Fethullah Gülen “kelime-i şahadet ve kelime-i tevhidin ikinci bölümünü, yani ‘Muhammed Allah’ın Resulüdür’ kısmını çıkarttı” iddialarıyla ilgili neler söylenebilir?
Fethullah Gülen ve Gönüllüler Hareketi'nin dünya çapında farklı din ve kültür insanlarıyla yapmış oldukları diyalog faaliyetleri nedeniyle maruz kaldıkları ithamlardan biri de "İslam'dan taviz veriyorlar, Hz. Muhammed'e inanmayı ve tabi olmayı gerekli saymıyorlar; kelime-i şahadet ve kelime-i tevhidin ikinci bölümünü, yani 'Muhammed Allah'ın Resulüdür' kısmını çıkarttılar" olmuştur.
Bu ithamın kasıtlı bir iftira olduğunu anlamak için fazla araştırma yapmaya ve uzun zaman ve emek harcamaya gerek yoktur. Fethullah Gülen'in yazılı ve sözlü eserlerine hızlıca bir göz atmak bile Gülen'de İslam Peygamberi Hz. Muhammed'e karşı nasıl bir sevgi ve bağlılık olduğunu idrak için yeterlidir. Gülen'in daha çok sadece 'Efendimiz' diye andığı Hz. Muhammed'e iman ve inkıyat ötesi bir aşk ve iştiyak ile bağlı olduğu yazılı ve sözlü bütün eserlerinde apaçık ortadadır.[1]
Hz. Muhammed'i anlatmaya adanan bir ömür
Fethullah Gülen ömrünü Hz. Muhammed'i anlatmaya ve sevdirmeye adamıştır denilse bu, sayısız şahitleri ve delilleri de ortada görülen bir hakikatin ifadesi olacaktır. Nübüvvet Serisi halinde dinleyicilerin istifadesine takdim edilen ve Sonsuz Nur adıyla kitaplaştırılan vaazları bunun delillerinden birini teşkil etmektedir. Haftalık vaazlarına Peygamber Sevgisi başlığını koyması bile ayrı bir delalet olarak ortada durmaktadır.
Bulduğu her fırsatı ve imkanı Allah'ı ve Resulü'nü anlatma ve sevdirme istikametinde değerlendiren ve Gönüllüler Hareketi'ne de daima bunu tavsiye ve teşvik eden[2] Fethullah Gülen'in yazı ve konuşma arşivi önyargısızca, samimiyetle, insafla, vicdanla incelendiğinde; hayatı ve kainatı yaratan Allah'ın insanlara rehber olarak görevlendirdiği bütün peygamberlerin ve bilhassa son peygamber Hz. Muhammed'in pratik örnekliği bilinip yaşanmadan maddi manevi, dünyevi uhrevi kurtuluşun mümkün olamayacağını açıkça ve katiyetle belirttiği görülecektir.
Fethullah Gülen, 13.02.2011 tarihli "Sonsuz Nur ile Sohbet-i Cânan" konulu Bamteli sohbetinde şöyle demektedir: "Resûl-ü Ekrem'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) mümtaz ve muallâ şahsiyetinin anlatılması, anlatılmaktan da öte O'nun beşeriyetin kurtuluşu için bir çare, insanlığın onulmaz dertleri için bir iksir olarak takdim edilmesi ve hayat-ı seniyyelerinin o Yüce Kâmet'e uygunluk içinde tanıtılabilmesi, çoklarının olduğu gibi benim de düşünce ve his dünyamı baskı altına alan ve her yönüyle önü alınamaz bir arzu ve isteğe dönüşen mühim mevzulardan biridir. Dolayısıyla, dünden bugüne hemen her konuyu anlatırken sözü bir şekilde İnsanlığın İftihar Tablosu'na getirmeye çalışmışımdır. Bu mülahazayla 'Sonsuz Nur' serisini tamamen bu mevzuya ayırmış ve haftalarca O'ndan bahsetmiştim. Aslında o vaazların kitaplaştırılacağını düşünmemiştim. Fakat, yıllar sonra arkadaşlar, o eski konuşmaları deşifre edip önüme koyunca, ben de sırf bir hatıra mülahazasıyla tashih ederek neşrine 'evet' dedim."[3]
Fethullah Gülen'in önce ülkemiz sonra da dünya çapında diyalog faaliyetlerine başladıktan sonra da hayatını adadığı "Allah'ı ve Resulü'nü tanıtma ve sevdirme" gayesinden ve gayretinden zerrece taviz vermediğini bilmek için eserlerinden sadece şu seçtiklerimize bile hızlıca bakmak kafidir:
- Yolların Ayrımındaki Zat, Sızıntı, Nisan 1987-Kasım 1998, Cilt 9-10, Sayı 99-118
- Yolların Ayrımındaki Zat Üzerine, Sızıntı, Aralık 1988, Sayı 119
- Sünnet ve Hadis, Yeni Ümit, Ocak-Mart 1990, Cilt 1, Sayı 7
- Ravzâ, Yeni Ümit, Temmuz-Eylül 1990, Cilt 2, Sayı 9
- Peygamberimiz (sav) ve Söz (1), Yeni Ümit, Nisan-Haziran 1991, Sayı 12
- Peygamberimiz (sav) ve Söz (2), Yeni Ümit, Temmuz-Eylül 1991, Sayı 13
- Peygamberimiz (sav) ve Söz (3), Yeni Ümit, Ekim-Aralık 1991, Sayı 14
