• Anasayfa
  • Ramazan - Fethullah Gülen Web Sitesi

Gösterişli İftar Programları

Soru: Son senelerde Ramazan-ı Şerif denilince gösterişli iftar sofraları ve şölen edalı programlar akla gelir oldu. Fakat Ramazan’la alâkalı bazı yazılarda biraz daha sükûnet, derinlik ve incelik ufku gösteriliyor. Kurbetimize vesile olması için Ramazan şölen gibi mi yaşanmalı yoksa sükûnet içinde içe dönük olarak mı?

Cevap: İnsan, şahsî hayatı adına gösterişsiz, âlâyişsiz, tevazu ve mahviyet içinde olmayı tercih etmelidir. Onu dışarıdan görenler, varsın yıkılıverecekmiş gibi görsünler. Ne var ki o, iç dünyası itibarıyla öyle bir mukavemet taşımalıdır ki –muhal farz– göklerin bir tabakası parçalanıp üzerine düşse, o yine de yerinde sabitkadem durabilmelidir. Hem ruhî yanı hem de latîfe-i Rabbaniyesi itibarıyla öyle sağlam durmalıdır. Bizim için esas olan budur. Sultan Ahmet’in, kendi adını verdiği cami yapılırken eteğinde taş taşıyarak, “Allahım! Ahmetçiğinin bu küçük hizmetini kabul buyur!” dediği gibi, biz de iç dünyamız itibarıyla fevkalâde mütevazi oluruz. Cihanları yerinden oynatacak çok önemli işlere vesile olsak bile nefsimize böyle bakarız. “Nefis cümleden ednâ, vazife cümleden âlâ!”[1] düşüncesi bizim için esastır. Şahsî hayatımız adına davranışlarımız hep bu yörüngede cereyan etmelidir.

Hızır çeşmesi ve Ramazan

Fethullah Gülen: Hızır çeşmesi ve Ramazan

İyilikler Allah’tan, kötülükler nefsimizdendir!..

  • Bir köyde, o köyün serkârı (idarecisi, işin başında olanı) kim ise; bir nâhiyede, o nâhiyenin serkârı kim ise; bir kasabada, o kasabanın serkârı kim ise; bir vilayette, o vilayetin serkârı kim ise, onun orada olan bütün olumsuzlukları kendinden bilmesi, basiretinin ve Allah’ı biliyor olmasının ifadesidir. Onları başkalarından bilmesi ise, nankörlüğünün, körlüğünün ve küstahlığının ifadesidir.
  • Cenâb-ı Hakk’ın bunca hizmete muvaffak kıldığı bu hareketin içindeki insanlar eğer böyle düşünüyorlarsa, olumsuzluklardan kendilerini sorumlu tutuyorlarsa, çok iyi bilmeliler ki, şayet Cenâb-ı Hak onları muvakkaten bir kısım şefkat tokatlarına maruz bırakmışsa, tokatlıyorsa, bunlar gelip geçicidir.
  • Bu açıdan bize düşen: “Biz düzgünüz, istikamet içindeyiz.” dememektir!.. “İhtimal bir eğriliğimiz var; ihtimal Kendisine teveccüh-ü tam ile yönelememe gibi bir kusurumuz var; ihtimal imanda bir kusurumuz var; ihtimal amel-i salihte kusur ediyoruz!” şeklinde düşünmektir. Farzların yanında kırıkları sarma, eksikleri giderme manasına gelen kaç rekat nafile namaz meşru kılınmış ise, onu ikiye katlayarak; “Allah’ım bunlar Senin hakkındır, bizim de vazifemizdir.” diyerek; evvâbinden duhaya, duhadan da teheccüde koşarak; beş vakit namazı sünnetleriyle taçlandırarak ve tesbihatta kusur etmeyerek sürekli her vesileyi Cenâb-ı Hakk’ı anmak için değerlendirmektir.

Kim Allah için olursa, Allah onu yalnız bırakmaz

  • O’nu anmakla zamanın parçalarını, parçacıklarını taçlandırmak; münevver ân-ı seyyâleyi yakalamaya çalışmak!.. Bütün bunlar pak ve tertemiz kalmanın çok önemli unsurlarındandır. Pak kalanlar böyle kalmışlardır.
  • Sen kendine böyle bakarsan, O’nun sana bakışı çok farklı olur. Her zaman böyle bir arınma, yunma, temizlenme, pîr u pak olma mülahazası içinde yaşarsan, O’nun sana bakışı başka türlü olur. Öyle bir bakar ki, inan, sana toz kondurmaz O. İliştirmez sana, kulağını bile çektirmez. Bir fiske vurdurmaz sana O. Önemli olan, O’nun için olmaktır! Çünkü, kim Allah içinse, kendini Allah’a adamışsa, Allah deyip oturuyor Allah deyip kalkıyor, Allah’ı heceliyor, Allah ile geceliyorsa, Allah onu katiyen yalnız bırakmaz!..

İmanın lezzetini duymanın üç şartı

  • İnsanlığın İftihar Tablosu (aleyhissalâtü vesselâm) şöyle buyurmuştur:

    ثَلَاثٌ مَنْ كُنَّ فِيهِ وَجَدَ حَلَاوَةَ الْإِيمَانِ أَنْ يَكُونَ اللَّهُ وَرَسُولُهُ أَحَبَّ إِلَيْهِ مِمَّا سِوَاهُمَا وَأَنْ يُحِبَّ الْمَرْءَ لَا يُحِبُّهُ إِلَّا لِلَّهِ وَأَنْ يَكْرَهَ أَنْ يَعُودَ فِي الْكُفْرِ كَمَا يَكْرَهُ أَنْ يُقْذَفَ فِي النَّارِ
    “Şu üç haslet kimde bulunursa, o imanın tadını duyar: Allah’ı ve O’nun Rasûlü’nü her şeyden ve herkesten daha fazla sevmek; sevdiğini yalnız Allah rızası için sevmek ve Allah onu küfürden kurtardıktan sonra yeniden küfre düşmeyi ateşe atılmaktan daha kerih görmek.”

  • Evet, imanın tadını alan bir insan Allah’ı ve Rasûlü’nü her şeyden artık sever, onları andığı zaman adeta burnunun kemikleri sızlar.
  • Sevdiğini Allah için sever; Allah’a kulluğundan, O’na yakınlığından ve insanları Hakk’a ulaştırmaya gayret ettiğinden dolayı ona muhabbet besler. Diğer insanlara ve sâir mahlûkata karşı alâkası da hep Cenâb-ı Hak’tan ötürüdür. Hadisin bu bölümünde “mü’min” değil de “mer’ – kişi/herhangi bir insan” denmesi de dikkate şayandır. Demek ki, her mer’e (kişiye) karşı seviyesine ve Allah’la irtibatına göre kalbî alaka duymak lazımdır. Eğer insan bunu duyabiliyorsa, imanın zevkini tatmış demektir. Mefhum-u muhalifi şu: Bir kimsenin insanlara karşı alakası Allah’tan dolayı değilse, o da imanın tadından, neşvesinden, zevkinden habersiz, bigâne zavallıdır.
  • Bir de, Allah, Cehenneme yuvarlanma sebebi olan küfürden kurtarıp imana erdirdikten sonra yeniden küfre ve küfrün sebeplerine dönmeyi ateşe atılmak gibi çirkin görür, böyle bir âkıbetin hayaliyle bile ürperir ve tir tir titrer. Sürçmemek, düşmemek ve bütün bütün kaybetmemek için Gaffâr u Settâr’a sığınır; küfre açılan kapılardan da hep uzak kalmaya çalışır. İşte böyle bir insan, imanın tadını tatmış olur. Mefhum-u muhalifi: Meseleye böyle bakmıyorsa, küfre karşı setler oluşturmuyorsa, kapıları ardına kadar sürgülemiyorsa, -hafizanallah- kapı aralığı bırakıyorsa, o da imanın tadını tatmış sayılmaz.

“Hesaba çekilmeden evvel, kendinizi hesaba çekiniz.”

  • Bu ölçüleri esas alınca, Allah’la münasebetimizin ne seviyede olduğunu değerlendirebiliriz. Her zaman böyle bir değerlendirme içinde bulunursak, birer muhasebe insanı olarak burada hesabımızı görür ve Allah’ın izn u inayetiyle ahirete de hesabı görülmüş olarak kırmızı pasaportla gideriz. Mizanda “Sen geç!..” denen insanlar var, kırmızı pasaportlu
  • Burada hesaplı yaşarsanız, öbür tarafta altından kalkamayacağınız hesaplarla karşı karşıya kalmazsınız. Hazreti Ömer efendimizin “Hesaba çekilmeden evvel, kendinizi hesaba çekiniz.” nasihatine uygun şekilde birer hesap insanı olarak yaşarsanız, ahirette göreceğiniz hesabı dünyada bırakmış olursunuz. Hesabı görülmüş bir “Sen geç!” kahramanı olarak berzahı aşarsınız, mahşeri geçersiniz, sırattan uçarsınız. Hadis-i şeriflerin ifadesiyle, Cennete girmekle Cenneti sevindirirsiniz.

Ramazan’la yağacak rahmete hazırlanırken

  • Cenâb-ı Hak, gönül ve ruh inşirahı içinde Ramazan orucunu tutmaya ve Ramazan-ı Şerif vazifesi yapmaya müyesser eylesin. Hava çok sisli-dumanlı gidiyor; fakat sis-duman bazen atmosferde yağmura dönüşür. Biz olumsuz şeyler beklerken, bakarsınız damla damla -her bir damlada da bir melek-i müvekkel- rahmet yağar. Cenâb-ı Hak adeta başımızdan aşağıya eltâfını sağar.. ve belki başkalarını o rahmet deryası içinde boğar.. size de neler neler lütfeder!..
  • Onun için meseleleri muvakkaten kapanan kapılara göre değerlendirmemek lazım. “Bir kapı bend ederse, bin kapı eyler küşâd / Hazreti Allah, efendi, müfettihu’l-ebvâbdır.” (Şemsî)
  • Şu dua vird-i zebanımız olsun:

    يَا مُفَتِّحَ اْلاَبْوَبِ اِفْتَحْ لَنَا خَيْرَ الْبَابِ
    “Ey açılmaz kapıları açan, insanlara her zaman farklı kapılar aralayan Rabbimiz! Şimdiye kadar lütfedip açtığın binlerce kapı gibi, bize hayırlı kapılar, hayır kapıları lütfeyle!..”

  • Böyle mübarek bir ayın son günleri ve mübarek Ramazan ayının da şafak öncesi anları yaşanıyor. Bu iki mübarek ayın iktiran mevsiminde yapacağımız dualar nezd-i uluhiyette inşaallah kabule karîn olur. Başta kendi memleketimiz olmak üzere, Cenâb-ı Hak, tutuşturduğu meşaleyi bütün dünyayı aydınlatacak meşale haline getirir inşaallah.. O’nun elinde.

Dünyaya âb-ı hayat taşıyor, her yanı hızır çeşmeleriyle buluşturuyorsunuz!..

  • “Bir mum başka mumları tutuşturmakla ışığından hiçbir şey kaybetmez.” Ellerinde mumlar dünyanın dört bir yanına açılan arkadaşlarınız, başkalarının elinde ışıksız olan mumları tutuşturmak suretiyle takatlerinin, güçlerinin, tahminlerinin, gayelerinin, hatta hayallerinin üstünde esasen bütün dünyayı aydınlatabilecek bir ışık dönemine ışık tuttular, olabileceğini gösterdiler. Olabilecek daha büyük şeyler adına, olan şeyler en inandırıcı referanslar halinde dünyanın dört bir tarafına yayıldı. Bugün onu da görüyorsunuz. Tazyikler, baskılar arttıkça, Cenâb-ı Hakk’ın inayeti de farklı bir zeminde adeta patlamalar, feveranlar yapıyor. Bir yerde kaynaklar tıkanmak istenirken hiç de tıkanmıyor, bakıyorsun başka yerlerde cennet çeşmeleri, kaynakları gibi sular kaynıyor.
  • Dünyaya o Hızır çeşmesini götürüyorsunuz, ulaştırıyorsunuz. Ona vesile olan tazyikler, Cenâb-ı Hakk’ın değişik tecelli dalga boyunda rahmetinin ifadesidir. Siz o baskıları görmeseniz, dünyanın çok muhtaç olduğu âb-ı hayata dünya ulaşamazdı, mum tutuşturmaya ulaşamazdı. Bir mesaj götürüyorsunuz, bütün dünya insanlığı, başkalarıyla da yaşamanın mümkün olduğunu görüyor, bir huzur dünyasının emarelerini görüyor, okuyor. Bu da zannediyorum Enbiyaların mesajının gölgesinde (gölgesi kaydı çok önemli) insanlık için yapılması gerekli olan en önemli şey. Bir huzur dünyası, bir selam-ı âlem. Olumsuz şeyler yapanlara karşı bile “selam” deyip, onlara esenlik çakmak. Dünyanın böyle bir atmosfere, böyle bir oluşuma ihtiyacı var. Kim bilir belki de bugün muvakkaten ve lokal olan bir yerdeki tazyikler, döl yatağında bu mübarek oluşumları besliyor.

Arefedeyiz.. Bayram O’nun “kün” demesi kadar yakın!..

