Fethullah Gülen ve Hizmet hareketi, birine zarar vermek veya şantaj için özel kaset/CD hazırlatır mı?
İnsan birisine karşı suizan ve hatta daha ötesinde düşmanlık besliyorsa o kişinin konuşma ve yazılarını hep elinde cımbız, saldıracak bir ifade arayarak değerlendirmeye tabi tutar. Böyle olunca da en masum ve alakasız ifadeleri bile bağlamından kopararak yanlı ve yanlış yorumlarla çarpıtmak ve tam tersi bir manaya gelecek şekilde aksettirmek mümkündür. Bunun örneklerinden birisi de Fethullah Gülen Hocaefendi’nin 06.12.2013 günü yayınlanan sohbetinde, başkalarının günahlarını teşhir etmemek ve hiç kimseyi utandırmamak lazım geldiğini şerh ederken anlattığı bir hadisenin, ülkemizin içinden geçtiği zorlu süreçteki gündemlerinden biri olan “kaset komplosu” münasebetiyle çarpıtılarak sunulmasıyla meydana gelmiştir.
Fethullah Gülen Hocaefendi, “kara propaganda ve nefis muhasebesi” başlıklı sohbetinde müminin başkalarının ayıplarını örtmesi ve asla yaymaması gerektiğini anlatırken bu bağlamda örnek verirken yaşadığı birkaç hadiseyi naklederek kendisinin başkasının ayıbını örtmesini anlatıyor. Neden kendisinden örnek veriyor? Çünkü onun konuşmasını dinleyen birinci muhatapları kendisini Hocaefendi kabul eden ve onu örnek alan, rehber gören talebeleri ve sevenleri olduğu için. Yani Gülen’in uygulaması onlar nazarında bir delil gibi kabul göreceği için kendisinden örnek vererek huzurundakilere başka insanların kusurlarını, ayıplarını bir vesileyle öğrendiklerinde nasıl davranmaları gerektiğini anlatıyor; kusurları, ayıpları örterek düşmüş olan insanı mahcup etmemenin gereğini ve önemini belirtiyor.
Anlattığı hadiselerden birisi medyanın ve sosyal medyanın gündemindeki bir mesele olan ‘kaset komplosu’yla ilgili olduğu için adeta Gülen’e saldırmaya matuf algıda seçicilikle kamuoyunda merak uyandıracak bir konu bulunmuşçasına değerlendirildi. Kasıtlı cımbızlama yöntemiyle sadece o örnek olaya odaklanılıp sohbetin bağlamından koparılarak sanki Gülen birilerine mesaj vermek için o hadiseyi nakletmiş gibi olumsuz bir algı oluşturulmaya çalışıldı. Bu çerçevede yalan yanlış yorumlar eşliğinde bilinçli bir çarpıtmayla Gülen aleyhine kamuoyu oluşturmaya yönelik “siyasileri kasetle tehdit etti”, “kaset hazırlayanları biliyor”, hatta daha da ileri gidip “şantaj için kaset hazırlatıyor” türünden uydurulmuş argümanlarla iftira kampanyası başlatıldı. Ne yazık ki bu karalamaların farklı kesimler tarafından hâlâ yürütüldüğü görülmektedir.
Saldırmaya bir bahane yapmak için kasıtlı çarpıtmayla Gülen’in “Bu mevzuda size belki on tane hadise sıralayabilirim” cümlesini “kaset komplosu” için söylemiş gibi gösteriyorlar. Halbuki bu ifadeyi kendisine yakın talebelerinin kusurlarını örtmesiyle ilgili anlattığı iki hadisenin arasında söylüyor. Yani bu demek oluyor ki kendisi bir vesileyle haberdar olduğunda başkasının kusurlarını, ayıplarını örtmesiyle ilgili on tane hadise sayabileceğini ifade ediyor. Karalama kampanyası yapanlar ise bu ifadeyi alıp “Gülen, kaset komplosuyla ilgili on tane hadise sayabilirim, dedi. Demek ki ya o yaptırıyor, ya da yapanları biliyor” diye kara propaganda yapıyorlar.
Fethullah Gülen’in daha önce defalarca aksi yönde bütün açıklamalarına rağmen kasıtlı yorumlar ve çarpıtmalarla kamuoyunda öyle bir algı oluşturulmaya çalışılıyor ki sanki bütün siyasiler hakkında olan/olacak komplo ve şantaj girişimleri, Gülen’e yakın bazı insanlar tarafından yapılıyor/yaptırılıyor veya mutlaka haberdar olunuyor ve meydana gelmeden önce Gülen’e haber veriliyor. Geçmişte yaşananlara atıfla kamuoyunu uyaran ve bunun lanetlenmesi gereken bir fiil olduğunu beyan eden Hizmet Hareketi’nin bu açıklamasını bile kasıtlı yorumlarla çarpıtarak Gülen ve Hareketi’nin siyasileri kasetle tehdit ettiği şeklinde bir iftiraya dönüştürüyorlar.