- Kutlu Doğum, Sızıntı, Ekim 1991, Cilt 13, Sayı 153
- Mülâhazalarımızın Yeşil Kubbesi, Sızıntı, Nisan 1998, Cilt 20, Sayı 231
- Vilâdetin Çağrıştırdıkları, Yağmur, Nisan-Haziran 2001, Sayı 11
- ...Ve Gaybın Son Habercisi, Yeni Ümit, Ocak-Mart 2003, Sayı 59
- O Bir İman ve Aksiyon Abidesiydi, Yeni Ümit, Nisan-Haziran 2003, Sayı 60
- Seni Bir Kere Daha Derince Duyduk, Sızıntı, Mart 2006, Cilt 28, Sayı 326
- İnsanlığın İftihar Tablosu, Prizma-2
- Efendimiz'i Ziyaret, Prizma 4
- Efendimiz'in Âlemlere Rahmet Olarak Gönderilmesi, Prizma-6 (Yol Mülahazaları)
- Efendimiz ve Sünnetini Anlamada Müstakim Düşünce, Prizma-6 (Yol Mülahazaları)
- Belâ ve musibetler karşısında Efendimiz, Prizma-8 (Çizgimizi Hecelerken)
- Selâm Sana Ey Nebî!, Kırık Testi, 25.10.2004
- Kutlu Doğum ve Kırmızı Gül, Kırık Testi, 04.11.2005
- Efendimiz'i Rüyada Görmek, Kırık Testi, 04.06.2007
- Rehin Bırakılan Zırh, Kırık Testi, 17.12.2007
- Îkaz Görünümlü İlahî İltifatlar, Kırık Testi, 19.05.2008
- İnsanlık O'nunla Yeniden Diriliyor, Bamteli, 17.03.2008
- Peygamber Yolu, Bamteli, 18.10.2010
- "Sonsuz Nur" ile Sohbet-i Cânan, Bamteli, 14.02.2011
Hz. Muhammed'e iman ve bağlılık
Fethullah Gülen, Hz. Muhammed'e bağlılığını defalarca ilan ve ifade etmiştir ve etmektedir: "Ben yatarken sağ yanıma yatmadığım zaman bile 'acaba burada Efendimiz aleyhissalatü vesselama muhalefet ettim mi?' endişesiyle uyuyanlardan birisi olduğumu, müsaadenizle söylemede beis görmüyorum. Hatta ayaklarımı upuzun öyle yatarsam, uzatıp yatmada Efendimiz aleyhissalatü' vesselamın uzatıp yattığını bilmediğim için rahatsızlık duyduğumu rahatlıkla söyleyebilirim... Benim her şeyim dinimdir. Farzından adabına kadar her şeyim dinimdir. O dinimin küçük bir adabına, küçük bir esasına muhalefet edecek, onun için zararlı olacaksam Allah bir dakika bile yaşatmasın derim. Ben O'nun hayat tarzına, O'nun üslubuna aykırı olacaksam Allah bir dakika yaşatmasın. Efendim'e muhalefet çerçevesinde bir dakika, bir saniye bile yaşamaktansa yerin dibine gitmeyi tercih ederim… Benim nispetim tam. Ve nispetimin tamamında, tamamiyetinde hiç şüphem olmadı. Ben Hz. Muhammed Mustafa'ya (sav) mensubum. Hz. Mevlana'nın dediği gibi 'Men bende-i Kur'anem, eger candarem.' Ben Kur'an'ın günahkar bir mücrimiyim. Kendime bakarken de hep Efendimizin ayaklarının yanında, boynumdaki ipim onların elinde, hav hav edip onların ayaklarına sürünen bir kıtmir olarak kendimi görmüşümdür. Bu açıdan nispetim bellidir benim. Eğer Müslümanlıkta o tabir caiz olsaydı 'Muhammedî' diyecektim. O tabirin caiz olduğu bir alan vardır ahlak açısından. Allah, ahlak-ı aliye-i Muhammediye'yi yaşamaya muvaffak kılsın. Ama Müslümanım elhamdülillah."[4]
"Allah'a inanıyor ve bu inancımızı 'Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah' kudsî cümlesiyle ilan ediyoruz. Biz bu sözü söylerken, aynı zamanda kalbdeki tasdik ve iz'ana dilimizi de tercüman kılıyoruz ki, ahkâm-ı ilâhiyenin üzerimizde tatbik edilmesi konusunda bu bir esastır."[5]
Fethullah Gülen, Hz. Muhammed'in son peygamber olduğunu, peygamberliğinin âlemşümul olduğunu ve ona verilen Kur'an'ın da son ilahi kitap olduğunu beyan etmektedir:
"Peygamber Efendimiz (sav), hem insanlara, hem de cinlere gönderilmiş son peygamberdir. O'nunla peygamberlik kapısı bir daha açılmamak üzere ebediyyen kapanmıştır. O'nun bu manada âlemşümûl bir peygamber olduğunu ifade eden pekçok ayet ve hadis vardır. Bunlar teker teker ele alınıp incelendiğinde, Efendimiz'in bu özelliği çok daha bariz bir şekilde ortaya çıkacaktır."[6]
"Diğer peygamberlere özetle bildirilen hakikatler, Peygamber Efendimiz'e Kur'ân vasıtasıyla gayet geniş olarak anlatılmıştır. Çünkü Kur'ân, son derece gelişmiş topluluklara hitap etmek için gönderilmiş bir kitaptır. Onu takiben gelecek bir başka semavî kitap da yoktur. Dolayısıyla beşer, ferdî, içtimaî, siyasî, kültürel veya teknik bakımdan hangi ufka yükselirse yükselsin, karşısında Kur'ân'ı bir mürşid ve yol gösterici olarak bulmalıdır; bulmuştur da..."[7]
