Fethullah Gülen TSK'yı ele geçirmeye çalışıyor mu?
Soru: "Fethullah Gülen yıllardan beri Türk Silahlı Kuvvetleri'ne sızmaya ve TSK'yı ele geçirmeye çalışıyor. Çünkü Türkiye'de bir din devleti kurmasının önündeki tek engel olarak TSK'yı görüyor" iddiası var. Bu iddiaya karşı verilen cevap nedir?
Fethullah Gülen'in TSK'da örgütlendiği iddiası ve tarihi arka planı, tıpkı Emniyet'te veya devletin diğer bürokratik kadrolarında örgütlendiği tezinin ortaya atılmasına benzer bir nitelik taşır.
Eğer kastedilen Emniyet Teşkilatı’nda Gülen’in fikirlerine veya hareketin ideallerine sıcak bakan insanlar olup olmadığı ise Gülen’in kendisinin de röportajlarında ifade ettiği gibi "[Halkın büyük bir çoğunluğu] yapılan hizmetleri, bu hoşgörü ve eğitim teşebbüslerini olumlu buluyorlar, sempati duyuyorlar... Şimdi bu insanlar bu faaliyetlere olan hüsnü zanlarını ifade ediyorlarsa, iyi şeyler yapılıyor diyorlarsa, bunların hepsi zannediyorum, benim taraftarım gibi gösteriliyor. Bir yerde bir vaaz dinlemiş olabilir, bir sohbet dinlemiş olabilir, sempati duyabilir, [hatta doğru veya yanlış olarak da] sevebilirler de... Birileri [bu hizmetleri] seviyorsa, birileri bana saygı duyuyorlarsa, sempati duyuyorlarsa, "Niye seviyorsunuz?" diyemem. İhtimal ben adlarını, namlarını, nisanlarını bilmem ama Emniyet’in içinde belki de Askeriye’de sevenler, sempati duyanlar vardır. Bunları hiç sevmediğim bir tabirle "Fethullahçı" diye karalamak çok yakışıksız bir şey oluyor. Bir kere Türk toplumu içinde -ci -cu'ya karşı benim kadar mücadele veren uğraşan bir ikinci insan gösterilemez zannediyorum."[1]
Ama iddia Askeriye içinde örgütlenme meselesi ise hem yargılamaların sonuçları hem de Gülen’in kendisi bunu kesin bir dille reddetmektedir. Meseleyi anlamak için bu iddiaların tarihine Gülen’in hayatıyla kesişen yönüyle bakmakta fayda var. Fethullah Gülen, 1960’lı yıllarda Türkiye’yi kuşatmaya başlayan politik kutuplaşma ve sonucundaki anarşi ve terör olayları sırasında İzmir’de vaiz olarak görev yapıyordu. 1968’de Fransa’da başlayan ve Avrupa’nın ardından Türkiye’ye de sıçrayan öğrenci olayları, Türk Silahlı Kuvvetleri’ne de sıçramıştı. Zaten 27 Mayıs 1960 ihtilali ile emir komuta zinciri bozulmuş olan ve içinde birçok devrimci cuntanın kol gezdiği Türk Silahlı Kuvvetlerinin durumunu dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Memduh Tağmaç, bir toplantıda dönemin Başbakanı Süleyman Demirel’e şöyle anlatmaktaydı: "Ordu elden gidiyor!"[2]
Ülkede bir devrim düzeni kurmak isteyen aşırı sol/Marksist guruplar, Türk Silahlı Kuvvetlerine el atmıştı. Onlara göre 27 Mayıs bir devrimdi, ama yarım kalmıştı. Bunun tamamlanması gerekiyordu. Örneğin Devrim gazetesinin başyazarı Doğan Avcıoğlu, Türk Silahlı Kuvvetleri eliyle bu sosyalist/komunist devrimi tamamlamayı hayatının amacı haline getirmişti. Avcıoğlu’na göre Atatürk sadece üst yapı devrimini başarmıştı. Oysa toplumsal devrim yapılamamıştı. Toplumsal devrimi yapacak olanlar, aydınlar ve "Devrimci Ordu"nun subaylarıydı. 27 Mayıs bu işin sadece yolunu açmıştı ve bu mutlaka tamamlanmalıydı.