İnternetin farklı mecralarında yapılan yorumlara bakıldığında maalesef karanlık odakların kara propagandası yüzünden bir hayli insanın “Hizmet Hareketi’nin şantaj yapmak veya yıkmak amacıyla bazı siyasilerin veya yakınlarının özel görüntülerini çektiği ve zamanı gelince aleyhte kullanmak üzere sakladığı” iftirasına inanmış oldukları görülmektedir. Hatta bu iftirayı kanıtlanmış bir hüküm gibi kabul edip Hizmet camiasına bazen eleştiri kılıflı bazen açıktan saldırı ve hakaretler savurmaktadırlar.
Oysaki Fethullah Gülen Hocaefendi’nin hissiyatını, fikriyatını ve hizmet yolunu bilenler bunun apaçık bir iftira olduğunu bilirler. Hocaefendi’nin mahremiyet ve iffet meselesine ne kadar çok önem verdiği; insanların kendilerininkiyle beraber başkalarının mahremiyet ve iffetini de muhafazaya gayret etmelerinin bir vazife olduğunu belirttiği; müstehcenliğin her türlüsünden azami derecede kaçınmaya dikkat çektiği sayısız beyanlarıyla ortadadır. Ayrıca Hocaefendi, hak yolun vesile ve vasıtalarının da hak olması gerektiğini; hak bir yolda batıl ve gayrimeşru vasıtalarla hizmet edilemeyeceğini defalarca önemle belirtmiştir.
Fethullah Gülen Hocaefendi ve Hizmet hareketi gönüllüleri, iman edilen esaslarla amel etmeye gayret ederler. Dolayısıyla Allah’a ve ahirete iman eden, hayatını Allah’a ve ahirete göre yaşamaya gayret eden Hocaefendi ve Hizmet gönüllüleri değil iftira edildiği gibi aşırı müstehcen kaset/CD hazırlatmak, bugünün ölçülerinde normal kabul edilen dekolte görüntüler karşısında bile (Nur Suresi 24/30-31 gereği) gözlerini/bakışlarını koruyup göz iffetini muhafazaya çalışırlar. Bu hassasiyeti bilmeyenler ne yazık ki atılan iftiralara inanabilmektedir.
Gülen’e göre; kamu hukukunu ilgilendiren bir durum olmadıkça ayıpların örtülmesi ve hataların affı esastır. Düşene tekme atmak değil, düşenin elinden tutup kaldırmak prensiptir. Hatta düşene yardım ederken dahi onuruna halel vermeden, incitmeden gücendirmeden, nezaketle letafetle hassasiyetle, düştüğünü hissettirmeme titizliğiyle ona yardımcı olmak tavsiye ve telkinlerinde bulunulur. Şefkat, merhamet ve hoşgörünün çok önemli esaslar olduğu Gülen öğretisindeki vicdan kültürünü benimseyen ve içselleştiren bir insan, kim olursa olsun başka bir insanın diğer insanlar karşısında mahcup olmasına sebebiyet verecek bir hale düşmesi/düşürülmesi karşısında adeta kendisi o hale giriftar olmuşçasına hicapla ızdırap duyar ve üzülür.
Gülen, 2007’de yayınlanan bir yazısında “Dahası, senelerden beri bana çok kötülük yapan kimselerin çalıp çırptıklarını, fuhuş yaptıklarını, değişik günahlar irtikap ettiklerini öğrensem, o cürümlerini açığa vurmayı, onları ailelerine karşı mahcup etmeyi ve çoluk-çocuklarının önünde rezil duruma düşürmeyi düşünmüyorum/düşünemiyorum. Zira, İslam’da insanların ayıplarını fâş etme diye bir vazife yoktur. Bizim vazifelerimiz arasında ve mehâsin-i ahlak kuralları içinde insanların kusurlarını araştırma, onları deşifre etme ve mahcup duruma düşürme diye bir madde yoktur. Aksine, hata ve kusur avcılığı yapma, günahları açığa vurma ve insanları tahkir etme dinimizde ahlaksızlık sayılmıştır.” diyerek bu meseledeki tavrını belirtiyor.