Gülen, "Kur'ân-ı Kerim'in doğru anlaşılması için, onu Sünnet-i Seniyye'nin rehberliğinde okumak gerektiği"ni belirtmektedir: "İlk asırdan bugüne kadar, Sünnet-i Seniyye, din ve dînî hayata esas teşkil etmesi bakımından hep Kur'ân'la beraber mütâlaa edilmiştir. Öyleyse, ne onu Kur'ân'dan, ne de Kur'ân'ı ondan tecrîd etmek mümkün değildir. Vahy-i gayr-i metluv olan hadisleri devreden çıkarmak ve onları vahy-i metluv olan Kur'ân'dan koparmak da bir yönüyle Kur'ân'ı mehcur hale getirmek demektir. Cenâb-ı Hakk'ın beyanını Resûl-i Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz'in sünnetini hesaba katmadan ele almak, bir manada, Allah'ın elçisinin vahye dayalı açıklamaları yerine beşerî ve nefsî yorumları ikâme etmek sayılır. Bu aynı zamanda, Kelâm-ı İlâhî'nin, Resûlullah'a ittiba ile alâkalı emirlerini görmezlikten gelmektir ki, böyle bir anlayışı 'Kur'ân Müslümanlığı' addetmek de mümkün değildir."[8]
Fethullah Gülen, Allah ile beraber Resulü'nün de anılmasıyla ona karşı vefa borcu ödendiğini söylemektedir: "Salât u selam meselesine bir vefa borcu nazarıyla bakmak lazım. Biz Efendimiz'e karşı borçluyuz. Allah, bazılarımız için ağır gelebilecek şekilde her an o borcu ödüyor olma şuuru içinde bulunmakla bizi mükellef kılmamış. Hayatımızın her saniyesinde Onu hatırlıyor olma, Ona hiç durmadan salât u selam getirme teklifinde bulunmamış. Fakat, biz zaten Onun getirdiği dinin hükümlerine riayet ettiğimizde bir yönüyle Ona karşı medyuniyetimizi de sürekli ve fasılasız dile getirmiş oluyoruz.
Günde beş defa minarelerimizden olduğu gibi gönüllerimizden de yükselen ezanımızı düşünün.. her namaza yürüyüşümüzde, önce ezanla vefamızı ilan ediyoruz. Zât-ı Uluhiyet'in yanında Efendimizin nâm-ı celîlini de anıyoruz. 'Lâ ilahe illallah'ın, 'Muhammedün rasûlullah'tan ayrılamayacağını, şehadetin ancak ikisini beraber söylemekle gerçekleşmiş olacağını gösteriyoruz. Üstad Hazretleri'nin de Mektubât'da belirttiği gibi, kelime-i şehadetin iki kelâmının birbirinden ayrılamayacağını, onların birbirini tazammun ve isbat ettiğini, biri birisiz olmayacağını ifade ediyoruz. Evet, madem Peygamberimiz (aleyhissalâtü vesselâm) Hâtemü'l-Enbiyadır, bütün enbiyanın vârisidir. Elbette O, bütün vusûl yollarının başındadır. Onun cadde-i kübrâsından hariç hakikat ve necat yolu olamaz. Umum ehl-i marifetin ve tahkikin imamları, Sadi-i Şirazî gibi derler: Ey Sâdî! Muhammed'i (sav) örnek almadan bir kimsenin selâmet ve safâ yolunu bulması imkânsızdır."[9]
Diyalogun olumlu sonuçlarını göremeyenler
Fethullah Gülen, diyalog faaliyetleri nedeniyle Gönüllüler Hareketi'ni "İslam'dan taviz vermek ve Hz. Muhammed'i terk etmek"le itham edenler olduğunu üzüntüyle ifade etmiştir:
"Neylersiniz ki, sayıları az da olsa, bazı insanlar bu hayırlı faaliyetleri bir 'gâvurlaşma' ve 'gâvurlaştırma' gibi kabul ettiler; mantığını anlamakta zorluk çektiğim bir yaklaşımla, maalesef, bu harekete gönül vermiş insanlar hakkında dalâlet ve küfür isnadında bulundular. Ayet ve hadislere sadece bir açıdan bakarak ve siyak-sibak bütünlüğünü kopararak yaptıkları yorumlarla, onlar hakkında 'bid'atkâr'dan 'kafir'e kadar bir sürü ithamlarda bulundular. Çoğu zaman, en masum söz, tavır ve davranışları bile kendi garazlarından dolayı yanlış vadilere çekti; bazen de bazı arkadaşların -eğer varsa- ferdî hatalarını bu faaliyetleri destekleyen bütün gönüllülere yükleyerek, hepsini birden tekfir ettiler."[10]
Halbuki Gönüllüler Hareketi'nin diyalog faaliyetleri sayesinde dünya çapında İslam'ı ve Hz. Muhammed'i tanıyıp seven binlerce insan olduğunu belirtmektedir:
"Önyargıdan ve garazdan uzak olarak onların faaliyetlerine bakanlar göreceklerdir ki, dünyanın her tarafından onbinlerce insan, bu adanmış ruhlar sayesinde Türkiye'yi tanımış, Anadolu insanının sıcaklığından haberdar olmuş ve Müslümanlığa karşı sempati duyar hâle gelmiştir. Bugün binlerce kişi, 'Müslümanlığı bize siz tanıttınız ve onu sevdirdiniz.' demekte ve onlara karşı minnettarlık hisleri beslemektedir. Demek ki, bu minnettarlık duygusuyla dolu insanlar, kin ve nefret tavırlarından bıkmış, dostluğa çok susamış, barış atmosferini özlemiş, İslam'a muhtaç kimselerdi ve kendilerine uzanacak bir el bekliyorlardı. Demek ki, onlar İslam'ın gülen yüzünü hiç görmemiş, Hazreti Muhammed'in (sallallahu aleyhi ve sellem) mesajını kendi berraklığıyla hiç duymamışlardı. Günümüzün fikir işçileri 'diyalog', 'hoşgörü' ve 'konuma saygı' deyip onlara biraz yakın durunca ve kendi değerlerimizi mütebessim bir çehreyle sununca, onlar, 'İşte bulduk' diye mukabele ettiler ve 'Allah sizden razı olsun; siz gelmeseydiniz, İslam'ı hiç tanıyamayacak ve Hazreti Muhammed'i hiç bilemeyecektik' dediler."[11]
Hoşgörü ve diyalog yolunun fatihi Allah Resûlü'dür
Fethullah Gülen, hoşgörü ve diyalog yolunun Hz. Muhammed'e tabi olmanın bir gereği yani İslam dininin inananlarına yüklediği bir vazife olduğunu beyan etmektedir:
"Hoşgörü ve diyalog yolu, ilk kez bu hareketin temsilcileriyle açılmadı. Herkesi kendi konumunda kabul etme düşüncesi günyüzüne onlarla çıkmadı. Onlardan önce de bu yolda yürüyenler vardı; onlar sadece seleflerinin izlerini takip ettiler. Öyle ki, bu şehrahın ilk fatihi Allah Resûlü'dür; O, Mekke'deki müşriklere karşı bu üslupla davranmış, Hudeybiye sulhunda meseleyi pratik olarak ortaya koymuş, Medine vesikası ile bu hususu te'yid buyurmuştur. Hangi din, hangi ırk, hangi milletten olursa olsun din, hayat, seyahat, teşebbüs ve mülk edinme haklarına dokunulamayacağını ilk kez İnsanlığın İftihar Tablosu âleme duyurmuş; bir yönüyle, birlikte yaşama ve diyalog köprüleri inşa etme tavsiyelerinde bulunmuştur. Aynı hakikatleri farklı bir üslup ve eda ile Veda Hutbesi'nde de tekrar etmiştir. Bu mevzuda, Medine Vesikası ile Veda Hutbesi arasındaki yaklaşık on senelik zaman diliminde bir çizgi değişikliği olmamış, aksine vaz' edilen hükümler sürekli te'yid edilmiştir.
Hoşgörü, diyalog, herkese karşı saygı, herkesi kendi konumunda kabullenme diyen insanlar aslında Efendimiz'in (sallallahu aleyhi ve sellem) Medine Vesikası'nı bir kere daha seslendirmiş oluyor ve böylece kendi vazifelerini yapıyorlar. Evet, böyle bir yolla gönüllere girmek, Cenab-ı Hakk'ı duyurmak, Efendimizin adını cihanın her yanına ulaştırmak bütün Müslümanlar üzerine bir vazifedir. Dolayısıyla, bugün dünyanın değişik ülkelerinde gönüllü kültür elçileri gibi görev yapan insanlar dinin tahmil buyurduğu bu vazifeyi de eda ediyorlar."[12]
Gülen, diyalogda takınılacak tavrı ifade ederken özetle "kendi esnekliği içinde Muhammedî ruh ve mânâya sahip olmalıyız" diyerek diyalogu İslam'a bağlılığın gereği olarak ifadelendirmektedir: "Kur'ân ve Sünnet'e bu zaviyeden bakınca, konuyla alâkalı birçok âyet ve hadis bulmak mümkündür. Bir insan kendini az zorlayarak, biraz dikkatlice Kur'ân âyetlerine göz gezdirse, bu mevzua esas teşkil edebilecek onlarca âyet bulabilir. Şahsen ben iddiayı sevmem.. yarım-yamalak da bir hafızlığım var.. buna rağmen müsamaha, af, diyalog ve herkese bağrını açma ile alâkalı onlarca âyeti peşi peşine okuyabilirim. İşte bu husus İslâm dininin âlemşümul özelliğini yani evrenselliğini göstermektedir."[13]
Kur'an ve Sünnet ışığında Ehl-i Kitab'la olan diyalogun keyfiyetini anlatan Gülen'e göre "Hoşgörü ve diyalog arayışı, hiçbir şekilde Allah'ın anlatılıp tanıtılmasından geri durmayı gerektirmez. Kur'ân'ın ve Sünnet-i sahiha'nın ruhu sıkıldığında bazı hususî haller müstesnâ, orada hep müsamahayı görürüz. Bu müsamahanın atkıları Ehl-i Kitaba, hatta bir mânâda kim olursa olsun bütün dünya insanlarına kadar uzanmaktadır."[14]