  • Bu türlü şeylerin arefesinde olabileceğimiz ümidini yaşamalı ve bu ümidi hep korumalıyız. Allah dilerse yapar; Bir şeyi dilediğinde O’nun buyruğu, sadece “Ol!” demektir, hemen oluverir!..“ (Yâsîn, 36/83) “Kün fekân” (‘Ol’ dedi hemen oluverdi!..) hakikati, O’nun varlığı var etme tezgahıdır. “Kün” (ol) deyince her şey oluverir.
  • Evet değişik güzel şeylerin arefesinde bulunuyoruz. Ama unutmayın, yine de oruç gibi bir sıkıntısı vardır arefenin Yani o eltâfın, güzel şeylerin dalga dalga gelmesinden evvel bir kısım sıkıntılar da vardır. Fakat inşaallah şafaklar söker ve söken şafakları güneşler tulûlarıyla taçlandırırlar. Ümit ediyoruz. Baştan dendiği gibi, Allah bir kapı bend ederse, bin kapı eyler küşâd (açar.) Bin kapı küşâd edecekse, o bin kapının, milletimize, insanlık âlemine ve hizmetimize açılması için biz de o mevzuda bir şeyler (kavlî, fiilî ve hâlî dualar) yapalım!..

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

İnanarak Oruç Tutmak

Soru: Bir hadis-i şerifte, مَنْ صَامَ رَمَضَانَ إِيمَانًا وَاحْتِسَابًا غُفِرَ لَهُ مَا تَقَدَّمَ مِنْ ذَنْبِهِ “Her kim inanarak ve karşılığını sırf Allah’tan bekleyerek Ramazan orucunu tutarsa, onun geçmiş günahları bağışlanır.”[1] buyruluyor. Buradaki “inanarak ve karşılığını sırf Allah’tan bekleyerek” ifadesini nasıl anlamalıyız?

Cevap: Peygamber Efendimiz (aleyhi ekmelüttehâyâ), bu hadis-i şerifle, Ramazan’la gelen berekete tam inanan, ihlâs ve samimiyetle oruç tutup bu mübarek ayı ibadet ü taatle değerlendiren ve sevabını da yalnızca Allah’tan bekleyen mü’minlerin geçmişte işledikleri günahlarının affedileceğini müjdelemiştir.

Hadiste geçen  اِيمَانًاkelimesi, inanılması gerekli olan her şeye ve oruçla alâkalı dinî hükümlere kalbden inanmayı; orucun farz olduğuna, karşılığında büyük mükâfat bulunduğuna ve her şeyden öte rıza-i ilâhiye bir vesile teşkil ettiğine hiç tereddüde düşmeksizin iman etmeyi vurgulamaktadır.

Kurbet vesilesi Ramazan ve gerçek oruç

Fethullah Gülen: Kurbet vesilesi Ramazan ve gerçek oruç

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, Ramazan ayını anlatırken “Ramazan senenin en nurlu, en içli, en tesirli, en lezzetli günleri ve ledünnî hayatımızın da en önemli bir iç dinamizmi olarak bütün benliğimize siner ve bize en uhrevî hazlar yaşatır.” der.

Bu Ramazan, nuru, bereketi ve uhrevi lezzetinin yanı sıra bizim için bir de sürprizle geldi. Aylardır sohbet etmeyen muhterem Hocamız, yarım saat kadar hasbihalde bulundu.

Tevazu ve mahviyet konusuna birkaç cümleyle değinen Hocaefendi, daha sonra İslam aleminin ve müslümanların içinde bulundukları acı tabloya dikkat çekip mevcut atmosferden sıyrılmak ve Allah’a yaklaşmak için Ramazan ayının çok önemli bir vesile olduğunu anlattı.

Ramazan-ı Şerif’ten beklenen neticeyi elde edebilmesi için, insanın, yeme-içmeden kendisini alıkoyduğu gibi, faydasız işlerden, kötü sözlerden ve çirkin düşüncelerden de uzak tutması lazım geldiğini; bu suretle ağzına ve batnına oruç tutturduğu gibi, –tabiri diğerle– yeme-içmeden kendisini kestiği gibi, her zaman mahzurlu olan şeylere karşı da kapanması, hatta mahzuru olmasa bile yararsız şeylere yanaşmaması.. böylece, eskilerin tabiriyle, bütün âzâ u cevârihine oruç tutturması ve havâss-ı zahire ve bâtınasına oruç lezzetini tattırması gerektiğini vurguladı. Aksi halde, insanın, şu mealdeki hadis-i şerifin tehdit sınırlarına girmesinin söz konusu olacağını belirtti: “Nice oruç tutanlar vardır ki, yemeden içmeden kesilmeleri onların yanına açlık ve susuzluktan başka kâr bırakmaz.”

Muhterem Hocaefendi, orucun en güzelinin, mideyle beraber bütün duygulara; göz, kulak, kalb, hayal ve fikre, yani bütün cihazât-ı insaniyeye oruç tutturmak suretiyle eda edileni olduğunu söyledi. Hak dostlarının orucu üçe ayırdıklarına; avam, havas ve ehassu’l-havassa ait olan orucun özelliklerine değindi.

Oruç tutma bakımından aralarındaki farkı şu şekilde ortaya koydu: Avam, sadece midesine oruç tutturan sıradan insanlar; havass, midesiyle beraber el, dil, göz ve kulak gibi azalarına da Ramazan ayının bereket ve feyzini tattıran seçkin kullar; ehassu’l-havass ise, kalb, hayal ve fikirlerini dahi dergâh-ı ilahiyede güzel görülmeyen yabancı şeylerden uzak tutarak seçkinler arasında da hususi bir yere sahip olan müttakîlerdir.

Allah Resulü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) “Oruçlu bir kimse yalan ve yalancılıkla iş yapmayı terk etmezse, yeme-içmeyi bırakıp aç durmasına Allah’ın ihtiyacı ve o orucun da Allah nezdinde hiçbir kıymeti yoktur.” hadis-i şerifine de işarette bulunan Hocaefendi, başkaları ne yaparsa yapsın ve nasıl davranırsa davransın, Kur’an talebelerinin ve Hizmet gönüllülerinin Ramazan ayını tam bir kurbet vesilesi olarak değerlendirmeleri gerektiğini ifade etti. Bunun için de sevenlerini gıybet, yalan ve iftira gibi günahlara katiyen bulaşmamaya; kendileriyle beraber bütün müminlerin ıslahı ve hidayeti için bol bol dua etmeye çağırdı.

Yaklaşık yarım saatlik sohbeti hürmetle sunuyor; Ramazan-ı Şerif’in ülkemiz, milletimiz ve bütün insanlık için hayırlara vesile olmasını diliyor; dualarınızı istirham ediyoruz.

Hem sizi daha fazla bekletmeme hem de mescide koşup ilk teravihi cemaatle kılabilme telaş ve acelesiyle yazdığımız bu özet sadece fikir vermek içindir; bu sohbet, Ramazan-ı Şerife girerken herkesçe hatırda tutulması gereken çok önemli tembihler içermektedir.

Millet kalesinin tamiri ve Ramazan’da Kur’an

Fethullah Gülen: Millet kalesinin tamiri ve Ramazan’da Kur’an

Çay faslından hakikat damlaları: Tamirin esasları

  • Allah’a imanın insanlara unutturulduğu, peygamber sevgisinin sinelerden sökülüp atıldığı, kulluktaki şuur, hudû ve huşûun silinip gittiği ve dinin formal Müslümanlığa bırakıldığı bir dönemde bütün yitirdiklerimizi yeniden bulmak ve taklitten tahkike yürümek kolay olmayacaktır. Zira, biz İnsanlığın İftihar Tablosu zaviyesinden Müslümanlığı görüp tanıyamadık.. Raşid Halifelerin duyuşuna göre Müslümanlığı duyup tadamadık.. selef-i sâlihînin ubudiyetteki his ve heyecanını anlayamadık. Maalesef, mesele şekle takılıp kaldı. (00:50)
  • Üstad’ın ifadesiyle, asırlardan beri her yanıyla rahnedâr olmuş -bütün surlarında gedikler açılmış ve burçları yıkılmış bir kaleye benzeyen- ferdî ve içtimâî bünyenin, bir hamlede tamir edilip canlandırılmasına, eski dinamizmine kavuşturulup cihanda bir denge unsuru hâle getirilmesine imkân yoktur; zira, tamir çok zordur. (03:24)
  • Müslümanlığı onda bunda değil yeniden İnsanlığın İftihar Tablosu’nda aramak lazım!.. Raşid Halifelerin sergüzeşt-i hayatlarında aramak lazım!.. Selef-i sâlihînin çizgisinde aramak lazım!.. (04:20)
  • Şekil hakikate yürüme adına bir köprüdür. Taklitle hakikate ulaşılır. Ne var ki, bir an önce taklitten geçip tahkike ulaşmak bir esastır. Aksi halde, yıkılması her an muhtemel olan taklit köprüsüyle beraber yıkılıp gitmek ihtimali çok büyüktür. (11:07)
  • Hayatını ibadetle geçiren Esved b. Yezîd en-Nehaî vefat ederken çok korkuyor ve çok ağlıyor. Gelip diyorlar ki; “Nedir bu hıçkırıklar, günahlarından mı yoksa ölmekten mi korkuyorsun?” Bunun üzerine o büyük Hak dostu, “Hayır hayır, iş çok ciddi; ben günahlarımdan ya da ölümden değil, küfür üzere ölmekten korkuyorum.” diyor. Vefat ettikten sonra rüyada görüyorlar; “Orada ne muamele gördün, nasıl karşılandın?” diye soruyorlar; “Vallahi, Nübüvvet’le aramda dört parmak bir mesafe kalmış gibi muamele ettiler.” cevabını veriyor. Evet, Esved b. Yezid, Alkame, İbrahim Nehaî.. gibi Hak dostları hep rıza-yı ilahiye muhalif bir davranışta bulunma korkusuyla yaşamış ve hayatlarını havf ufkunda sürdürmüşlerdir. (13:52)
  • Hakiki kulluğu Esved bin Yezid gibi büyüklerin anlayışında aramak lazım!.. Şeklî Müslümanlıkla iktifa etmemek lazım!.. Şekilde, surette ve kültür Müslümanlığında takılıp kalmamak, marifet adına hep “Daha yok mu?” demek ve sürekli derinleşme peşinde olmak lazım. (19:13)

Soru: Aslında bir mü’minin Kur’an-ı Kerim ile her zaman ciddi irtibat içinde olması gerekse de Ramazan ayında İlahî Kelam’la farklı bir münasebete geçildiği de bir gerçek. Ramazan-ı şerifi tam bir Kur’an ayı olarak değerlendirebilmemiz için tavsiyelerinizi bir kere daha lütfeder misiniz? (21:00)

