesi duydum; annesinin ona karşı alakasını düşünerek, namazı kısa kestim!” İnsanlığın İftihar Tablosu, meseleyi sürekli yapılır hâle getirmek adına, “teysîr” diyebileceğimiz, “kolaylaştırma” yöntemini ileriye sürüyor.
Şimdi, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) Terâvîhi cemaate iki gün kıldırıp o meseleyi öyle yaptıktan sonra eve çekiliyor. Sonraki gün, cemaat toplanıyor; bu çok müthiş bir hadise; Peygamberimizin (sallallâhu aleyhi ve sellem) arkasında yirmi rekât namaz kılacaklar. -Hazreti İmam Şâfiî “Sekiz rekât da olur.” diyor, Hazreti Âişe validemizden rivayet edilen bir hadis-i şerife binaen. Validemiz buyuruyor ki, “Ramazan içinde de, Ramazanın dışında da gece sekiz rekât namaz kılıyordu Efendimiz.” Teheccüd gibi… Yirmi rekât konusunda Hazreti Ömer zamanında, icmâ vâki oluyor; sünnet-i müekkede olarak sahabenin icmâıyla öyle.- Sesleniyorlar, öksürüyorlar; çıkmıyor Efendimiz. Sonra, o maksad-ı Nebevîlerini ifade buyuruyorlar.
Sonra millet, kendi kendine kılıyor onu; gönül rızası ile kılıyorlar Terâvîhi. Yirmi rekât Terâvîh, öyle kılınıyor. O da çok önemli; işi-gücü olan bir insanın günde beş vakit namazın yanında bir de gelip bir Terâvîh kılması, farzlara tekâbül etmesi açısından çok önemli. Yine bir hadis-i şerifin ifadesiyle, ötelerde, ötelerin ötesinde mizân meselesi söz konusu olduğu zaman, bir mü’minin farzlarda eksiği var ise, Cenâb-ı Hak buyuracak ki, “Bakın, nâfilesi var mı? Alın, o farz boşluğunu nafile ile doldurun!”Müslim-i Şerif’te geçen hadis-i şerifler açısından meseleye bakacak olursanız, böyle. İşte Terâvîh böyle bir ibadettir.
Günde beş vakit namazda “zevâid” (işlenmesi iyi/hasen olmakla birlikte terkedilmesinde sakınca bulunmayan, Rasûlullah’ın çok zaman yapıp bazen terk ettiği nafileler) ve “revâtib” (farz namazlardan öncekiler gibi belli düzen ve devamlılık içinde kılınan müekked sünnetler) esasen, farzlardaki noksanlıklara mukabil sayılacaktır. Şayet farzlarda bir kusur, bir eksiklik var ise… Kıldığımız namazı tam kılamamış isek.. bir kusur ile kılmış isek.. abdestte kusur var ise.. istibrada kusur var ise.. başka bir kusur var ise.. gaflet ile kılınmış ise… Bir eksik, bir gedik, bir kırılma var demektir. Dolayısıyla bunların nâfile ve sünnet namazlarla sarılıp sarmalanması ve tamamlanması, Cenâb-ı Hakk’ın rahmetinin vüs’atidir; “Alın, nâfile ile o boşluğu doldurun; kulum, bir boşluk yaşamasın!” demektir. Evet, bu da Cenâb-ı Hakk’ın rahmetinin vüs’ati demektir. Şimdi Terâvîh, bu mevzuda boşluk dolduran çok önemli bir ibadet şeklidir. Evet, zor olsa bile, bu mülahaza ile kılındığı zaman tamamlanabilir. Evet, belli bir dönemde belki aksattığımız namazlar vardı. Öbür tarafa gittiğimiz zaman, yere bakmayacak şekilde, Cenâb-ı Hak, onun ile boşlukları dolduracak; biz de اَلْحَمْدُ لِلَّهِ عَلَى كُلِّ حَالٍ، سِوَى الْكُفْرِ وَالضَّلاَلِ “Küfür ve dalâletten başka, her hâle hamd ü senâ olsun!” deyip sıyrılacağız, Allah’ın izni-inayetiyle.
Bir diğer mesele, Terâvîhin hatim ile kılınmasıdır. Hatim ile Terâvîh kılınıyorsa şayet, bu da çok önemlidir. Keşke Terâvîh kılarken, iki-üç tane hafız olsa; bunlar, Hadr tarikiyle o Kur’an-ı Kerim’i okusalar. Hani bir de gündüz hatimde, mukabelede aynı ayetler okunuyor; insanlar az meale de vâkıf oluyorlar. Bir de imamın arkasında dinleyince… “Yahu meal okurken, şöyle denmişti; bak, öğlen de meal okurken böyle denmişti; ikindide öyle denmişti, akşam da öyle denmişti.” Bir de Terâvîh’te bu mesele terdâd edilince, Kur’an, zihnimize daha bir yerleşir; nöronlar, bütün kapılarını kale kapıları gibi açarlar ona, “buyur” ederler. Dolayısıyla günde bilmem kaç defa Kur’an ile bir beraberlik tesis edilmiş olur. Terâvîh’in bir de böyle bir derinliği var; o, böyle bir şey de ifade ediyor. Cenâb-ı Hak, muvaffak eylesin!..