Gülen, diyalogda muhatapların hissiyatlarını hesaba katmanın gereğini ve önemini şöyle anlatmaktadır: "Hür ve tam bağımsız olma ile diyalog arayışının ve herkesin konumuna saygı anlayışının gereği olarak herkesle bir nevî irtibat içinde bulunma birbirine ters şeyler değildir. Çünkü, sadece Allah'a kul olduğunuzun şuuruyla hareket ediyor ve O'nun rızasını tahsil etmek için çalışıyorsanız, bağlanacağınız kapıya bağlanmış ve sâir kayıtlardan kurtulmuşsunuz demektir. Bu niyetinizi gerçekleştirmek için diyalog, hoşgörü ve eğitim yolunu vesile kabul ediyorsanız, başka insanlarla biraraya gelirken bazı davranışlarınıza bir kısım kayıtlar koyuyormuş gibi olabilirsiniz; mesela, onları da hesaba katmak, onların tavırlarını, davranışlarını ve hissiyatlarını da gözetmek zorunda kalabilirsiniz. Fakat, aslında bunlar hürriyeti sınırlama manasına gelmediği gibi temelde İslam'ın ruhuna da aykırı değildir. Çünkü, insanları kendi hissiyatlarıyla okuyamaz, kendinizi onların yerine koyamaz ve günümüzün ifadesiyle 'empati' yapmazsanız, onların ihtiyaçlarını göremez, isteklerini belirleyemez, dillerini çözüp duygularını öğrenemez ve çok meselede isabetli kararlar veremezsiniz. İsabetli karar verebilmeniz ve adımlarınızı daha rahat atabilmeniz için onları iyi tanımanız, kültürlerinin temel örgülerine vâkıf bulunmanız, hassas oldukları noktaları bilmeniz ve hissiyatlarını da hesaba katmanız gerekir.
Şayet, bu hususları gözardı ederseniz, kendi değerlerinizi öne sürerken hiç farkına varmadan onların değerlerine dokunmuş; onları kendinizden ve öz değerlerinizden kaçırmış olursunuz. Mesela; Peygamber Efendimiz'in (sallallahu aleyhi ve sellem) âlemlere rahmet olarak gönderildiğinde ve Sultânü'l-Enbiya olduğunda şüphemiz yoktur. Evet, O'dur nübüvvet silsilesinde vücud-u Hakk'a en açık burhan. O'dur ilahi emirlere en fasih tercüman. Esmâ-i ilâhiye ve sıfât-ı sübhâniyenin merkez noktası O, peygamberlik semasının kutup yıldızı da O'dur... Ne var ki, Hazreti Mesih'i her şey gören, hatta onun hulul ve ittihadına inanan ve ona bir yönüyle 'Rab' diyen insanların yanında, 'Efendimiz eşi menendi olmayan birisidir, bütün Peygamberler –bilâistisna– O'nun kapıkulu ve halâyıkıdır.' der; Merhum Ali Ulvi Kurucu'nun, 'Mahşerde nebîler bile senden medet ister, / Rahmet, diyen âlemlere, Rahman'dır Efendim.' mısralarıyla gürlerseniz, muhataplarınızın hissiyatını hesaba katmamış ve daha ilk anda onların kabul kapılarını kapatmış olursunuz. Söyleyeceğiniz sözlerin doğru olması gerektiği gibi, o doğrunun dile getirileceği yer, zaman ve üslup da çok iyi tesbit edilmelidir. Şahsen, bu türlü hususlara dikkat ederken, çok defa 'Ya Resûlallah, beni affet; burada sana hakkıyla tercüman olamadım. Fakat, muhataplarımın hissiyatını gözönünde bulundurarak, onları tepkiye sevk etmemek ve seni tam olarak anlatabilmek için böyle davrandım' demiş ve O'ndan özür dilemişimdir. Evet, siz o insanları tanımazsanız, bazı meselelerde onların duygu ve düşüncelerini gözetmez ve bir ölçüde konumlarına saygılı olmazsanız, kendinizi anlatma fırsatını yakalayamazsınız. Dininizden, milletinizden ve tarihinizden renkler taşıyan kimliğinizi ortaya koyma imkanını bulamazsınız.
Dolayısıyla, hoşgörü-diyalog derken ve herkesle bir çeşit irtibat içinde bulunurken de dinin ruhsat verdiği dairede dolaşmış, yine Hakk'a kulluğunuzu seslendirmiş, hürriyetin ayrı bir yanını tatmış ve bağımsızlığı başkalarına da tattırma gayretinde bulunmuş oluyorsunuz."[15]
Cennet ve cehennem Allah'a aittir
Diyalog ve uzlaşı çalışmaları, içinde yaşanılan dünya hayatını ilgilendiren ve dünyayı sevgi ve barış ekseninde adeta cennet gibi yaşanılacak bir iyilik ve güzellik diyarı haline getirme ve karşılıklı iyilik, güzellik ve değer paylaşımında bulunma gayretlerinin ürünüdür. Yoksa ahiretteki cennete girecek ya da giremeyecek insanları seçmek ve belirlemek Allah'ın vereceği bir hükümdür. Cennet de Allah'ındır, Cehennem de Allah'ındır.