  • Kur’ân’a itimat etmeniz; Kur’ân’ın Allah’ın kelâmı olduğuna inanmanız ve ona güvenmeniz; yani, sizin davranışlarınıza, hareketlerinize bağlı olarak ortaya koyduğunuz eserlerin sizin teşebbüslerinizle sâdır olmasından daha kat’î bir yakinle, “O Allah’ın kelâmıdır ve onun içinde her şey vardır. O ezelden gelmiştir, ebede gitmektedir” mülâhazasıyla Kur’ân’a teveccüh etmeniz çok önemlidir. Böyle bir iman ve itimat sayesinde, onu başkalarından çok farklı görür, çok farklı duyarsınız. Kur’ân bazılarına -tabiri câizse- cimri davranır; çünkü onların hakkı yoktur cömertliğe ve semâhate. Onlar semîh bir gönülle Kur’ân’a teveccüh etmiyorlar ki, Kur’ân’ın semâhat sağanağına mazhar olsunlar. İçinde bir hazine var, diye bakmıyorlar ki, onun mücevherlerini bulsunlar. Bir şeyler bulacağına inanmayan birisi, altın damarı içerisinde yürüse dahi altına rastlayamaz. Fakat hassas bir insan, bir tanecik emare görse, ne yapar eder damara yol vurup gider ve altına ulaşır. (21:26)
  • Kur’an’ın Allah tarafından indirildiği şekilde korunması, âyet ve sûrelerin tertibinin doğru olarak tesbit edilmesi ve bunun kontrolü için Hazreti Cibril (aleyhisselam) her sene Ramazan ayında, bir rivayete göre Ramazan ayının her gecesinde, Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz’e gelirdi. Allah Rasûlü (aleyhi ekmelüttehaya) Kur’an âyetlerini Cibril Aleyhisselam’a okurdu ve sonra da onun okuyuşunu dinlerdi. İşte, Kainatın İftihar Tablosu ile Cibril-i Emin’in Kur’an-ı Kerim’i bu şekilde karşılıklı olarak okumalarına “mukabele” denilmiştir. Hem o mukaddes hatıraya saygının bir tezahürü olarak hem de Kur’an’ın Ramazan’da nazil olması ve özellikle bu ayda Kur’an okumanın kat kat mükâfatlandırılacağının müjdelenmesi sebebiyle, mü’minler Ramazan boyunca camilerde ve evlerde “mukabele” okumayı ve hatimler yapmayı güzel bir adet haline getirmişlerdir. (25:50)
  • Hemen her yerde mukabeleler yapılıp Kur’an-ı Kerim okunsa da maalesef dinin dili bilinmediğinden Kur’an’ın ne dediği ve mesajının ne olduğu anlaşılamıyor. Gerçi Kur’an-ı Kerim’i öpüp başa koymanın, saygı ifadesi olarak onu yüksek bir yere asmanın ve düz okuyarak hatmetmenin de sevabı vardır. Evet, Kur’an-ı Kerim’e karşı ortaya konan zahîrî ve sûrî bir ta’zimin de kendine göre mutlaka bir değeri vardır, o da boşa gitmez. Fakat, asıl olan, zarfla beraber mazrufa, lafızla beraber manaya da alaka göstermek ve onun manasında derinleşmektir. (26:26)
  • Hem Kur’an-ı Kerim’in derinliklerine yelken açmak hem de Ramazan-ı şerifi daha derinden duymak için mukabeleler biraz daha zenginleştirilebilir. Mesela; mukabele iki vakte taksim edilebilir: Önce sabah namazını müteakiben yarım cüz Kur’an ve onun meali okunup -insanların mesaileri nazar-ı itibara alınarak- öğle, ikindi veya yatsı namazlarından evvel ya da sonra da kalan yarım cüz ve meali tamamlanabilir. Kur’an’ı geniş bir mealle beraber hatmetme çerçevesindeki böyle bir gayret neticesinde, mü’minler, Hazret-i Mü’min ü Müheymin’den Cibril-i Emin ile yeryüzündeki en emin insana gelen ve en emin ümmete bir mesaj olan Kur’an-ı Kerim’i engin muhtevasıyla bir kere daha görüp tanıma imkanı bulurlar. (29:30)
  • İslâmiyet ve risaletin Mekke’de doğuşu ve dünyaya bu mübarek beldeden yayılışı, birçok hikmetlere mebnîdir. “Allah risaletini kime (nerede, nasıl, hangi lisanla) vereceğini pek iyi bilir.” (En’âm sûresi, 6/124) âyet-i kerimesi bu açıdan değerlendirilebileceği gibi, risaletin jeoloji, antropoloji, tarih, insan, mesaj, mekân ve dil buudları gibi sair önemli hususlar itibarıyla da değerlendirilebilir. Bu hususlar arasında lisan buudu da çok önemlidir. Kur’ân-ı Kerim’in değişik yerlerinde, onun Arapça indirilişiyle ilgili pek çok âyet mevcuttur. Bu da, bilhassa o dönem itibarıyla, Arapça’nın mükemmelliğini göstermektedir. (34:07)
  • Arapça’yı iyi bilen ve çok güzel kullanan müfessirlerin başında gelen merhum Seyyid Kutup der ki: “Bu Kur’an’ın esrârını hareketsiz ve aksiyonsuz insanlar anlayamaz; onun işaret ettiği manaları ancak hakkıyla iman edenler ve cahillik karşısında Kur’an’ın hedeflerini gerçekleştirmeye çalışanlar kavrayabilirler.” (35:00)
  • Muhammed İkbal der ki: “Gençlik yıllarımda her sabah namazından sonra iki saat Kur’ân okuyordum. Babam yaptığım işi görmesine rağmen her sabah gelip ‘Oğlum, ne yapıyorsun?’ diye soruyor, ben de elimdeki Mushaf-ı Şerif’i gösterip ‘Kur’ân okuyorum’ cevabını veriyordum. Tam iki sene, belki onlarca defa, elimde Mushaf’ı görmesine rağmen ne yaptığımı sordu. Bir gün âdeti üzere tekrar sorunca, ‘Babacığım, biliyorsun ki Kur’ân okuyorum; ama yine de ne yaptığımı soruyorsun. Bir şey mi demek istiyorsun?’ dedim. Babam şöyle cevap verdi: ‘Evladım, evet, biliyorum ki elinde “Kitap” var. Ama ben ona bakmanı değil, onu okumanı istiyorum. Muhammed’im! Kur’ân’ı sana sesleniyor gibi okur ve her âyetten alacağın şeyleri alırsan o zaman gerçekten okumuş olur ve istifade edersin.” (37:50)
  • Kur’an-ı Kerim aklımızla beraber -belki daha çok- kalbimize ve ruhumuza seslenir. Kalb ve ruhumuzla onunla tanışacağımız âna kadar onu doğru anlamamız mümkün değildir. (41:00)

Rahmet, Bereket ve Ümit Ayı Ramazan

(Bir hadis-i şerifte anlatılır: Peygamber Efendimiz bir keresinde minbere çıkarken birinci basamakta “Âmin!” dedi. İkinci basamakta yine “Âmin!” dedi. Üçüncü basamakta bir kere daha “Âmin!” dedi. Hutbeden sonra, Sahabe efendilerimiz “Bu sefer Senden daha önce duymadığımız bir şeyi duyduk yâ Rasûlallah! Eskiden böyle yapmıyordunuz, şimdi minbere çıkarken üç defa ‘Âmin’ dediniz. Bunun hikmeti nedir?” diye sordular. Peygamber efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdular: Cebrâil aleyhisselam geldi ve ‘Anne-babasının ihtiyarlığında onların yanında olmuş ama anne-baba hakkını gözetmemiş, onlara iyi bakarak mağfireti yakalama gibi bir fırsatı değerlendirememiş kimseye yazıklar olsun, burnu yere sürtülsün onun!’ dedi, ben de ‘Âmin!’ dedim. Cebrâil, ‘Yâ Rasûlallah, bir yerde adın anıldığı halde, Sana salât ü selâm getirmeyen de rahmetten uzak olsun, burnu yere sürtülsün!’ dedi, ben de ‘Âmin’ dedim. Ve son basamakta Cebrâil, ‘Ramazan’a yetişmiş, Ramazan’ı idrak etmiş olduğu halde Allah’ın mağfiretini kazanamamış, afv ü mağfiret bulamamış kimseye de yazıklar olsun, rahmetten uzak olsun o!’ dedi, ben de ‘Âmin’ dedim.”)

“Ramazan’ı idrak ettiği halde, afv u mağfiret liyakati kazanamamış kimseye yazıklar olsun, burnu sürtülsün onun!” deniyor. Üç hususu söylediği yerlerde, bir tanesi de budur Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem). “Burnun yere sürtülmesi” mevzuu, “Hakarete maruz kalsın!” yerinde bir idyum olarak kullanılıyor; “Allah, belasını versin! Allah, kahretsin!” değil. Bunlar ve “Yerin dibine batsın! Canı cehenneme!” gibi cümleler bizim kullandığımız ifadeler; bu şekilde anlamamak lazım onu. Secdede zaten burnumuz yere sürünüyor bizim. “Burnu böyle yere sürtülsün onun!” Yoksa İnsanlığın İftihar Tablosu’nun mübarek dudaklarından dökülen beyanlar, beyanların sultanıdır; çünkü onlar İnsanlığın Sultanı’nın dudaklarından dökülen ifadelerdir. Bir kere meseleye öyle bakmak lazımdır.

Şimdi Ramazan-ı şerif, Cenâb-ı Hakk’ın, insanları mağfiret adına lütfettiği bir fırsat ayıdır. O Ramazan-ı şerifte, oruç, aç durma, ayrı bir fırsattır; Allah (celle celâluhu) sizin günahlardan arınmanıza -bir yönüyle- o işi bir sebep kılıyor, bir vesile kılıyor; onunla günahlardan arınıyorsunuz. Aç duruyorsunuz; aç durmak suretiyle sabrediyorsunuz, sabrın mükâfatını görüyorsunuz. İ’tiyatlardan (alışkanlıklardan) uzaklaşmanız adına gayret gösteriyor, o mevzuda ayrı bir sevap kazanıyorsunuz. Yiyecek-içecek bir şey bulamayan insanları düşündüğünüzden dolayı ayrıca sevap kazanıyorsunuz; siz, onları düşünüyorsunuz, “Bu aç insanlar…” diyorsunuz. Hani kermes yapanlar, birileri için kermes yapıyorlar… Dolayısıyla, “Demek ki hakikaten açlık, susuzluk böyle bir şeymiş!” filan diye, o düşünmeyle de ayrı bir sevap kazanıyorsunuz.

Zaman dilimi olarak Ramazan-ı şerif, Cenâb-ı Hakk’ın mü’minlere rahmet ile teveccüh buyurduğu bir ay olması itibarıyla, Allah, ondaki “bir”lerinizi “yüz” yapabilir, “bin” yapabilir, “on bin” de yapabilir. Hâlis bir niyetle Ramazan-ı şerife girilirse, orucu tutulursa, Terâvîh’i kılınırsa, sahura kalkılırsa ve ağza-göze de sâhip olunarak bu ay iyi değerlendirilirse…

Bunu da yine Kendileri (sallallâhu aleyhi ve sellem) ifade buyuruyorlar: رُبَّ صَائِمٍ لَيْسَ لَهُ مِنْ صِيَامِهِ إِلَّا الْجُوعُ وَالْعَطَشُ، وَرُبَّ قَائِمٍ لَيْسَ لَهُ مِنْ قِيَامِهِ إِلَّا السَّهَرُ وَالْعَطَبُ (Bazı rivayetlerde son kelime النَّصَبُ ve التَّعَبُ şeklinde geçmektedir.) “Nice oruç tutanlar vardır ki, açlık ve susuzluk, yanlarına kâr kalmıştır! Nice ayakta duran insanlar da vardır ki, gece teheccüd adına, yanlarına sadece uykusuzluk ve yorgunluk kâr kalmıştır!”

Öyle değil; bir taraftan aç-susuz kalırken, bir diğer taraftan da elimizi-ayağımızı, gözümüzü-kulağımızı, dilimizi-dudağımızı kontrol altına almalıyız. Olumsuz bakmama, olumsuz şey söylememe, olumsuz şeylere kulak kabartmama, olumsuz şeylere el uzatmama, olumsuz şeylere doğru bir adım atmama… Bütün âzâ ve cevârihi -eskilerin ifadesiyle- “mâ hulika leh”inde, yani ne için yaratılmışsa o istikamette kullanma… Bu da orucu çok buutlandıran, ona derinlik üstüne derinlik kazandıran bir şey oluyor. Bütün âzâ ve cevârihine oruç tutturuyorsun; Ramazan böyle bir vesile/mevsim.

Şimdi bir insan bunların ne kadarını yapabiliyorsa, o kadar sevap kazanır. Bütününü yapıyorsa burada, enbiyâ-ı ızâmın arkasında yerini alır o insan; Hazreti Ebu Bekirler, Ömerler, Osmanlar, Aliler (radıyallahu anhüm) kâfilesine katılır. Cenâb-ı Hak, öyle oruç tutmaya ve o dırahşan çehreli kâfileye veya Kamer-i Münîr’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) hâlesi olan o kâfileye katılmaya muvaffak eylesin bizleri!..

Ramazan mukabelesinin gayesi

İki: Toplumumuzda âdet olmuş, mukabele yapıyoruz. Esasen, Kur’ân-ı Kerim’le meşguliyet bir aya münhasır olmamalı. Selef-i sâlihîne bakılınca görülüyor ki, onların Kur’ân’la irtibatı öyle Ramazan-ı Şerif’e münhasır değildi. Esasen, kütüb-i fıkhiyede de ifade ediliyor bu mesele; üç günde bir Kur’an-ı Kerim’i hatmetme meselesi var, her gün hatmetme meselesi var. Her gün hatmetme epey zor, onun için on beş saat ayırmanız lazım.

Keşke insan manasını bilerek okusa!.. Cenâb-ı Hak’tan bize gelmiş bir mesaj. “İlahî mesaj, ne diyor; Allah, benden ne istiyor?” Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) inmiş gibi değil de herkes kendisine inmiş gibi okumalı. Evet, O’na inmiş ama aynı zamanda bana da inmiş gibi; o mülahaza ile okuma. Bu, biraz manayı bilmeye vâbeste. Fakat bizde öyle okunmadığından dolayı, mukabeleler âdettir bizim câmilerde; yani, ibadet edâlı bir âdettir câmilerde onu öyle karşılıklı mukabeleli okuma, birinin okuyup diğerlerinin dinlemesi. “Ne diyor Cenâb-ı Hak onun içinde?” Onu merak etme meselesi hiç söz konusu değil.

Evet, selef-i sâlihîn arasında Kur’an-ı Kerim’i üç günde bir hatmedenler olmuş; lâakall (en azından) on beş günde bir hatmetmişler. “Otuz gün” diyen, ben görmedim. Fakat en azından otuz günde bir; yani, her gün bir cüz okumak suretiyle otuz günde bir hatim yapmalı, lâakall. Allah’ın Kelamı’nı, bu kadar zaman içinde tekrar etmeli, hatmi lâakall bir ay içine sığıştırmalı.

Burada antrparantez bir hususu daha ifade edeyim: Hanefi fukahasınca, icmâ’a yakın şekliyle, “Namaz kılarken, Kur’an-ı Kerim’e bakarak okumak, namazı bozar!” deniyor. İmam Ebu Yusuf hazretleri, istisnaî olarak, diyor ki: “Nafile namazlarda, Kur’an-ı Kerim’e bakarak okumakta bir mahzur yoktur.” İmam Ebu Yusuf, çok önemli bir şahsiyet; Abbasî döneminde Şeyhülislamlık da yapmış bir insan. Ve “Kitâbu’l-Harâc”ı yazmış; o dönemde devlet adına çok önemli bir kitap o da. O zat, “Nafile namazlarda, Kur’an-ı Kerim’e bakarak okumakta bir mahzur yoktur.”diyor.