İftar vaktinin ayrı bir neşvesi var. Aç-susuz duruyorsunuz; dudaklarınız kurumuş, bir yudum suya, “Bir olsa da!..” falan diyorsunuz. Sonra, iftar edeceğiniz zaman, Cenâb-ı Hakk’ın nimetinin kadr u kıymetini bilme söz konusu. لَئِنْ شَكَرْتُمْ لَأَزِيدَنَّكُمْ وَلَئِنْ كَفَرْتُمْ إِنَّ عَذَابِي لَشَدِيدٌ “Andolsun, eğer şükrederseniz gerçekten size arttırırım ve andolsun, eğer nankörlük ederseniz, şüphesiz, benim azabım pek şiddetlidir.”(İbrahim, 14/7) “Şükrederseniz, nimetimi artırırım Ben!” O şükrü hissetme; içtiğiniz zaman “Yahu suyun ne kıymeti varmış meğer!” deme. Şimdi Ramazan-ı şerifte, o bir bardak suyun kadri/kıymeti biliniyor. Orada öyle bir şükrediyorsunuz ki siz, hâlen en azından… “Elhamdülillah yâ Rabbi! Sen, bu suyu yaratmışsın.. su ile benim ağzımdaki münasebeti yaratmışsın.. yutağımdaki münasebeti yaratmışsın.. vücudumdaki münasebeti yaratmışsın.. vücudumda suya ihtiyacı yaratmışsın Sen.. ve ben, bütün bunları hissediyorum, onu yaratmışsın!..” İnsan bunları düşünmeyince -zannediyorum- gâfilâne yaşıyor demektir. İnsandaki tefekkür, tedebbür, tezekkür, taakkul kabiliyeti meseleyi böyle ele almayı iktiza eder. Şayet, bir iftar vaktinde, iftar, bunları düşündürüyorsa sana, bu da çok önemli bir husustur.
Sahura kalkıyorsun; gece, uykunu terk ediyorsun. Hele şimdiki dönemde, Terâvîh kılacaksın; yorgun-argın, vakit bulabilecek misin, bulamayacak mısın; iki saat uyuyacak mısın, uyumayacak mısın?!. Fakat o tatlı uykudan, yumuşak döşekten, sımsıcak yorganın altından sıyrılarak, sahura kalkacaksın, yemek yiyeceksin orada. Hususi yemek hazırlanacak; o, bir yönüyle ayrı bir mesele. Fakat senin kendi rahatını terk etmen, belki ailevî rahatını terk etmen, onlarla münasebetini terk etmen… Bunlar öyle fedakârlıklardır ki, Cenâb-ı Hak nezdinde neye tekâbül eder, bilemezsiniz.
Geçiyorum, çünkü meseleyi çok uzattık. Bunun ötesinde bir de “itikâf” var; bu da Türkiye’de çok unutulan ibadetlerden birisi. Bunlar yapılıyor fakat büyük ölçüde kadavrası yapılıyor; işin hakikati ile yapılan şey arasında numara-drop uygunluğu yok. Bir de “itikâf” var Ramazanın son on gününde, mescitlerde kalma şeklinde. Ama bugün bu ya hiç yok, ya o kadar azalmış ki, zannediyorum bunu -değil başkaları- imam da yapmıyor, müezzin de yapmıyor, Diyanet mensubu da yapmıyor, müftü efendi de yapmıyor, vaiz efendi de yapmıyor. “Oruç tutmak, yeter!” diyorlar; inşallah oruç tutuyorlardır, “Oruç tutmak, yeter!” falan diyorlar.