Fethullah Gülen, cennete girmenin Allah'ın lutfu olacağını ifade etmektedir: "Cennet Allah'ın fazlıyla insana lütfedeceği bir nimettir. Hazreti Ruh-u Seyyidi'l-Enâm (aleyhi elfü tahiyyat) bu hakikati ifade etme adına şöyle buyurur: 'Hiç kimse ameliyle Cennet'e giremez.' Sahabe-i kiram efendilerimiz: 'Siz de mi ya Resûlallah?' diye sorunca da şöyle cevap verir: 'Allah rahmet ve fazlıyla sarıp sarmalamazsa ben de giremem.' (Buhari, Merdâ 19) Evet, Cennet Allah'ın fazlının neticesidir. Kulluk ve ubûdiyet Allah'ın hakkı, bizim ise vazifemizdir."[16]
Gülen, hiçbir müminin cennet garantisi olmadığını, dolayısıyla ömrün son anına kadar akıbet endişesiyle dikkatli yaşanması gerektiğini belirtmektedir:
"İnsanın kendi ameline güvenmemesi, imanını koruma altına almak için emin yollar araması ve her an düşebileceği endişesiyle Cenâb-ı Hakk'ın rahmetine iltica etmesi de yine imandan kaynaklanan bir hâldir. Eğer iman etmişseniz, mutlaka Cennet'i ümit edecek ve Cemâlullah arzusuyla öteleri gözleyeceksiniz. Aynı zamanda, 'Allah korusun, attığımız yanlış bir adımdan ötürü ya Cennet kapısından geriye dönersek ne olur bizim halimiz? Müslüman doğduk, Müslüman yaşadık; fakat, hafizanallah, ya devrilir gider ve hayatın sonunda bir çukura yuvarlanırsak ne yaparız?' şeklinde endişeler de duyacaksınız. İşte, ahiret hesabına böyle bir korku ve endişe içinde olma da imanın gereğidir. Bir insan, burada kendini rahat hissediyor, 'Buldum, erdim, kurtuldum' diyorsa, onun akıbetinden endişe edilir. Fakat, ebedî hayat adına hâlinden endişe duyuyor, ahiret korkularını burada yaşıyorsa, ötede endişelerden âzâde hâle gelir. Nitekim, Cenâb-ı Allah, bir kudsî hadiste 'İki korkuyu ve iki emniyeti bir arada vermem.' buyurmaktadır. Evet, dünyada ahiretinden endişe etmeyen ve öteler için hazırlık yapmayanlar, orada korkularla kıvranacak; burada havf (korku) içinde yaşayanlarsa, ahirette emniyet ve huzur içinde olacaklardır."[17]
"Ahirette kendim kurtulabilir miyim, kurtulamaz mıyım bilemiyorum; çünkü hiç kimse kendi ameliyle kurtulamaz; insan ancak Allah'ın rahmetiyle kurtuluşu bulur. Cennete girenler Allah'ın lutfuyla ve rahmetiyle girerler, kendi amelleriyle ve iyilikleriyle değil. Rabbim beni de rahmet ve fazlıyla sarar sarmalarsa, belki ben de kurtulanlardan olurum."[18] diyen Fethullah Gülen'in bazılarının itham ettiği gibi 'din farkı gözetmeksizin herkesi cennete sokması' mümkün değildir. Zira "Cennete girme doğrudan doğruya Allah'ın elinde olan bir şeydir."[19]
Hz. Muhammedsiz Cennet mümkün mü?
Esasen bunun mümkün olmadığını belirten Fethullah Gülen, 'fetret ehli' sayılacak derecede Hz. Muhammed'den habersiz kimseler için Allah'ın engin şefkat, rahmet ve merhametinden ümit edilebileceği kanaatindedir. Gülen'in bu meseleye dair ifadeleri şöyledir:
"Lailahe illallah Muhammed resulullah, iki cümle birbirinden ayrılmaz, birbirinin lazımıdır… Lailahe illallah Muhammed resulullah, birbirinden ayırmak doğru değil, aklen mantıken hissen imanen ayırmak doğru değil. Bu, meselenin hakikat yönü. Neticede varılacak nokta budur. Neticede insan buraya varamıyorsa yolun yarısında kalmış demektir."[20]
"Tefsir, hadis ve kelam kitaplarında ulemâ tarafından, Efendimiz'in devrini ve sonrasını idrak ettikten sonra O'nu (aleyhissalatü' vesselam) tanımadan ahirette kurtuluşun söz konusu olmadığı hususu açıkça ifade edilmektedir."[21]
"Dinin usulü; 'Lailahe illallah muhammedün resulullah'tır. Dine göre bunu diyen, -Ebu Hanife Fıkh-ı Ekber içine sokmuştur- bu insan cennete girebilir, bitti artık. Hatta bir yönüyle belki Maturidi akidesine göre bir yaratıcıya inanma, Eşari akidesine göre peygamber gönderilmemişse, sesi duyurulmamışsa, iyi anlatılmamışsa bu mesele, Allah dilerse, murad buyurursa bu mahrum insanları da cennete koyar gibi bir enginlikle sunulmuştur. İnsanları mahkum eden, mahkum edici bir muhakeme şeklinde hükümler vermektense bence, Allah'ın rahmetinin enginliği açısından meselelere yaklaşmak daha isabetli bir yol olsa gerek İslam'a göre."[22] "Çünkü hadislerde anlatıldığına göre, Allah'ın o engin rahmeti ahirette öyle tecellî edecektir ki, şeytan bile 'Acaba ben de istifade edebilir miyim?' diye ümide kapılacaktır. Şimdi böyle bir rahmet enginliği karşısında, cimrilik yapma ve o cimriliği temsil etme bize yaraşmaz. Hem bize ne? Mülk O'nun, hazine O'nun, kul O'nun.. öyleyse herkes haddini bilmeli..."[23]