Türkiye’nin yaşadığı bu anarşi ve kaos ortamının temel sebebi olarak gençlerin içine düştüğü "inançsızlık" batağını gören Fethullah Gülen; 1960’lı yıllardan 1980’e kadar İzmir’deki vaazlarında bu konuları işlerken bir şeye daha dikkat çekti. Türk Silahlı Kuvvetleri Türk Devlet geleneğinde "Peygamber Ocağı" olarak anılagelmişti ve anarşinin üstesinden gelecek yegâne güçtü. Gülen; 1979’dan itibaren Sızıntı dergisine yazdığı başyazılarda da Türk Silahlı Kuvvetleri’nin bu konumuna işaret etti. Gülen’in teşhisi, Orgeneral Tağmaç’ın teşhisine benzer nitelikteydi. Türk Silahlı Kuvvetleri; "Son Karakol" olan Türkiye’nin bekçisiydi. Askerdeki zafiyet, doğrudan Türkiye’nin varlığının tehlikeye girmesi demekti. O halde Türk Silahlı Kuvvetleri’nin birlik ve bütünlük içinde olması şarttı. Devrimci ve cuntacı fikirlerin TSK içinde kök salmaması, TSK mensuplarının ülke ve vatan sevgisi gibi moral değerleri bir bütünlük içinde paylaşmalarına bağlıydı.
Gülen, vaazları ve yazılarına yansıyan bu düşünceleriyle; günümüze kadar devrimci gurupların ve TSK içinde örgütlenmiş olan cuntacıların şimşeklerini üzerine çekti. Çünkü onların kafasındaki "Devrimci" Türk Silahlı Kuvvetleri ile Gülen’in "Son Karakol’un Bekçileri" olarak gördüğü Türk Silahlı Kuvvetleri aynı değildi.
Görüldüğü gibi, Fethullah Gülen’in TSK’da örgütlendiği iddiasının tarihi arka planı, Emniyet’te örgütlendiği tezinin ortaya atılmasına benzer bir nitelik taşıyor. Nasıl ki, Emniyet’te tek bir dindar insanın varlığına bile tahammül edemeyen bir anlayış "Fethullah Hoca’nın Talebeleri" senaryosunu ortaya attıysa, Türk Silahlı Kuvvetleri’ni de sadece kendi dünya görüşlerinin bekçisi olarak gören zihniyetler "Fethullah Hoca, TSK’yı ele geçirmeye çalışıyor" senaryosunu ortaya atmışlardır.
Bu senaryonun en büyük fikir mimarının Doğu Perinçek[3] olması son derece manidardır. Çünkü Perinçek, hayatı boyunca Türk Silahlı Kuvvetleri’ne sızmak suçlamasıyla yargılanmış bir kişidir. Örneğin Perinçek; daha 1970’li yıllarda "Kara Kuvvetleri Devrimci Subaylar Örgütü" davasının sanıklarındandır. Perinçek ve onun gibi devrimcilerin kanca attığı yüzlerce subay TSK’dan ihraç edildiklerinden hayatları karardı. Can çıkar huy çıkmaz misali Perinçek bugün Ergenekon davasında da aynı suçlama ile karşı karşıyadır. Milli İstihbarat Teşkilatı’nın ortaya çıkardığı Türk Silahlı Kuvvetleri içerisindeki "Karargâh Evleri" örgütlenmesinin mimarı Perinçek’in başında olduğu İşçi Partisi’dir. Nitekim bu soruşturma çerçevesinde aralarında kurmay albayların da bulunduğu birçok subay tutuklanmıştır. Karargâh Evleri Projesinin amacı, tıpkı 27 Mayıs 1960’ta olduğu gibi TSK içinde emir komuta zinciri dışında alttan bir darbe ile ülke yönetimini ele geçirmekti.