Günde kıldığımız namazların şu kadarı da nafiledir; şu kadarı farz, şu kadarı nafiledir. Şu rahle gibi -Burada da var mı? Şu rahle gibi.- bir rahle üzerine koyarak, Mushaf’ı önümüzde bulundurup nafile namazlarda ona bakarak okuyabiliriz. İçinizde hafızlar var ise, hafızsanız onu sadece -bir yönüyle- fâtih olarak kullanırsınız, yani takıldığınız yerlerde göz ucuyla bir nigâh-ı âşinâ kılarsınız ve tıkanıklığı açarsınız, onunla by-pass yaparsınız. Diğerleri, bütün bütün bakarak okuyabilirler. Fakîr, en azından nafile namazlarda Kur’an’ın hatmedilmesini diliyorum. Allah aşkına, hiç olmazsa her ay Kur’an-ı Kerim’i öyle hatmetseniz; işte senede on iki defa hatmetmiş olacaksınız. Allah Kelamı…

Senede sadece bir Ramazan-ı şerifte, bir kere Kur’an-ı Kerim’i hatmediyoruz. Allah’ın Kelamı’na değer vermemiz, işte o kadar bizim!.. Onu da hafife almamak lazım; niyetlerin hulûsuna göre Cenâb-ı Hak, onu da katlayarak geriye döndürebilir. Ama bari o hatmi makâsıd-ı İlahiye’yi Kur’an’da görme adına iyi değerlendirsek!.. Daha evvel de âcizâne arz ettiğim gibi, keşke mü’minler, bir günün üç faslında ayrı ayrı o Kur’an-ı Kerim’i okusalar; sonra da açıklamalı bir meal ile manasına baksalar. Allame Hamdi Yazır’ın tefsiriyle değil, Râzî’nin tefsiriyle değil, Ebu’s-Suud’un tefsiriyle değil. Bunlardan biriyle okumak, çok uzun zaman alır. Ama açıklamalı, tek cilt içine sıkıştırılmış veya iki cilt içine sıkıştırılmış bir meal ile bu yapılabilir. Bir sayfa Kur’an-ı Kerim okurken, bir sayfa da onun mealini okumak suretiyle; bir öğlen faslında, bir ikindi faslında, bir de Terâvîh’ten önce yarım saat. Zannediyorum üç fasılda okunduğu zaman da bir cüz okunmuş olur; meali ile beraber, açıklamalı meali ile beraber bir cüz okunmuş olur. Senede bir hatim yapıyorsak, hiç olmazsa yüzümüze-gözümüze bulaştırmadan, bu ölçüde yapalım. Cenâb-ı Hakk’ın makâsıd-ı Sübhâniyesi nedir o Kur’an-ı Kerim’de? Bizden ne istiyor? Onları görme adına, onlara muttali olma adına hiç olmazsa o kadar bir cehd ortaya koymalı ve Kur’an-ı Kerim’le haşir neşir olmalıyız.

Terâvîh namazı

Evet, Ramazan’da bir, oruç; ikincisi, Kur’an-ı Kerim; üçüncü olarak da Terâvîh… Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) hayat-ı seniyyelerinin sonuna doğru, iki defa cemaate Terâvîh kıldırdı. Fakat böyle cemaatin derlenip toparlanması, biraz zor olur. Bir yönüyle bu, “tekâlif-i mâlâyutâk” (insana gücünün yetmeyeceği işleri yükleme) sayılabilir. “Teklif-i mâlâyutâk” var ya: لاَ يُكَلِّفُ اللهُ نَفْسًا إِلاَّ وُسْعَهَا “Allah hiç kimseye gücünün yeteceğinden fazla yük yüklemez.” (Bakara, 2/286) Başkalarına zor gelir, özellikle işi-gücü olanlara. Bağ ve bahçeleri var, tımar ediyorlar; bir de akşam gelip yirmi rekât Terâvîh namazı kılmada zorlanabilirler. “Herkes kendi kendine müsait bir vakitte evinde kılsın!” mülahazasıyla… Bu meseleyi, Kendi (sallallâhu aleyhi ve sellem) beyanlarındaki bir mesnede, bir blokaja dayandırabiliriz: يَسِّرُوا وَلَا تُعَسِّرُوا، وَبَشِّرُوا وَلَا تُنَفِّرُوا “Kolaylaştırın, zorlaştırmayın; tebşir edin, nefret ettirmeyin, insanları kaçırmayın!”

Tavzih için arz ediyorum: Şefkat Peygamberi, bazen namazı hızlıca kıldırıyordu. Buyuruyor ki: “Ben, çok uzunca ayakta durmak istiyordum fakat ciyak ciyak bir çocuk sesi duydum; annesinin ona karşı alakasını düşünerek, namazı kısa kestim!” İnsanlığın İftihar Tablosu, meseleyi sürekli yapılır hâle getirmek adına, “teysîr” diyebileceğimiz, “kolaylaştırma” yöntemini ileriye sürüyor.

Şimdi, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) Terâvîh’i cemaate iki gün kıldırıp o meseleyi öyle yaptıktan sonra eve çekiliyor. Sonraki gün, cemaat toplanıyor; bu çok müthiş bir hadise; Peygamberimizin (sallallâhu aleyhi ve sellem) arkasında yirmi rekât namaz kılacaklar. Sesleniyorlar, öksürüyorlar; çıkmıyor Efendimiz. Sonra, o maksad-ı Nebevîlerini ifade buyuruyorlar. Sonra millet, kendi kendine kılıyor onu; gönül rızası ile kılıyorlar Terâvîh’i. Yirmi rekât Terâvîh öyle kılınıyor. O da çok önemli; işi-gücü olan bir insanın günde beş vakit namazın yanında bir de gelip bir Terâvîh kılması, farzlara tekâbül etmesi açısından çok önemli. Yine bir hadis-i şerifin ifadesiyle, ötelerde, ötelerin ötesinde mizân meselesi söz konusu olduğu zaman, bir mü’minin farzlarda eksiği var ise, Cenâb-ı Hak buyuracak ki, “Bakın, nâfilesi var mı? Alın, o farz boşluğunu nafile ile doldurun!” İşte Terâvîh böyle bir ibadettir.

Günde beş vakit namazda “zevâid” (işlenmesi iyi/hasen olmakla birlikte terkedilmesinde sakınca bulunmayan, Rasûlullah’ın çok zaman yapıp bazen terk ettiği nafileler) ve “revâtib” (farz namazlardan öncekiler gibi belli düzen ve devamlılık içinde kılınan müekked sünnetler) esasen, farzlardaki noksanlıklara mukabil sayılacaktır. Şayet farzlarda bir kusur, bir eksiklik var ise… Kıldığımız namazı tam kılamamış isek.. bir kusur ile kılmış isek.. abdestte kusur var ise.. istibrada kusur var ise.. başka bir kusur var ise.. gaflet ile kılınmış ise… Bir eksik, bir gedik, bir kırılma var demektir. Dolayısıyla bunların nâfile ve sünnet namazlarla sarılıp sarmalanması ve tamamlanması, Cenâb-ı Hakk’ın rahmetinin vüs’atidir; “Alın, nâfile ile o boşluğu doldurun; kulum, bir boşluk yaşamasın!” demektir. Evet, bu da Cenâb-ı Hakk’ın rahmetinin vüs’ati demektir. Şimdi Terâvîh, bu mevzuda boşluk dolduran çok önemli bir ibadet şeklidir. Evet, zor olsa bile, bu mülahaza ile kılındığı zaman tamamlanabilir. Evet, belli bir dönemde belki aksattığımız namazlar vardı. Öbür tarafa gittiğimiz zaman, yere bakmayacak şekilde, Cenâb-ı Hak, onun ile boşlukları dolduracak; biz de اَلْحَمْدُ لِلَّهِ عَلَى كُلِّ حَالٍ، سِوَى الْكُفْرِ وَالضَّلاَلِ “Küfür ve dalâletten başka, her hâle hamd ü senâ olsun!” deyip sıyrılacağız, Allah’ın izni-inayetiyle.

Keşke Terâvîh kılarken, iki-üç tane hafız olsa; bunlar, Hadr tarikiyle o Kur’an-ı Kerim’i okusalar. Hani bir de gündüz hatimde, mukabelede aynı ayetler okunuyor; insanlar az meale de vâkıf oluyorlar. Bir de imamın arkasında dinleyince… “Yahu meal okurken, şöyle denmişti; bak, öğlen meal okurken böyle denmişti; ikindide öyle denmişti, akşam da öyle denmişti.” Bir de Terâvîh’te bu mesele terdâd edilince, Kur’an, zihnimize daha bir yerleşir; nöronlar, bütün kapılarını kale kapıları gibi açarlar ona, “buyur” ederler. Dolayısıyla günde bilmem kaç defa Kur’an ile bir beraberlik tesis edilmiş olur. Terâvîh’in bir de böyle bir derinliği var; o, böyle bir şey de ifade ediyor. Cenâb-ı Hak, muvaffak eylesin!..

Oruçlu için iki sevinç (ânı)

İftar vaktinin ayrı bir neşvesi var. Aç-susuz duruyorsunuz; dudaklarınız kurumuş, bir yudum suya, “Bir olsa da!..” falan diyorsunuz. Sonra, iftar edeceğiniz zaman, Cenâb-ı Hakk’ın nimetinin kadr u kıymetini bilme söz konusu. لَئِنْ شَكَرْتُمْ لَأَزِيدَنَّكُمْ وَلَئِنْ كَفَرْتُمْ إِنَّ عَذَابِي لَشَدِيدٌ “Andolsun, eğer şükrederseniz gerçekten size arttırırım ve andolsun, eğer nankörlük ederseniz, şüphesiz, benim azabım pek şiddetlidir.” (İbrahim, 14/7) “Şükrederseniz, nimetimi artırırım Ben!” Şimdi Ramazan-ı şerifte, o bir bardak suyun kadri/kıymeti biliniyor. Orada öyle bir şükrediyorsunuz ki siz, hâlen en azından… “Elhamdülillah yâ Rabbi! Sen, bu suyu yaratmışsın.. su ile benim ağzımdaki münasebeti yaratmışsın.. yutağımdaki münasebeti yaratmışsın.. vücudumdaki münasebeti yaratmışsın.. vücudumda suya ihtiyacı yaratmışsın Sen.. ve ben, bütün bunları hissediyorum, onu yaratmışsın!..” İnsan bunları düşünmeyince -zannediyorum- gâfilâne yaşıyor demektir. İnsandaki tefekkür, tedebbür, tezekkür, taakkul meseleyi böyle ele almayı iktiza eder. Şayet, bir iftar vaktinde, iftar, bunları düşündürüyorsa sana, bu da çok önemli bir husustur.

Sahura kalkıyorsun; gece, uykunu terk ediyorsun. Hele şimdiki dönemde, Terâvîh kılacaksın; yorgun-argın, vakit bulabilecek misin, bulamayacak mısın; iki saat uyuyacak mısın, uyumayacak mısın?!. Fakat o tatlı uykudan, yumuşak döşekten, sımsıcak yorganın altından sıyrılarak, sahura kalkacaksın, yemek yiyeceksin orada. Fakat senin kendi rahatını terk etmen, belki ailevî rahatını terk etmen, onlarla münasebetini terk etmen… Bunlar öyle fedakârlıklardır ki, Cenâb-ı Hak nezdinde neye tekâbül eder, bilemezsiniz.

Bir de “itikâf” var; bu da Türkiye’de çok unutulan ibadetlerden birisi. Bunlar yapılıyor fakat büyük ölçüde kadavrası yapılıyor; işin hakikati ile yapılan şey arasında numara-drop uygunluğu yok. Bir de “itikâf” var; Ramazan’ın son on gününde, mescitlerde kalma şeklinde. Ama bugün bu ya hiç yok, ya o kadar azalmış ki, zannediyorum bunu -değil başkaları- imam da yapmıyor, müezzin de yapmıyor, Diyanet mensubu da yapmıyor, müftü efendi de yapmıyor, vaiz efendi de yapmıyor. “Oruç tutmak, yeter!” diyorlar; inşallah oruç tutuyorlardır, “Oruç tutmak, yeter!” falan diyorlar.

Evet, bir de itikâf var; tamamen o Hak dostlarının halvet hayatları gibi bir şey, itikâf. Bütün dünya ve mâfîhâdan -içindekilerden- sıyrılmak.. tamamen “görülüyor olma” mülahazasına kendini salmak; o akıntıya kendini salmak.. “Acaba görüyor olma mülahazası nasıl bir şey? Mir’ât-ı ruhuma nasıl aksedecek benim?” Hep o sevda ile koşmak… İtikâfa da böyle bakmalı!.. Orada, az yeme, az içme, hayrete varma, fânî olma, O’nu (celle celâluhu) bulma… İtikâf… Bu da biraz daha fazla sıkıntılara katlanarak, meseleyi farklı şekilde değerlendirme…

Takvaya yürüme yolunda çok önemli bir köprü

Bir ayet-i kerimede şöyle buyuruluyor: يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا كُتِبَ عَلَيْكُمُ الصِّيَامُ كَمَا كُتِبَ عَلَى الَّذِينَ مِنْ قَبْلِكُمْ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ “Ey iman edenler! Oruç, sizden öncekilere farz kılındığı gibi size de farz kılındı ki, (nefsinizin gayrı meşrû ve aşırı arzularına karşı) Allah’ın koruması altına girip takvaya ulaşabilesiniz.” (Bakara, 2/183) Evvelâ “iman edenler” deniyor; demek birinin, iman etmeden, iman ve iz’ânı duymadan ibadeti kâmil eda edip takvaya ermesi mümkün değil. Esasen imanın da mertebeleri var; bir taklidî olanı var, bir de tahkikî olanı; imanın da mertebeleri var. Tahkikî iman, tekvinî ve teşriî emirleri sürekli analiz ederek, tahlilden terkibe, terkipten tahlile giderek, her gün yeni bir iman ile hayata uyanma işidir. Fiil, teceddüde delalet ediyor; “iman ettiler” ifadesi, yarın yine, yeniden, bir kere daha o imanlarını gözden geçirdiler de demektir. “İki günü bir birine müsâvî olan, kaybetmiştir.” buyuruyor Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem). İmanda yenilenmek ve ona bir kısım katkılarda bulunmak suretiyle yarını bugünden farklı yapmayan, kaybetmiş olur. Öbür günü, yarından farklı hale getirmeyen, yine kaybetmiş olur. Evvelâ ona bakmak lazım; tefsir açısından ona bakmak lazım.