"Efendimiz'i (sallallâhu aleyhi ve sellem) duymuş, Kur'ân'ı işitmiş ve Peygamberimiz'in peygamberliğine şahit olmuş, ama bunların hakikatini araştıracağına inadına karşı çıkıp mücadele etmiş olanlar Cehennem'e girecekler. Fakat bu kadarcık olsun herhangi bir imkâna sahip olamamış, karanlıkta yetişmiş, karanlıkta kalmış, hep karanlık soluklamış, karanlık içinde yatmış-kalkmış kimselere gelince, ümit ederiz ki, Cenâb-ı Hakk'ın merhametinden istifade ederek muaheze görmesinler..."[24]
"Hz. Muhammed'den (aleyhissâlâtü vesselâm) haberdar olamamış biri Allah'a inanıyorsa, mâbedinde Cenâb-ı Hakk'a imanın vecdi ve neşvesi içinde yaşıyorsa –Allahu a'lem– bir görüşe göre o da kurtulabilir."[25]
"İnsanlık içinde, Efendimiz'i hiç duymayan, çok ücra yerlerde bulunan kimseler, bir nevi fetret hayatı yaşamaları itibarıyla –Büyük bir müceddidin beyanına dayanarak ifade ediyorum– inşâallah onlar, fetret devri insanının tâbi olduğu muameleye tâbi olurlar. Çünkü onlar ötede diyebilirler ki: "Müslümanlar bize İslâm hakikatini getirmediler; yâ Rabbi, getirseler inanırdık!" ihtimal, Cenâb-ı Hak da onlara farklı muamelede bulunur."[26]
"Dünyanın çeşitli köşelerinde, pek çok insan ve milletler var. Acaba biz bunlara Kur'ân'ın talim buyurduğu şekilde Cenâb-ı Hakk'a, Efendimiz'e ve diğer iman esaslarına inanmayı aklî ve mantıkî ölçülerde götürüp telkin ettik mi? Buna 'Evet' demek mümkün değildir.
Bugün biz mü'minler, Efendimiz'in hayatbahş olan mübarek nefeslerini dünyanın dört bir köşesine götürmüş ve tevhidi aklın, mantığın ışıkları altında insanlığa takdim etmiş sayılmayız. Öyleyse hâlâ Hıristiyanlığı hak gören insanlar hakkında, 'Cehennem'in gayyasına yuvarlanacaklar.' hükmünü vermek, vazifesini yapmamış insanlar olarak bizim için ayıp olmaz mı?
Evet, bizler, hak ve hakikati anlatıp onları ikna etmedik ve onlara hidayet gemisinin kaptanı olan Hz. Muhammed'i (sallallâhu aleyhi ve sellem) tanıtamadık. Binaenaleyh bu noktada 'Fîhi nazar' deyip hiç olmazsa mülâhaza dairesini açık bırakmakta fayda olmaz mı?
Burada şunu da ifade etmeliyim ki, biz böyle düşünürken bir hümanist gibi, yani insancıllığımızın verdiği bir şefkat ve merhametle değil, dinin bu mevzuda vaz'ettiği ölçülere dayanarak böyle bir mütalâada bulunuyoruz.
Bugün yeryüzünde bir Müslümanlık bilindiği gibi Kur'ân da ortadadır, denilebilir. Doğru, Kur'ân ortadadır, ancak Kur'ân'ı temsil eden ve temsiliyle tesir durumunda bulunan ve bihakkın Kur'ân'a cemaat olmanın hakkını veren, yani yeryüzünde her yönüyle Kur'ân'ı temsil eden parlak bir cemaat olsaydı bunu demeye hakkımız olurdu. Eskiden Batı'ya gidenler, dinî duygu ve düşünceyi götürmek için gidiyorlardı. Şimdilerde ise oralara gidenler döviz gelsin diye gitmektedirler. Bu itibarla da biz o ülkelerin insanlarına Kur'ân'ın aydınlattığı âleme giden yolları gösterememişizdir. Bu, bizim adımıza büyük bir kusur ve ayıptır."[27]