Fethullah Gülen’e gelince: Gülen, hayatının hiçbir döneminde Doğu Perinçek ve öteki devrimci gruplar gibi TSK’yı ele geçirmeyi düşünmemiştir. Gülen’in en büyük hasreti, birlik ve bütünlüğünü muhafaza etmiş, cuntalardan arınmış ve vatan sevgisini en üst değer olarak kabul eden insanlardan oluşmuş güçlü bir Ordu’nun varlığını görmektir. Gülen’in düşüncesinde TSK ele geçirilmesi gereken bir yer değil, tam tersine en çok korunması ve siyasi fraksiyonlardan uzak tutulması gereken bir kurumdur. Nitekim "TSK’ya sızma düşünceniz var mı sorusuna?" şu cevabı vermiştir: "Hayatımda hiçbir zaman orduya ters, ordu aleyhinde ve ordunun kabullerine aykırı bir faaliyetim olmamış ki, orduyu faaliyetlerime engel görerek ona sızmaya çalışayım... Çünkü sızma, düşmana karsı yapılır[4]... Bırakın orduyu ele geçirme planlarımın olmasını, ordu içinde Balkan Savaşı yıllarındaki gibi herhangi bir ikilik, anlaşmazlık olabilir endişesini benim kadar içinde bir azap, bir ıstırap olarak duyan olmamıştır... Ordumuzu bu milletin varlık ve bekasının her zaman en birinci şartı saymış benim gibi bir insan için bu tür müessif hadiselerden daha kahredici bir şey olamaz."[5]
Durum böyleyken; devrimci guruplar, tıpkı Emniyetteki operasyonlarda olduğu gibi, TSK’da da Gülen aleyhine bir algının oluşmasında kısmen de olsa başarılı oldular. 1980’li yıllardan itibaren, bazı subay ve astsubaylar, cemaat mensubu oldukları gerekçesiyle Türk Silahlı Kuvvetlerinden ihraç edildiler. İlk olarak 1986 yılında Askeri liselerden 90 civarında öğrenci uzaklaştırıldı. O yıllardan itibaren bugüne kadar yüzlerce subay ve astsubay da "irticai faaliyette bulunmak" gerekçesiyle Ordu’dan atıldı. Tabii ki, bunu engellemek için Gülen’in elinden "Hiç bir kabahati olmayan bu insanlar benim adım kullanılarak, benim yüzümden atıldılar" demekten baska bir şey gelmiyordu. İşin ilginci Gülen, 40 yıldır ülkede hep kurulu düzeni savunmuş, bireylerin durumdan görev çıkararak devlete ait görevleri yerine getirmeye kalkışmalarını her zaman kınamıştı. Zaten bundandır ki, hem Gülen Hareketi'nin başından itibaren olan tahkikat ve davalarda hem de özellikle "28 Şubat Süreci"nin en hararetli zamanlarındaki tahkikat ve davalarda gerek zamanın DGM ve DGM Başsavcılığı, gerek davayı gören Ağır Ceza Mahkemesi, gerekse Yargıtay beraat vermişlerdir. Bu davaların en sonuncusu 22 Ağustos 2000’de Ankara 2 Nolu DGM’de açılan ve 7 yıl süren dava olmuştur ve Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesi’nde Gülen’in beraatiyle sonuçlanmıştır. Yargıtay 9. Dairesi 7 Mart 2008’de söz konusu kararı onamıştır.
Son olarak, Fethullah Gülen'in, TSK'ya sızma iddiaları ile ilgili olarak "Kırık Testi 7" adını taşıyan sohbetlerindeki ifadelerine bakalım: "Bir milletin ferdi, kendi milleti için varolan müeseselere sızmaz. Hakkıdır, girer oraya. Mülkiyeye de girer, adliyeye de girer, istihbarata da girer, hariciyeye de. Unutulmamalıdır ki, kadrolaşma, sızma, çoğalma türünden iddiaları ortaya atanlar ve bunlarla vazifeperver insanları sindirmeye çalışanlar hemen her devirde bu iftiralarının arkasına saklanarak ve hedef şaşırtarak kendi felsefeleri adına belli yerlere sızmış, kadrolaşmış ve çoğalmışlardır... Belki şimdiki endişelerinin altında da o sızıntılarının farkedilmiş olabileceği endişesi var. Ayrıca bu iddiaların bir psikolojik savaşın parçası olduğu da gözden kaçırılmamalıdır. Bazıları 'şucu', 'bucu' iftiralarını devlete karşı tehdit, şantaj ve yıldırma malzemesi olarak kullanıyorlar. Faydalı işler yapabilecek kimseleri gericilikle suçlayıp sindiriyor ve onların önlerini kesiyorlar. Bu vesileyle hükümeti de sıkıştırmış ve bazı işlerini engellemiş oluyorlar."[6]
- tarihinde hazırlandı.