Sonra, كُتِبَ عَلَيْكُمُ الصِّيَامُ diyor ki, burada “ke-te-be” kelimesi “yazma” manasına gelir, “kü-ti-be” de “yazıldı” demektir. Kitaplarda “farz kılındı” manasını veriyorlar. Şimdi bu, şunu ifade edebilir: İlm-i İlahîde bunun farziyeti yazılmış. İmam-ı Mübîn’de yazılmış. Sonra Kitâb-ı Mübîn’de, değişen kitapta da yazılmış. Birine Levh-i Mahfuz-i Hakikat; diğerine “Levh-i Mahv ve İspat” deniyor. يَمْحُوا اللهُ مَا يَشَاءُ وَيُثْبِتُ وَعِنْدَهُ أُمُّ الْكِتَابِ Allah, bazı şeyleri siler, bazı şeyleri onun yerine kaydeder. Ama bunların hepsi, bir Ümmü’l-Kitap’ta, Levh-i Mahfuz-i Hakikat’tedir.

(Levh; yassı, düz, üzerine yazı yazılabilecek bir cisim demektir. “Levh-i Mahfuz”; Allah tarafından üzerine maddî-mânevî, canlı-cansız her şeyin kayıt ve tespit edildiği mânevî bir levha veya bütün bu hususlara bakan ilm-i İlâhînin bir unvanı kabul edilegelmiştir. Onun için herhangi bir tebeddül, tagayyür söz konusu olmadığından ötürü ona “Levh-i Mahfuz” denmiştir. Ulema, Levh-i Mahfuz’un yanında, يَمْحُوا اللهُ مَايَشَاءُ وَيُثْبِتُ وَعِنْدَهُ أُمُّ الْكِتَابِ “Allah dilediğini mahv u isbat eder ve ana kitap (Ümmü’l-Kitap) O’nun nezdindedir.” (Ra’d, 13/39) ayetinin delâletiyle, bir de “Levh-i Mahv u İsbat”tan bahsederler.)

Şimdi, كُتِبَ عَلَيْكُمُ الصِّيَامُ dendiği zaman, “Oruç başta Levh-i Mahfuz-i Hakikat’te yazılmıştı, sizin için.” manasına gelir. كَمَا كُتِبَ عَلَى الَّذِينَ مِنْ قَبْلِكُمْ Sizden evvelkilere yazıldığı gibi. لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ Allah (celle celâluhu), orucu, size farz kıldı; bu da sizin için -esas- takvaya yürüme mevzuunda bir köprüdür.

Takva, burada تَتَّقُونَ kelimesi ile ifade ediliyor. Demek ki, o takva dairesine girme, kapıyı zorlama gibi biraz meşakkatli olabilir. Açılmıyor gibi olacaktır. Bir kısım sıkıntılara maruz kalacaksınız. Fakat بِقَدْرِ الْكَدِّ تُكْتَسَبُ الْمَعَالِي “Meşakkat miktarı, me’âlî elde edilir.” Ne kadar zorluklara maruz kalıyorsanız, Cenâb-ı Hak, o kadar fevz ü necatta bulunur. بِحَسَبِ الْمَغْنَمِ اَلْمَغْرَمُ Tersine çevirin: بِحَسَبِ الْمَغْرَمِ، اَلْمَغْنَمُ Bu, Mecelle’nin kuralıdır; fakat hadis-i şeriflerden alınmış bir Mecelle kuralıdır. Bir taraftan dersiniz ki: “Ne kadar cereme çekme var ise, karşılığında o kadar mükâfata erme var.” Bir taraftan da “Ne kadar mükâfata mazhar iseniz, onun da o kadar sıkıntısı vardır, ona ulaşmak için.” Tersine çevirdiğiniz zaman göreceksiniz onu.

Şayet siz orucu böyle tutarsanız ve bu mevzuda hâhiş izhar ederseniz, takvaya erişirsiniz. Takva nedir? Cenâb-ı Hakk’ın emirlerini yerine getirmek suretiyle, hakkınızda âkıbet itibarıyla endişe ettiğiniz şeyler karşısında O’nun inayetine, himâyesine, riâyetine, kilâetine sığınma demektir. Takva, bu… Takva, “vikâye” (وِقَايَة) kökünden gelir; vikâye de gayet iyi korunma ve sakınma demektir. Korunma istiyorsanız, takva dairesi içine gireceksiniz.

Takva dairesi içine girdiğiniz zaman, sizin için mahz-ı fezâil olan veya nûr-efşân şeyler olan hakikatlerden de ancak o zaman istifade edebilirsiniz. Yoksa bazı şeylere gözleriniz kapalı gider, farkına varamazsınız. Daha ikinci sûrede, الم*ذَلِكَ الْكِتَابُ لاَ رَيْبَ فِيهِ هُدًى لِلْمُتَّقِينَ “Elif, lâm, mim. İşte Kitap! Şüphe yoktur onda. Rehberdir müttakîlere!..” (Bakara, 2/1-2) diyor. “Hidayet”in hidayet olduğunu duymak, yani dalaletten/sapıklıktan onu ayrı görebilmek takva ile mümkündür. Esasen o hidayet yolunda mesafeler kat’ etmek suretiyle doyma bilmeyen bir küheylan gibi sürekli koşabilecek insanlar, müttakîlerdir. هُدًى لِلْمُتَّقِينَ Kur’an, mahz-ı hidayettir; yol gösterir, projektör gibi insanın yolunu aydınlatır. Fakat bu, takvaya tâlip olanlar için -müttakîn (مُتَّقِينَ) diyor- Cenâb-ı Hakk’ın himayesine sığınmaya azmetmişler için söz konusudur; o mevzuda kararlı duranlar için, dik duranlar için mahz-ı hidayettir. Bu açıdan, o takvayı da öyle anlamak lazım.

Şimdi oruç, ona bir köprü ise; namaz, ayrı bir köprüdür; Hac, ayrı bir köprüdür; iffetli yaşamak, bohemliğe girmemek, ayrı bir köprüdür…

Bir delikanlı, çiçeği burnunda, görkemli, gösterişli; Hazreti İbn Abbas gibi, Mus’ab İbn Umeyr gibi. Geçerken daha panjurlar açılıyor, o güzelliği görmek için herkes ona bakıyor: “Yahu şuna bakın! Sanki yerde gezen bir melek!” Mus’ab İbn Umeyr de öyle idi; hayatının baharında Uhud’da, Allah Rasûlü’nün önünde, önce sağ kolu, sonra sol kolu ve bir kalkan kılıca karşı “Bir boynum kalmıştı, son; onu vur!..” Rasûlullah’ın önünde kalkan olmak üzere… Jalûziler sıyrılıyor, ona bakıyorlar; böyle bir delikanlı…

Mescid-i Nebeviye giderken, Hazreti Ömer döneminde, birinin kapısının önünden geçiyor. Bir fettan, gönlünü ona kaptırmış. Takılıyor ona, değişik argümanları değerlendiriyor, fakat bir türlü istediğine eremiyor. Ağ atıyor ama avını avlayamıyor. Bir sürü, değişik ağlar atıyor, değişik yöntemler kullanıyor Nihayet, herhalde nefs-i emmâre veya şeytanın ona tasallutu neticesinde -O da bir sahabî olabilir; Allah, lisanımızı günahtan korusun!- bir felaket varmış gibi kapının arkasında bir çığlık koparıyor. Delikanlı, “Acaba ne var ki, yangın mı var?!” filan diye kapıyı tıklatıyor. “İmdada koşayım!” diye içeriye girince, kapı “Tık!” diye kapanıyor. Bu defa Zeliha’nın Hazreti Yusuf’a teklif ettiği teklif ediliyor orada.

Birden bire o gencin diline şu ayet-i kerime vird-i zebân ediliyor: إِنَّ الَّذِينَ اتَّقَوْا إِذَا مَسَّهُمْ طَائِفٌ مِنَ الشَّيْطَانِ تَذَكَّرُوا فَإِذَا هُمْ مُبْصِرُونَ “Onlar ki takva dairesi içinde yaşarlar; kendilerine şeytandan bir tayf, bir vesvese geldiği zaman hemen Allah’ı hatırlar ve gözlerini hakka açarlar.” (A’râf, 7/201) İttikâ… Kendileri takva dairesi içinde, Allah’ın himayesine girmiş… “Şeytandan bir şeytanî tayf, bir dalga, bir esinti geldiği zaman, Biz, onun gözünü açarız!” Kadının zorlamaları karşısında, genç kendini dinleyince bakıyor ki, dilinde hep o ayet; hep o ayeti tekrar edip duruyor, hep o ayeti tekrar edip duruyor. Ve kalbi dayanamıyor, düşüyor ve ölüyor orada.

Tabiî kadın kapıyı açıyor; arkadaşları, camiye gidip gelen bu insanı tanıyanlar, “Aman, bir yabancının evinde öldü. Ayıp olur; Emîru’l-mü’minîn görmesin bunu!” diyorlar. İlk saflarda duran birisi idi. Hazreti Ömer de orada yoklama yapmasını çok iyi bilirdi. Arkasında bin insan namaz kılıyor ise, biri var mı, yok mu, onu bilecek kadar mahrutî bir bakışa sahip idi. Ömer’e kurban olayım, radıyallâhu anh!.. Evet, “Aman duymasın, ayıp olur; bir yabancının evinde vefat etti..” deyip gizlice götürüyor, namazını kılıyor ve gömüyorlar.

Hazreti Ömer efendimiz, işte o mahrutî bakış ile yaptığı yoklamalarında, onu göremeyince durduğu yerde, “Falan nerede?” diyor. Kem-küm ediyorlar önce; sonra da “Ya Emire’l-mü’minîn! Başına böyle bir şey geldi, ölü bulduk. Hem biz hicap ettik, hem de sizi mahcup etmemek için gizlice götürdük. Gömdük onu…” diyorlar. “Beni, mezarına götürün!” diyor. Mezarının başına dikiliyor: وَلِمَنْ خَافَ مَقَامَ رَبِّهِ جَنَّتَانِ “Buna karşılık, Rabbisinin (Rab olarak) Makamı’ndan korkan ve (Âhiret’te de) O’nun huzuruna çıkacak olmanın endişesiyle yaşayan için iki cennet vardır.” (Rahmân, 55/46) ayetini okuyor. “Allah mehâfeti ile, mehâbeti ile, korkusu ile hareket edene, iki cennet vardır, bir cennet değil. Arzı, tûlü (genişliği, uzunluğu) gökler genişliğinde cennetler vardır.” Birdenbire mezardan ortalığı lerzeye getirecek bir ses duyuluyor: “Yâ Emire’l-mü’minîn! Ben, onun iki katını buldum!” Allah, seni Cennetü’l-Firdevs ile sevindirsin! Ve bizi de sizin kıtmîrleriniz olarak orada haşr ü neşr eylesin!..

Bohemliğe karşı kararlı durma… Namaz kılsan da, oruç tutsan da hevâ-i nefsin arkasından koşuyorsan, hiç farkına varmadan yaptığın o güzelliklere güve düşürmüş olursun. Yok “Siyasî İslam!”, yok “Müslümanlık!”, yok “Bilmem neyi getireceğim!..” Çoktan ona güve düşmüş, onu yemiş, onu didik didik etmiş, lif lif parçalamış olur. Öbür tarafa gittiğin zaman, İflas Hadîsi ile ifade edildiği gibi, eli boş, yüzü kapkara olarak gidersin öbür tarafa!..

Ramazan’ın her anı mazlum ve mağdurlara maddî manevî yardım mülahazalarıyla ve gayretleriyle de dolu olmalı

Ayrıca, Ramazan’da o “mazlum”lar, “mağdur”lar, “mehcur”lar, “mevkuf”lar, “mescûn”lar, “muhtefî”ler, “fârr”lar, “muhacir”ler ve bir de daha önceden gitmiş olduklarından dolayı “Ensar” olma gayreti içinde bulunan insanlar için Cenâb-ı Hakk’a niyazda bulunmak lazımdır. Bunların hepsinin -bir yönüyle- maddeten olduğu gibi, muavenet açısından olduğu gibi, dua açısından da desteklenmesi gerekmektedir. İşte o aralanan gök kapılarını değerlendirerek, bir size, bir ötelere, ötelerin ötesine bakan ruhanîlerin/meleklerin bakışlarındaki şefkat durumunu değerlendirerek, onlar için “Allah’ım! Bu mazlumları, mağdurları, zâlimlerin, münafıkların şerrinden muhafaza buyur!” demek lazımdır.