"İslâm'da tebliğin ve tevhidin bu ölçüdeki enginliği, tedricîliği, yumuşaklığı ve toplumun değişik kesimleri arasında köprüler kurma stratejisinin bilinmemesi, hatta değişik ve yanlış anlaşılması bugüne kadar bir hayli insanı ondan kaçırmış ve özelliği cezb u celb olan bir yüce câzibe merkezini, yüzde yüz kendi ruhuna zıt görünümlere itmiştir. Bir yandan efkâr-ı âmme ve hissiyât-ı umumiye çarpıtılarak beşerî acûliyet her şeye hükmetmeye başlamış ve tedricîlik bir yana bırakılmış; hatta, çok önemlidir, bu âyet-i kerimede (Âl-i İmran, 3/64) sıralanan işaret taşları gözardı edilerek, işe sondan başlanılmış; neticede de saf kitlelerin aşırı bulabileceği temayüllere girilmiş; diğer yandan da âyetlerin mazmunu, muhtevası, çizdiği rota iyi kavranamayarak, tarik-i Ahmediye dışında gidenlerin bile Cennet'e gireceği iddia edilmeye başlanmıştır. Hâlbuki, âyetler dikkatlice tetkik edildiğinde anlaşılacaktır ki, -mevzumuz olan bu âyette de görüldüğü üzere- Ehl-i Kitap'ın önüne köprüler konup, kapılar gösterilmekte, kapıdan girildikten sonra neler yapılacağı ise burada değil, başka âyetlerde tasrih edilmektedir. Siz bu âyete bakarak, Ehl-i Kitap, Allah'a ve Peygamberimiz'e iman ettikten sonra, Hz. Ahmed'in yolunda gitmese 'şöyle olacak-böyle olacak' diyemezsiniz. Çünkü, bu nevi âyetler, onları Hz. Ahmed'in yoluna davet içindir. O yola girildikten veya O'nun kasrının kapısından içeri girildikten sonra, artık O'nun çizgisinin takip edileceği izahtan vârestedir. İslâm'ı ve Kur'ân'ı iyi anlamak için, Kur'ân'a ve Sünnet'e bir bütün olarak bakabilmek, parçaları bu bütünün içinde mütalâa edip, her birini yerli yerine oturtmak şarttır. Nasıl insan vücudunun teşekkülünde, anne karnındaki partiküller ve zerreler -30. Söz'de ifade edildiği üzere- şaşırmadan yerlerine gidiyor, göze gitmesi gereken bir zerre kulağa gitmiyor; öyle de, İslâmî bir hayatın teşekkülünde de, böyle her parçanın yerli yerine oturtulması elzemdir. Bu da, Kur'ân'ı ve Sünnet'i bütünlüğü içinde ve her parçanın bütün fonksiyonlarını bilmeye bağlıdır. Yoksa ceninde anomali oluşumlar ve sakat doğumlar ya da anne karnındaki teşekkül safhalarının herhangi birinde boğulup gitmeler söz konusu olduğu gibi, bu mevzuda da çarpık yorumlar, hatalı içtihatlar, hatta tenakuzlar-tesakutlar kaçınılmaz olacaktır."[28]
[2] Örnek olarak bakınız: "Sohbet-i Canan", Kırık Testi, 17.04.2003; "En Önemli Vazife", Kırık Testi, 27.09.2004; "Sohbet-i Cânan'dan Maiyyet-i Cânan'a", Bamteli 24.03.2008; "Sonsuz Nur ile Sohbet-i Cânan", Bamteli, 13.02.2011. Gönüllüler Hareketi'nin düzenlediği Peygamber Yolu Sempozyumu bu istikamette yapılmış olan bir faaliyettir. Gülen'in bu sempozyuma dair değerlendirmeleri için bakınız Peygamber Yolu, Bamteli, 18.10.2010
[3]"Sonsuz Nur ile Sohbet-i Cânan", Bamteli, 13.02.2011
[4] "Müceddid Olma İddiasından Allah'a Sığınırım!..", Bamteli, 13.03.2006; bu sohbetin çözümü için bakınız "Ne Müceddidim Ne Müctehid Ne de Reformist!", Bamteli Çözümleri, fgulen.com
[5]"Tecdid-i İman", Fasıldan Fasıla-5 (Fikir Atlası)
[6]"Hz. Muhammed (sav) İns ve Cinnin Peygamberidir", Varlığın Metafizik Boyutu.
[7]"Kur'ân ve Diğer Kitaplar", Kur'an'ın Altın İkliminde.
[8]"Kur'ân Müslümanlığı mı?", Kırık Testi, 03.12.2007
[9]"Selâm Sana Ey Nebî!", Kırık Testi, 25.10.2004
[10]"Meçhul kahramanlar", Kırık Testi, 18.04.2005
[11]"Meçhul kahramanlar", Kırık Testi, 18.04.2005
[12]"Meçhul kahramanlar", Kırık Testi, 18.04.2005
[13]"Muhammedî Ruh ve Mânâ İçinde Diyalog", Prizma-2.
[14]"Ehl-i Kitap'la Diyalog", Prizma-3.
[15]"Bağımsız Hareket ve Diyalog ve Hoşgörü", Kırık Testi, 15.08.2005
[16]"Enaniyet Çağında Acz u Fakr Yolu", Kırık Testi, 21.03.2011
[17]"Arş'ı Titreten Çığlıklar", Kırık Testi, 04.04.2005
[18]"Yeminleşelim mi?", Kırık Testi, 05.12.2004.
[19]"Salih Amellere Güvenmeme", Kırık Testi, 03.11.2003
[20]"Kelime-i tevhidi ayırmak doğru değildir", Bamteli
[21]"Lâ ilâhe illallah demek kurtuluşa yeter mi?", Prizma-8 (Çizgimizi Hecelerken)
[22]NMO Hollanda Televizyonu ile röportaj, 19.10.1995
[23]"Rabbin kimdir, Peygamberin kimdir..?", Fasıldan Fasıla-3.
[24]"Ecnebi Memleketlerinde Doğanların Durumları Ötede Nasıl Olacaktır?", Asrın Getirdiği Tereddütler-2.
[25]"Herkes kendi şartlarında hesaba çekilecek", Prizma-8 (Çizgimizi Hecelerken)
[26]"Lâ ilâhe illallah demek kurtuluşa yeter mi?", Prizma-8 (Çizgimizi Hecelerken)
[27]"Bir Nevi Şehadet", Prizma-7 (Zihin Harmanı)
[28]"Âl-i İmran, 3/64", Kur'an'dan İdrake Yansıyanlar.
- tarihinde hazırlandı.