Evet, bir de itikâf var; tamamen o Hak dostlarının halvet hayatları gibi bir şey, itikâf. Bütün “dünya ve mâfîhâ”dan sıyrılma… “Dünya ve mâfîhâyı bilen, Ârif değil / Ârif oldur, bilmeye dünya ve mâfîhâ nedir?” Bunu “Şuarâ leşkerine mîr-i livadır sühanım!” diyen Fuzûlî söylüyor: “Dünya ve mâfîhâyı bilen, Ârif değil / Ârif oldur, bilmeye dünya ve mâfîhâ nedir?” Bütün dünya ve mâfîhâdan -içindekilerden- sıyrılmak.. tamamen “görülüyor olma” mülahazasına kendini salmak; o akıntıya kendini salmak.. “Acaba görüyor olma mülahazası nasıl bir şey? Mir’ât-ı ruhuma nasıl aksedecek benim?” Hep o sevda ile koşmak… İtikâfa da böyle bakmalı!.. Orada, az yeme, az içme, hayrete varma, fânî olma, O’nu (celle celâluhu) bulma… İtikâf… Bu da biraz daha fazla sıkıntılara katlanarak, meseleyi farklı şekilde değerlendirme…
Şimdi sizler, inşaallah, Ramazan’ı böyle değerlendirirsiniz. Keşke imkân olsa burada da itikâf yapılabilse!.. Böyle bir proje vardı; bir arkadaşımız burada bir cami yapmayı düşünüyordu. Kıtmîr’in mülahazası, aynı zamanda tâife-i nisânın da kalabilecekleri bir yer olması yönündeydi. İhtiyaç yerleri de olsun, abdest alacakları yerleri de olsun; aynı zamanda orada Ramazan’ın son on gününde, onlar da, siz de itikâf yapın. Yüz tane insan, o değişik odalarda kalsın; mesela bir odada üç-dört kadın, bir odada üç-dört kadın; bir odada üç-dört erkek, bir odada üç-dört erkek; böyle, yüz insanın, iki yüz insanın itikâf yapabileceği yerler. Belli bir dönemde -belki- bunlar düşünülmemiş. Millet, o camilerde yapıyorlarsa şayet, yerlere mi serilip yatıyorlar ve öylece itikâf yapıyorlardı, onu bilemeyeceğim. Ama maalesef -hani Kıtmîr yirmi otuz sene de vaizlik yaptım- ben, öyle bir şeye rastlamadım; öyle garâipten olan şeye rastlamadım ben, “İtikâf yapan insan görmedim!” desem, sezadır.
Oysaki İnsanlığın İftihar Tablosu, yapıyordu; Râşid halifeler, yapıyordu; bize gelinceye kadar selef-i sâlihîn yapıyordu. Sonra musallaya mı kondu, yoğun bakıma mı kaldırıldı itikâf, o da öyle kaldı. İtikâf, Ramazan-ı şerifte, o buraya kadar denen şeyleri taçlandıran veya taçta sorguç haline gelen bir ameldir. Sizi tam bir âbid kralı haline getiren ibadettir; Allah’ın izniyle, sizi “âbid kralı” haline getiren bir sünnettir itikâf.
Hizmete kendini adamış insanlar, bu güzergâhta yürümeliler. Şayet başkalarına Cenâb-ı Hakk’ı anlatma, duyurma, gönülleri O’na karşı uyarma, Efendimiz’e karşı uyarma yolunda olan insanlar, bütün bu güzergâhta gitmiyorlarsa, esasen kimse inanmaz onlara. Evet, değişik vesilelerle hep ifade ettiğim gibi; birisi, bir kilisenin haziresinde, havranın haziresinde, bir Buda mabedinin haziresinde, bir Brahman mabedinin haziresinde neş’et etmiş ise şayet, ayrı bir kültürün çocuğu ise şayet; hâlihazırdaki İslam dünyasına bakınca, acaba hiç Müslüman olmayı aklından geçirir mi?!. Zannediyorum aklınızı, kalbinizle beraber yokladığınız zaman, nöronlarınıza sorduğunuz zaman, nöronların hepsi “bi’l-icmâ” -icmâ’a itiraz edilmez, bi’l-icmâ- “Vallahi biz buna ihtimal vermiyoruz!” diyeceklerdir.
Bu bölüm ilk olarak www.ozgurherkul.org'da yayınlandı.
Bu mübarek günler ve geceler, her şeye ve herkese kendi rengini, kendi tadını ve kendi şivesini katar; kucakladığı her şeyi yumuşatır, hülyâlaştırır ve tasavvurlarımızı aşan derinliklere ulaştırır. Çarşı-pazar, ev-ma'bed, okul-kışla hemen her yerde sezilen derin bir büyü, müminlerin simâlarında parıldayan uhrevilik, bakışlarından süzülen ilâhilik.. ve bilhassa gece saatlerinde gözlerimizin içine gülen rengârenk ışıklar, bize hep bir başka buudda yaşıyor olmanın nağmelerini fısıldarlar. Evlerinde, iş yerlerinde, mabetlerde gördüğümüz, karşılaştığımız her simâ, hep bir vuslat yolculuğu yaşıyor gibi, yer yer aşk u melâlle, zaman zaman da ümit ve beklentilerle dalgalanır ve bir duygu çağlayanı haline gelerek sonsuza akar.