Mesela; اَللَّهُمَّ أَطْلِقْهُمْ سَرَاحًا “Onları hürriyetlerine kavuştur Allahım!..” deyin. يَا غَافِرَ الْخَطَايَا، يَا كَاشِفَ الْبَلاَيَا، يَا مُنْتَهَا الرَّجَايَا، يَا مُجْزِلَ الْعَطَايَا، يَا وَاسِعَ الْهَدَايَا، يَا رَازِقَ الْبَرَايَا، يَا قَاضِيَ الْمَنَايَا، يَا سَامِعَ الشَّكَايَا، يَا بَاعِثَ السَّرَايَا “Ey hata, kusur ve günahları bağışlayan! Ey bela ve musibetleri kaldıran! Ey bütün istek ve dilekler Kendisine ulaşan! Ey ihsan ve atiyyeleri bol olan! Ey hediyeleri çok geniş olan! Ey her varlığın rızkını ulaştıran! Ey vakti geldiğinde verdiği hayatı geri alan! Ey her şekva ve arz-ı hali duyan! Ey her yana değişik mahlûkatından ordular yollayan!” Son fıkra: يَا مُطْلِقَ اْلأُسَارَى “Ey esaret hayatı yaşayanları hürriyetine kavuşturan!” يَا مُطْلِقَ اْلأُسَارَى، أَطْلِقْهُمْ سَرَاحًا * يَا مُطْلِقَ اْلأُسَارَى، أَطْلِقْهُمْ سَرَاحًا “Ey esaret hayatı yaşayanları hürriyetine kavuşturan! Masumiyetine rağmen hürriyeti gasp edilen bütün kardeşlerimizi bir an evvel hürriyetlerine kavuştur! Ey esaret hayatı yaşayanları hürriyetine kavuşturan! Masumiyetine rağmen hürriyeti gasp edilen bütün kardeşlerimizi bir an evvel hürriyetlerine kavuştur!..” Onların hepsini birden kurtar; بِحَيْثُ مَا لاَ عَيْنٌ رَأَتْ، وَلاَ أُذُنٌ سَمِعَتْ، وَلاَ خَطَرَ عَلَى قَلْبِ بَشَرٍ “Mağdur kardeşlerimize öyle bir lütufta bulun ki; göz görmemiş, kulak işitmemiş ve beşer tasavvurlarını aşkın, Şânına yakışır bir iltifat-ı Sübhâniye ile onları serfirâz kıl!” “Tasavvurları aşkın, sürpriz şekilde salıver Allah’ım! Ne olur?!. Ey mutlika’l-usârâ!..” diyeceksiniz. يَا صَاحِبَ الْغُرَبَاءِ، يَا صَاحِبَ الْمَظْلُومِينَ، يَا صَاحِبَ الْمَغْدُورِينَ، يَا صَاحِبَ الْمَحْكُومِينَ “Ey Gariplerin Sahibi… Ey Mazlumların Sahibi… Ey Mağdurların Sahibi… Ey mahkumların Sahibi…” يَا مُطْلِقَ اْلأُسَارَى، أَطْلِقْهُمْ سَرَاحًا “Ey esaret hayatı yaşayanları hürriyetine kavuşturan! Onları da hürriyetlerine kavuştur!..” diyeceksiniz. “Onları eski hallerine, güzel durumlarına yeniden iade buyur!.. Haklarını, imkanlarını iade buyur!.. Onlar, bir kısım mutasallıtların, mütegalliplerin, mütemelliklerin tasallutuna, saldırısına, tahakkümüne maruz kaldılar; o zalimlerin ve münafıkların ellerinden onları kurtar! Ve onları salıver!” diye inleyeceksiniz.

İnlemeliyiz; bir yönüyle, içimizin sesi olarak, heyecanlarımızın bir mızrap gibi kalbimizin hassasiyet tellerine dokunması neticesinde çıkacak seslerle, aralanan gök kapılarını değerlendirmeye bakmalıyız. Bunu her fırsatta yapmalı… Teheccüd kılacaksanız, teheccüd esnasında.. gece sahura kalkacaksanız -kalkacaksınız- sahurda.. ve aynı zamanda Terâvîh’lerde. İki rekâtta bir selam vererek kıldığınız Terâvîh’in “tervîha”larında… Mübarek günlerde, mübarek saatlerde, çok mübarek ibadetler arasında, gök kapılarının aralandığı bir esnada, meseleyi o şekilde koro haline getirme, nezd-i ulûhiyette -inşaallah- kabule karin olur.

Düşünün ki, hürriyetini yitirmiş, esarete düşmüş, mazlumiyet, mağduriyet yaşayan on binlerce insan var. Mallarına/mülklerine el konmuş, eğitim müesseselerine el konmuş, “münâfık”lar tarafından, “zâlim”ler tarafından… Tereddüt etmeden söylüyorum bunu; çünkü milletin alın teriyle kazandığı şeylere, himmetleriyle ortaya koyduğu şeylere, hiç kimsenin gelip el koyma hakkı yoktur; onun hesabını ötede Allah görecektir. “Zâlimin zulmü varsa, mazlumun Allah’ı var / Bugün halka cevretmek kolay, yarın Hakk’ın divanı var.”Bugün halka cevretmek kolay, çünkü güçlüsün, kuvvetlisin; yarın Hakk’ın divanı var, canına okuyacaklar; ya-rın Hak-kın di-va-nı var, ca-nı-na o-ku-ya-cak-lar!..

Bir taraftan sızlayan, inleyen bir gönül ile, yani heyecan mızrabını hassasiyet tellerine dokundurmak suretiyle çıkaracağımız seslerle, onlar için Cenâb-ı Hakk’a arzularımızı sunmalıyız. “Niyaz” edasıyla, “nâz” edasıyla değil, niyâz edasıyla. Bir taraftan, bu…

Mazlumlar için dua dua yalvarın

Bir taraftan da -bence- himmeti âlî tutarak başkaları için de ıslah-ı hal duasında bulunmak… İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem), mübarek sinn-i şerifi düştüğü zaman, miğferi yarıldığı zaman, yanağı yaralandığı zaman, uğrunda başların-kolların verildiği zaman, hiç öfkelenmedi, kızmadı; şöyle dua etti: اَللَّهُمَّ اهْدِ قَوْمِي فَإِنَّهُمْ لاَ يَعْرِفُونَ “Allah’ım kavmimi hidayet eyle, bilmiyorlar beni; bilseler, yapmayacaklar!” Evet, bir taraftan da İslam dünyasına musallat olan münafıkların ve zalimlerin ıslahı için, içinizden gelircesine dua edin. Allah, onları da evvelâ insan eylesin! Sonra da şöyle-böyle Müslümanlık şerefiyle şerefyâb eylesin! Âhiretlerini karartmasın!..

Zira ben biliyorum ki, sizin kalbiniz dünyada her mazlum, her mağdur için tir tir titrediği gibi, bam teline dokunurcasına tir tir titrediği gibi, öbür tarafta da onların o ağır hesapları karşısında, terazinin bir kefesinin yukarıya kalkması ve günah kefesinin gidip yerin dibine batması karşısında, orada da yürekleriniz sızlayacak. Oradaki o yürek sızlamasına meydan vermemek için, Müslüman milletlerin başına musallat olmuş münafıkların, bütün münafıkların, bütün zalimlerin salah-ı hâl etmeleri için de dua etmelisiniz.

Evet, terâvîh kılarken, o tervîhalar arasında şöyle de diyebilirsiniz: يَا مَنْ يُجِيبُ الْمُضْطَرَّ اِذَا دَعَاهُ وَيَكْشِفُ السُّوءَ؛ هَا نَحْنُ مُضْطَرُّونَ، قَدْ ضَاقَتْ عَلَيْنَا الْاَرْضُ بِمَا رَحُبَتْ، وَضَاقَتْ عَلَيْنَا اَنْفُسُنَا، وَأَنْتَ مَلْجَأُنَا وَرَجَاؤُنَا “Ey darda kalanların, canı gırtlağına dayananların, dergâh-ı ulûhiyetinin kapısının tokmağına dokunanların çağrılarına icabet buyuran Allah’ım! Hâl-i pür-melâlimiz Sana ayân.. canlarımız gırtlakta ve son kelime dudakta. Hak duygusunun gönlümüzde hâsıl ettiği heyecan ve hafakandan, bâtıl duygu ve düşüncesine karşı koyma cehdi ve gayreti sebebiyle, yeryüzü bütün genişliğine rağmen daraldıkça daraldı; sadırlarımız ve nefsimiz bizi sıktıkça sıkmaya başladı. Ne olursun bizlere tez zamanda ferec ve mahreç nasip buyur! Sensin yegâne sığınağımız ve ümit kaynağımız!..” demek suretiyle, halinizi arz edersiniz.

Bir tervîhada bunu diyebilirsiniz. Bir tervîhada da يَا مَنْ هُوَ عِنْدَ الْمُنْكَسِرَةِ قُلُوبُهُمْ؛ هَا نَحْنُ مُنْكَسِرُو القُلُوبِ “Ey kalbi kırıkları maiyyetiyle şereflendiren! Ey ‘Gönlü mahzunların yanındayım!’ buyuran! Hâlihazırda gönüllerimiz paramparça, mahzun ve kederli. Ne olur, maiyyetini bizlere duyur! Bizi bize terk etmek suretiyle bizleri mahvettirme!” niyazını üç kere tekrarlar, sonunda da onu şu söz ile noktalarsınız; اُجْبُرْ كَسْرَنَا، وَاجْبُرْ كَسْرَنَا، وَاجْبُرْ كَسْرَنَا “Kırıklarımızı sarıp sarmala.. yaralarımızı iyileştir.. ve kırık döküklerimizi gider!..” dersiniz.

Böylece inşaallah, bu Ramazan ayı, Ümmet-i Muhammed’in, sizin, bizim -her şeye rağmen, günahlarımıza/hatalarımıza rağmen- vesile-i necatımız olduğu gibi; ehl-i dalaletin, ehl-i nifakın da hidayetine vesile olur. Mazlumların halâsına, hapishane kapılarının açılmasına, bir sürü mağdur edilen insanların mağduriyetten sıyrılmalarına, mahrum edilen insanların mahrumiyetten sıyrılmalarına vesile olur!..

Ramazan Ayı ve Fazileti

1. Gufranla Tüllenen Ay

Hiç dinmeyen bir neşe, hiç bitmeyen bir zevk, hiç eksilmeyen bir aşkla tütüp giden bir ay varsa o da Ramazan’dır. Bir sene içinde geçen bütün nazlı mevsimlerin, ayların özünü, ruhunu, gerçek mânâsını ve onlardan süzülmüş, toplanmış üsareleri en tatlı bir şive ile sunan Ramazan günleri, Ramazan geceleri; her lahza gönülleri ayrı bir haz ve ayrı bir tatlılıkla sarar, şefkatle onları kucaklar, muhabbetle okşar ve yaşama zevkiyle coşturur.

Ramazan günleri, dünyanın her yanında, hususiyle Müslüman ülkelerde ve Müslümanlar arasında ve hele bizim dünyamızda bütün alâkalara merkez, bütün ruhanî zevklere meydan, bütün heyecanlara sahne, bütün terakkilere nurdan bir helezon ve bütün insanî hususiyetlerin inkişafına açık bir fırsat, bir ganimet alanıdır.

Geceleri ayrı bir duygu, gündüzleri ayrı bir aydınlıkla tulû’ eden Ramazan günleri, gönüllere ayrı bir ruh çalar geçer.. ve toplumun birbirinden kopmuş parçalarını biraraya getirir, bütünleştirir, bütün inzivazedelere cemaat yolunu açar ve onların gurbetlerini izale eder.. herkese değişik buudda bir his ve fikir ziyafeti verir ve herkesi bir kere daha hayata uyarır.

Ramazan, minarelerin başındaki mahyâlardan camilerin derûnundaki avizelere, mescitlere uzanan yolların sağındaki, solundaki kandillerden evlerimizin içindeki lambalara, mü’minlerin yüzlerindeki duruluktan gönüllerindeki aydınlığa kadar her yerde ışıkla tüllenir. Hele dinin yeniden gençliğe erdiği günümüzde o, seher yellerine açık sahurları ve gizli lütufların tecellileriyle tüten iftarlarıyla öyle farklı bir hava, farklı bir ziya ve farklı bir şive ile gelip gönülleri okşar ki, olsa olsa ancak aşkın vuslat ümidiyle kanatlanması bu kadar cezbedici, bu kadar imrendirici olabilir. Sanki Ramazan ayına kadar ruhun sonsuzluk iştiyakı ile insan arasında bir perde varmış da oruçla o perde aralanıyor gibi olur.. ve o âna kadar kalbin bir köşesinde sessiz sessiz uyuyan aşk u şevk birdenbire canlanır, kabarır, köpürür; bütün benliği sarar ve önüne geçilmez bir vuslat arzusuna inkılap eder. Bu mukaddes arzuyu gerçekleştirme yolunda, üfül üfül bâd-ı tecellilerin estiği seherler kollanır, insanlar için hep ötelere açık birer menfez gibi müşahit bekleyen namaz vakitleri olabildiğince değerlendirilir.. ruhlara revh u reyhân teravihlerle gönüller coşturulur.. ve duygulara kâse kâse ilâhî nefehât içirilir.. derken, herkes derecesine göre âdeta uhrevîleşir, ledünnîleşir ve birer melek hâlini alır.

Ramazan, Kur’ân ayı olması itibarıyla bütün bir sene Kur’ân’dan uzak kalmış olanlar bile ciddi bir susamışlık içinde kendilerini o nurefşan iklimde bulur.. ve Kur’ân sağanak sağanak onların başlarına boşalttığı ruh, mânâ, esrar ve eltafla benliklerinin kurumaya yüz tutmuş bütün vadilerini sular.. bir baştan bir başa gönül dünyalarını tıpkı bir çiçek bahçesi hâline getirir ve onları varolma zevkiyle coşturur. Onlar, Kur’ân’da bütün varlığı duyar ve dinler; duygu ve düşünceleriyle kanatlanır.. Kur’ân’da bütün hilkatin soluklandığını hisseder, ürperir.. yer yer ra’şelerle kendilerinden geçer; zaman zaman da gözyaşlarıyla nefes alır, gözyaşlarıyla boşalır, aradan perdelerin kalktığını duyar, Allah’a yakınlardan daha yakın olduklarını hisseder ve kendilerini âdeta bir zevk zemzemesi içinde bulurlar.

Kur’ân’ın ledünnî muhtevasını ancak onda bütün varlığın sesini duyabilenler ve onun derinliklerinde insan ruhuna ait korku ve ümit, tasa ve sevinç, keder ve neşe musikisini birden dinleyebilenler anlar. Onu sanki kendine inmiş gibi dinleyebilen zaman-üstü ruhlar, onda Cennet meyvelerinin lezzetini, Firdevs bahçelerinin renk ve güzelliğini, Reyyân yamaçlarının çağlayan ve manzaralarını müşahede eder ve onunla gürül gürül hâle gelirler. Kur’ân’ı, Ramazan’ın şeffaflaştırıcılığı ve kalbin kadirşinas ölçüleriyle ele alıp onun derinliklerine yelken açabilen saf gönüller, her lahza ayrı bir uhrevî kıymete ulaştıklarını hisseder ve her an “beka”nın ayrı bir buuduyla tanışırlar. Bu insanların düşünce ve hayatlarında “metafizik” “fizik”i tamamlar, mânâ da maddenin gerçek muhteva ve değeri olur ve her şey perde arkası kıymetleriyle ortaya çıkar. Ve yine bu insanların çehrelerinde sanki ilâhî isim ve sıfatların engin dairesine açık bulunmadan mülhem gizli bir seziş, derin ve farklı bir anlayış ve Kur’ân’la inlemiş günlerin uhrevîliklerinden kalma bir olgunluk, bir doygunluk, bir safvet, bir içtenlik ve imanın altın zevkleriyle beslenmiş bir letafet, bir cazibe ve bir mürüvvet çağlıyor gibi bir büyü hissedilir. Onlar, hiçbir şey konuşmasa, hiçbir şey anlatmasalar bile, o anlamlı tavırlarından, edalarından, endamlarından, bakışlarından, duruşlarından bu mânâlar her zaman taşar gelir, gelir ve her tarafta yankılanırlar.

Kur’ân kanatlı ve Kur’ân buudlu Ramazan-ı Şerif kadar gecesi ayrı nuraniliğe ve gündüzü de ayrı aydınlıklara açık bir başka ay yoktur. İnsan, her yeni Ramazan’la bir kere daha, hem de bütün tazeliğiyle Kur’ân’ı ve onun gökler ötesi kaynağını, tüllenen ilâhî marifeti ve onun kevn ü mekânlara dağılmış işaretlerini, Allah aşkını ve onun inanmış simalardaki pırıl pırıl izlerini görür, duyar ve sezer.

Evet, Ramazan’da Kur’ân, bütün bir kaderin yonttuğu bu pırıl pırıl yüzlerin ve bütün bir mânânın iç derinliğini gösteren bu ışıl ışıl gözlerin hepsinde ayrı bir uhrevilikle parıldar.. kadın-erkek, yaşlı-genç, zengin-fakir, âlim-cahil, aristokrat-halk hemen herkes bu mübarek zaman diliminde hayat ve yaşayış basamakları itibarıyla Ramazanlaşır ve Ramazan’la gelen mânâları soluklar...

Evet, herkes istidadına göre ve kabiliyetinin elverdiği ölçüde onunla değişik bir buudda, çeşitli münasebetsizliklerden, insanı başaşağı götüren rezilelerden ve bütün mânevi kirlerden arınır, nurlanır.. ve Cennetlere ehil hâle gelir. Ramazan ayı, yümün ve bereketiyle o kadar zengindir ki, gölgesine sığınan hemen herkes O’nun servet ve gınasından istifade eder ve uhrevî sultanlıklara erebilir: Gençler-ihtiyarlar, sağlam mü’minler-arızalılar, zekiler-ahmaklar, akıllılar-deliler, eşyanın perde arkasına kapalı olanlar-açık bulunanlar, bir işe yarayanlar-yaramayanlar, havadan nem kapanlar-yağmurun altında bile ıslanmayanlar, hâkim olmak için yaratılmış bulunanlar-mahkûm olarak dünyaya gönderilenler, binbir gaile içinde dahi dimdik ayakta durmasını bilenler-en küçük sarsıntıya mukavemet edemeyerek devrilip gidenler, hayatlarını karamsarlık içinde ve inleyerek geçirenler –Cehennemlerin içinde bile ümit şakıyanlar, ömürlerini başkalarına dayanarak sürdüren dermansızlar– en onulmaz dertlerle kıvranırken dahi neşeyle gürleyen iradeler, yaşayışlarını yeme, içme ve uyumaya göre programlamış tenperverler-yemeyi, içmeyi ve uyumayı aşmış gerçek insanlar... Evet, bütün bu birbirinden ayrı, birbirinden farklı sınıflar, değişik ölçülerde de olsa, onun aydınlık ikliminde mutlaka başkalaşır, farklılaşır ve hâlinin müsaadesi nispetinde bir yerlere ulaşırlar.

Ramazan’ın güzellik ve nuraniyeti ve o nuraniyete açık gözlere akseden varlığın mânâ dolu ihtişamının bu birbirinden ayrı ve farklı gruplar üzerine saldığı sır dalga boyundaki bir kısım tayflar sayesinde o, kendine has tadı, havası, ruhu ve mânâsıyla gönüllere öyle bir siner ki, en inatçı kafalar bile mukavemet edemez ve ona teslim olurlar.

Ramazan’da, her şeyi kendi sırlarıyla bürüyen geceler o kadar mûnis ve tatlı, insanın duygu ve düşüncelerini ayrı bir halâvetle kucaklayan gündüzler o kadar sıcak ve yumuşak, inanmış simalar o kadar hisli ve derin, Allah’a davet eden sesler o kadar şefkatli ve bunların hepsinin ifade ettiği mânâlar o kadar duygulandırıcıdır ki, bu gufran ayına sinelerini açabilenler muvakkaten dahi olsa, tasalardan, kederlerden birbir sıyrılıp Cennet mutluluğunu duyabilirler.[1]

2. Ramazan Kelimesinin Anlamı

Ramazan kelimesinin anlamı hakkında farklı görüşler ileri sürülmüştür. Bunlar:

  1. الرَّمَضُ (er-Ramaz) ve الرَّمْضَاء(er-Ramzâ) kelimeleri, “şiddetli sıcak” mânâsına gelir. Bu kelimelerden türediği düşünüldüğünde Ramazan, “günahları yakıp yok eden ay” anlamına gelir. Ayrıca insanların oruçtan dolayı aç-susuz kalmalarından hâsıl olan hararet sebebiyle de bu ismi almış olabilir.
  2. الرَّمَضُ (er-Ramaz) kelimesinin bir mânâsı da yazın sonunda ya da sonbaharın başlarında yağan, sıcaktan kavrulmuş toprağa hayat verip yeryüzünü tozlardan temizleyen yağmurdur. Buna göre Ramazan, “yanmış gönülleri serinleten, günahları yıkayıp temizleyen ay” mânâsına gelebilir.

3. Ramazan Ayının Fazileti

Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ashabına, Ramazan ayının yaklaşması münasebetiyle vermiş olduğu bir hutbesinde şunları söylemiştir:

“Ey insanlar! Yüce ve mübarek bir ayın gölgesi başınızın üstüne kadar geldi. Bu öyle bir aydır ki içinde bin aydan daha hayırlı olan Kadir gecesi vardır. Allah, bu mübarek ayın gündüzlerini farz olan oruçla, gecelerini ise nafile ibadetlerle değerlendirmenizi takdir buyurdu. Bu ayda nafile bir hayır yapan, başka aylarda bir farz eda etmiş gibi sevap alır. Bu ayda bir farz yapan başka aylarda 70 farz yapmış kadar sevap kazanır. Bu ay sabır ayıdır. Sabrın karşılığı ise Cennet’tir. Bu ay paylaşma ve yardımlaşma ayıdır. Bu ayda mü’minin rızkı artar. Bu ayda kim bir oruçluya iftar ettirirse yaptığı bu iş onun günahlarının affedilip Cehennem’den âzâd olmasına vesile olur. Oruçlunun sevabından bir şey eksilmeden onun sevabı kadar sevaba kavuşur.”

Ashab-ı kiramdan bazıları, “Ya Resulallah, hepimiz bir oruçluya iftar ettirecek durumda değiliz.” dediler. Bunun üzerine Resulullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: “Allah bu sevabı, bir hurma, bir yudum su veya bir yudum süt ile iftar ettirene de verir.”

Efendimiz devamla şöyle buyurdular: “Bu ayın başı rahmet, ortası mağfiret, sonu da Cehennem’den kurtuluştur. Bu ayda her kim işçisinin, hizmetçisinin işini hafifletirse Allah onu affeder ve Cehennem’den âzâd eder. Bu ayda dört şeyi çok yapın. Bunlardan ilk ikisiyle Rabbinizin rızasını kazanırsınız diğer ikisinden de zaten müstağni kalamazsınız. Rabbinizin rızasını kazanacağınız iki amel, Kelime-i Şehadet’e ve istiğfara devam etmektir. Müstağni kalamayacağınız iki amel ise Allah’tan Cennet’i istemek ve Cehennem’den yine O’na sığınmaktır. Her kim oruçlu birini yedirip-içirir hoşnut ederse Allah da ona mahşer günü havuzumdan öyle bir su içirir ki Cennet’e girinceye kadar bir daha susuzluk çekmez.”[2]

Allah’ın her günü mübarektir. Fakat insanların değerlendirmesiyle günler ayrı bir bereket kazanır ve zamanın birer altın dilimi hâline gelirler. Ancak Ramazan ayı, Cenâb-ı Hak tarafından ekstradan altın hâline getirilmiş bir zaman dilimidir. Zira o, bütünüyle rahmet ve gufran ayıdır.

Evet, Ramazan-ı Şerif, bütün Müslümanlar için ayrı ve hususi bir önem arz eder. Bundan dolayı her Müslüman Ramazan’ı farklı değerlendirmek ister. Bu vesileyle kimisi Mekke-Medine gibi kutsî mekânlara giderek, kimisi de bulunduğu yerde ibadet ü taatini artırarak ona ayrı bir derinlik katmaya çalışır.. çalışır ve niyetinin hulûsu ölçüsünde Cenâb-ı Hakk’ın lütuflarına mazhar olur.

Ramazan, insana, dünyada olduğu halde, yılda bir ay müddetince Cennet yamaçlarında seyahat etmek gibi gelir. Cennet’te cuma yamaçlarında Cenâb-ı Hakk’ın cemalini müşahedeye koşmak gibi, iftar beklentileri de Cenâb-ı Hakk’ın cemalini müşahedeyi bekleme hissi uyarır. Bir ay boyunca sahurlara kalkış, haşr u neşr kalkışı gibi duyulur vicdanlarda. Onun için de Ramazan Bayramları, birer sevinç günü olmasına rağmen, bütün bu duyuş ve sezişlerin gitmesi sebebiyle bugünlerde bir hüzün yaşanır ve “Keşke Ramazan bitmeseydi!” denir.

Diğer taraftan Ramazan sadece bir ay gibi kısa bir müddet olmasına rağmen, on bir aylık alışkanlıklarımıza galebe çalar ve onları unutturuverir. Âdeta “Zamanın en değerli dilimi benim.” der ve üzerimizde on bir aydan daha fazla tesir icra eder ve zamana bütünüyle hükmeder. Onun bu değeri sadece içindeki oruç ve teravihlerden kaynaklanmaz. Aynı zamanda, o bir Kur’ân ayıdır ve bu itibarla Ramazan’da Cenâb-ı Hakk’ın farklı bir buudda bize yakınlığı da söz konusudur. Allah, gecenin belli bir vaktinde yeryüzü semasına tecellî buyurur ve مَنْ يَدْعُونِي فَأَسْتَجِيبَ لَهُ، وَمَنْ يَسْأَلُنِي فَأُعْطِيَهُ، وَمَنْ يَسْتَغْفِرُنِي فَأَغْفِرَ لَهُ “Yok mu dua eden, duasına icabet edeyim! Yok mu bir şey isteyen, istediğini vereyim! Yok mu bağışlanma dileyen, bağışlayayım…”[3] der; der ve her gecesinde bize –tasavvufî ifadesiyle– bir kurbet yaşatır. Bütün bu hâller bizim vicdanımızı, latîfe-i rabbâniyemizi, his ve şuurumuzu sarar; sarar ve onları gerçek müşahedeye, Rab’le mülâki olmaya hazırlar.

Ramazan ayı Allah katında ayların en şereflisidir. Bu sebeple on bir ayın sultanı olarak anıla gelmiştir. Onun, senenin geri kalan aylarına karşı bariz bir üstünlüğü vardır. Diğer ayları da Allah yaratmıştır ancak Ramazan’a ayrı bir fazilet ihsan etmiştir. Onun başı rahmet, ortası mağfiret, sonu da Cehennem’den âzâd olmaktır. Kıyamete kadar tüm insanlığa rehberlik yapacak olan Cenâb-ı Hakk’ın yüce kelâmı Kur’ân-ı Kerim bu ayda dünya semasına indirilmiştir. Bu sebeple Ramazan ayı aynı zamanda Kur’ân ayıdır. Mü’minler bu ayda sürekli Kur’ân ile meşgul olur, onu defalarca hatmetmek, ezberlemek ve mânâlarını iyice öğrenmek için gayret gösterirler. Yine Cenâb-ı Hakk’ın bizzat Kur’ân’da geçen ifadesiyle, “bin aydan daha hayırlı”[4] olduğunu söylediği Kadir gecesi bu ayda yer alır. Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu ayın faziletini anlattığı şu hadis-i şerifi aslında meseleyi çok güzel özetlemektedir:

لَوْ يَعْلَمُ الْعِبَادُ مَا فِي شَهْرِ رَمَضَانَ لَتَمَنَّى الْعِبَادُ أَنْ يَكُونَ شَهْرُ رَمَضَانَ سَنَةً

“Eğer kullar, Ramazan ayının faziletlerini bilselerdi bütün senenin Ramazan olmasını temenni ederlerdi.”[5]

Ramazan’da yapılan ameller diğer aylarda yapılanlara göre Allah katında daha değerlidir ve daha çok sevaba ve hayra ulaşmaya vesiledir. Bu sebeple Ramazan’ın bir ânını bile boşa geçirmemek için ölesiye bir gayret sarf edilmelidir. Her mü’min diğer aylarda kıldığı beş vakit namaza bir beş vakit daha eklemeye, her gün okuduğu bir cüz Kur’ân’a belki birkaç cüz daha ilave etmeye, bol bol sadaka dağıtıp sıla-i rahimde bulunmaya, tabiri caizse her türlü hayır yolunda daha fazla koşturmaya çalışmalıdır. Abdullah İbn Abbâs’tan (radıyallâhu anhumâ) rivayet edildiğine göre Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

إِنَّ عُمْرَةً فِي رَمَضَانَ تَقْضِي حَجَّةً أَوْ حَجَّةً مَعِي

“Ramazan ayında yapılan bir umre, bir haccın hatta benimle birlikte yapılmış bir haccın sevabı kadar sevaba medardır.”[6]

Mü’min, hayatında her sene bu üç aylık kutlu mânevi sürece şahitlik eder. Bu süreç Recep ayı ile başlar ve gittikçe artan bir dozda Ramazan’da zirveye ulaşır. İnsan Ramazan’la birlikte âdeta bütünüyle uhrevileşir. Nasıl uhrevileşmesin ki!? Ebû Hüreyre’den (radıyallâhu anh) rivayet edildiğine göre Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

إِذَا دَخَلَ رَمَضَانُ فُتِّحَتْ أَبْوَابُ الجَنَّةِ وَغُلِّقَتْ أَبْوَابُ جَهَنَّمَ وَسُلْسِلَتِ الشَّيَاطِينُ

“Ramazan-ı Şerif girdiğinde Cennet’in (bir rivayette semanın, başka bir rivayette de Allah’ın rahmetinin) kapıları açılır, Cehennem’in kapıları kapanır ve şeytanlar zincirlere vurulur.” [7]

Cenâb-ı Hak sanki insanın melekleşmesi için şeytanlara zincir vurup Cehennem’e giden koridorları kapadığı gibi Cennet’e giden koridorları da sonuna kadar açar. Allah’ın Ramazan’a bahşettiği bu ihsanın farkında olan bir insan, bunu sonuna kadar kullanıp Cennet’e ehil hâle gelmeye uğraşır. Hele Ramazan’ın son on gününe gelince bu gayretlerin artık zirveye ulaşması gerekir. Zira Rehber-i Ekmel Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bizzat öyle yapmıştır. O’nun pâk zevcesi Hazreti Âişe’nin (radıyallâhu anhâ) ifadeleriyle:

“Ramazan ayının son on günü gelince Resûlullah gecelerini ibadetle ihya eder, ailesini uyandırır, dünyadan el-etek çeker ve kendisini bütünüyle Allah’a kulluğa verirdi.”[8]

O (sallallâhu aleyhi ve sellem), sadece ibadet etmekle yetinmez, hayr u hasenat adına ne varsa hepsini yapmaya ve böylece Allah’a kurbet yolunda mesafe almaya gayret ederdi. İbn Abbâs (radıyallâhu anhümâ) şöyle demiştir:

“Resûlullah, insanların en cömerdi idi. Cömertliğinin zirveleştiği anlar ise Ramazan’da Cebrail (aleyhisselâm) ile buluştuğu zamanlardı. Cebrail (aleyhisselâm), Ramazan’ın her gecesinde Resûlullah ile buluşur, Kur’ân’ı mukabele ederlerdi. Bu dönemlerde O (sallallâhu aleyhi ve sellem), hiçbir engele takılmaksızın hızla esen bereketli bir rüzgârdan daha cömert olurdu.”[9]

Ramazan ayının faziletlerinden birisi de onun, insanda günah adına ne var ne yoksa hepsini temizlemesidir. “Ramazan” kelimesinin lügavî mânâsının da buna işaret ettiğini daha önce ifade etmiştik. İşte bu mânâyı teyit eder mahiyette Hazreti Ebû Hüreyre’den (radıyallâhu anh) rivayet edilen bir hadiste Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

الصَّلَوَاتُ الْخَمْسُ وَالْجُمُعَةُ إِلَى الْجُمُعَةِ وَرَمَضَانُ إِلَى رَمَضَانَ كَفَّارَاتٌ لِمَا بَيْنَهُنَّ إِذَا اجْتُنِبَتِ الْكَبَائِرُ

“Büyük günahlardan kaçınılması hâlinde, beş vakit namaz, cuma namazları ve (ibadet ü taatle değerlendirilen) Ramazan ayları (aralarda işlenen) günahlara kefârettir.”[10]

Cenâb-ı Hak, mükâfatını vermeyi bizzat kendi üzerine aldığı oruç ibadetinin başka bir ayda değil de Ramazan’da eda edilmesini farz kılmıştır. Bir ay boyunca tutulan oruçlar Allah’ın rızasına ulaşma yolunda Ramazan’a ayrı bir değer katar. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu ayda tutulacak oruç hususunda şöyle buyurmuştur:

مَنْ أَفْطَرَ يَوْمًا مِنْ رَمَضَانَ مِنْ غَيْرِ عُذْرٍ وَلاَ مَرَضٍ لَمْ يَقْضِهِ صِيَامُ الدَّهْرِ وَإِنْ صَامَهُ

“Herhangi bir özrü olmaksızın Ramazan’da bir gün oruç kaçıran kimse, bunun yerine yıl boyu oruç tutsa yine de Ramazan’daki o bir günün sevabına nail olamaz.”[11]

Bu ayda her gece belki binlerce, belki milyonlarca günahkâr kul, Allah’ın af ve merhametine mazhar olur; Cehennem’e müstahak iken Cennet’e layık hâle gelir. Bu ayda rahmet kapıları açılır, ameller kat be kat fazlasıyla değerlendirilir. Yine bu ayda oruçlu birine iftar ettiren kimsenin amel defterine, o kimsenin oruçtan kazandığı sevabın bir misli daha yazılır. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

مَنْ فَطَّرَ صَائِمًا كَانَ لَهُ مِثْلُ أَجْرِهِمْ، مِنْ غَيْرِ أَنْ يَنْقُصَ مِنْ أُجُورِهِمْ شَيْءٌ

“Kim bir oruçluya iftar ettirirse, oruç tutan kadar sevap kazanır. Oruçlunun sevabından da hiçbir şey eksilmez.”[12]

Fırsatı Kaçıran Üç Kişi

Bir hadis-i şerifte anlatıldığına göre Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir keresinde hutbe vermek üzere minbere çıkarken her üç basamakta da “amin!” dediler. Sahabe efendilerimiz hutbe bitince, “Ya Resûlallah! Bugün Sizden daha önce duymadığımız bir şeyi duyduk; minbere çıkarken üç defa ‘amin’ dediniz. Bunun hikmeti nedir acaba?” diye sordular. Peygamber Efendimiz şöyle buyurdular:

“O esnada Cebrail (aleyhisselâm) geldi ve ‘Anne-babasının ihtiyarlık vakitlerine yetişmiş ama anne-baba hakkını gözetmemiş, onlara iyi bakarak mağfireti yakalama gibi bir fırsatı değerlendirememiş kimseye yazıklar olsun, burnu yere sürtülsün!’ dedi, ben de ‘amin!’ dedim. Cebrail, ‘Ya Resûlallah! Bir yerde adın anıldığı hâlde, Sana salât ü selâm getirmeyene de yazıklar olsun, burnu yere sürtülsün!’ dedi, ben de ‘amin’ dedim. Ve son basamakta Cebrail yine, ‘Ramazan’ı idrak etmiş olduğu hâlde Allah’ın mağfiretini kazanamamış, afv ü mağfireti bulamamış kimseye de yazıklar olsun!’ dedi, ben de ‘amin’ dedim.”[13] 

Cenâb-ı Hak, insanlara, bir kısım külfet ve zorluklar da içeren sorumluluklar yükler. İmtihan boyutu ayrı olmakla birlikte bu sorumluluklardaki ilâhî hikmet ve gaye, kulun mağfirete mazhar olup affedilmesidir. Ne var ki kul, vazifesini yerine getirmezse hem Allah’ın takdir etmiş olduğu nimetten tam olarak istifade edemez hem de duruma göre cezaya müstahak olur. Yukarıda geçen hadis-i şerifte de Allah’ın, insanlara yüklediği bu sorumluluklardan üç tanesi zikredilmektedir.

Bunlardan birincisi insanın dünyaya gelmesine vesile olan anne-babasına hizmet etme sorumluluğu; ikincisi dine ait her şeyi kendisinden öğrendiği Peygamberine şükür ve minnetini ifade etme mesuliyeti; üçüncüsü ise günahlardan arınabilmesi için Cenâb-ı Hakk’ın insanlara bahşettiği bir nimet olan Ramazan ayını değerlendirme mükellefiyetidir.

Evet, bu üç sorumluluk da birtakım zorluk ve külfetler içermektedir. Ne var ki Allah’ın bunlara vaat ettiği mükafat ile karşılaştırıldığı zaman zorluk yanı çok küçük kalır. Karşılığında Cehennem’den kurtuluş, Cennet ve Cenâb-ı Hakk’ın rü’yeti gibi pek pahalı mükâfatlar olan hiçbir zorluk büyük görülmemelidir. Aslında bir insanın anne-babasını idrak etmesi, yanında nâm-ı celîl-i Muhammedî’nin yâd edilmesi ya da Ramazan-ı Şerif’e erişmiş olması onun için başlı başına önemli birer ilâhî nimettir. Fakat buna rağmen bu ihsan ve nimetlerin kadrini bilemeyen kimse, kapısının önüne kadar gelen fırsatları değerlendirememiş, dolayısıyla da cezaya müstahak hâle gelmiş demektir.

Bu sebeple Cebrail (aleyhisselâm), bu kadar küçük külfetlere katlanıp karşılığında büyük nimetleri elde edemeyen insanların haybet ve hüsranda olduğunu ifade etme sadedinde “burnu yere sürtülsün” ifadesini kullanmış; Efendimiz de (sallallâhu aleyhi ve sellem) onu tasdik mânâsında duasına “amin” demiştir.


[1] M. Fethullah Gülen, “Gufranla Tüllenen Ay”, Günler Baharı Soluklarken, s. 52-56.

[2] İbn Huzeyme, es-Sahîh 3/191; el-Beyhakî, Şuabü’l-îmân 3/306.

[3] Buhârî, tevhid 35; teheccüd 14; daavât 13; Müslim, müsâfirîn 166.

[4] Kadir sûresi, 97/3.

[5] et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 2/388; el-Heysemî, Mecmeu’z-zevâid 3/141.

[6] Buhârî, cezâü’s-sayd 26; Müslim, hac 222.

[7] Buhârî, savm 5; Müslim, sıyâm 1.

[8] Buhârî, fazlu leyleti’l-kadr 5; Müslim, itikâf 7.

[9] Buhârî, bed’ü’l-vahy 5, savm 7; Müslim, fezâil 50.

[10] Müslim, tahâret 16; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 2/359.

[11] Buhârî, savm 29; Tirmizî savm 27; Ebû Dâvûd, savm 38; İbn Mâce sıyâm 14.

[12] Tirmizî, savm 82; İbn Mâce, sıyâm 45.

[13] et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 19/144; el-Beyhakî, Şuabü’l-îmân 2/215.

Telif Hakkı © 2024 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.