29.11.2013 günkü sohbetinde ise gayet açık ve net ifadelerle kaset/CD vs hazırlayarak insanların ayıplarını teşhir etmenin caiz olmadığını, müminlerin böyle şeyler yapamayacağını açıklıyor: “Fuhşa düşmüş durumda bile olsa, insanlar hakkında hüsn-ü zan etmeli. CD’ler oluşturmak, chiplere değişik şeyler yüklemek, bazı kimselerin haysiyet, şeref, namus ve iffetiyle alakalı bazı şeyleri teşhir etmek suretiyle onları yıkmak ve devirmek, bir müminin yapmaması gerekli olan şeyler; caiz olmayan şeylerdir bir mümin için.”
20.12.2013 tarihli sohbetinde “İnsanların ayıplarıyla meşgul olmak katiyen doğru değildir. ‘Mümin kardeşini bir günahtan dolayı ayıplayan bir insan o iş başına gelmeden ölmez.’ buyuruyor İnsanlığın İftihar Tablosu. Ayıplarla uğraşmak müminin işi değildir. Ferdî günahıyla karşınıza çıktığı zaman bakma! ‘Allahım beni de bunu da mağfiret buyur’ de, çek git arkana bakmadan! Ve üzerinde durma, fikrinde, korteksinde ona bir yer ayırma, bir dosyaya yerleştirme onu! Ve gördüğün zaman da bir kardeşin gibi yine sımsıkı sarıl! Bu, ferdî bir hata karşısında yapılması gerekendir.” diyen Gülen, 22.12.2013 tarihli sohbetinde ise “Şahsî ayıpları setretmeyi vazife biliriz. Ve onunla Cenâb-ı Hakk’ın bize lütufta bulunacağına inanırız. Onu dinimiz adına bir sorumluluk biliyoruz, dinimiz adına önemli bir vazife biliyoruz.” diyor.
Bu ve benzeri sayısız beyanlarıyla insanların ayıplarının ve kusurlarının teşhir edilmemesi, örtülmesi gerektiğini ifade ettiği, bu meselede net tavrını ortaya koyduğu halde hâlâ Gülen ve yakınları tarafından ahlaksızca kasetler/CD’ler hazırlandığını/yayıldığını söyleyenler alçakça ve hayâsızca bir iftiraya ortak olarak Gülen ve Hizmet aleyhinde yapılan itibara kara çalma operasyonuna dahil olmakta; hem insanlık suçu hem günah işlemektedirler.
Şenaatlerinin, denaetlerinin gereği kapkara planlar, tuzaklar, komplolar hazırlayıp sinsice uygulayarak utanmadan bunları Hizmet camiasına isnat edenler hainlik ve alçaklığa açık karakterlerinin gereğini yapıyorlar; lakin dinî hassasiyet beyan edenlerin bu iftiraya alet olmalarını anlamak zor.
İnsaflı ve vicdanlı insanların, aklı ve kalbi doğruyu arayanların hakikati öğrenmesine katkı sağlamak için fgulen.com sitesi olarak hazırladığımız bu dosyada Hocaefendi’nin bu meseleye dair çeşitli zamanlarda yapmış olduğu açıklamaları derledik. Daha önceki yıllara ait yazı ve konuşmalarında da ferdî kusur, hata, günah ve ayıpların örtülmesi, yayılmaması gerektiğini ifade eden pek çok beyan mevcuttur; ancak son on yıllık zaman dilimindeki açıklamaları maksadı anlamaya yeterli olacağı için şimdi sadece onları sunuyoruz.
Bağlamından koparılarak çarpıtılan ifadeler
Hocaefendi’nin “kara propaganda ve nefis muhasebesi” başlıklı sohbetindeki ilgili bölümden “Gülen, kaset imasında bulundu, siyasileri kasetle tehdit etti” manasını çıkarabilmek için ciddi bir önyargı ve fevkalade bir suizan içinde olmanın yanında düşmanca bir hissiyatla algıda seçicilikle konuşmanın bağlamından koparılarak değerlendirilmesi gerekmektedir. Gayet açık ve net bir ifadeyi tam tersi manaya algılamak ve algılatmak için böylesine art niyetli bir çaba olmalıdır. Yoksa önyargısız ve suizansız nötr bir halde öncesi ve sonrasıyla insafla ve vicdanla dinlenirse konuşmanın asıl maksadı anlaşılabilir:
“...Karalamaya karşı karalama kampanyasıyla karşı koymak doğru değildir. Müslümanca bir tavır değildir. Müminleri karalama kampanyası müslümanca bir tavır değildir... Onlar sizi ayıpladılar ‘falan yerde yemişsiniz, yutmuşsunuz, bohemliğe girmişsiniz, müstehcen şeyler yapmışsınız’ diye iftira ve gıybet yaptılar. Aynı şeyleri söylemekle mukabelede bulunmamak lazım. Gıybet bazı yönleri itibarıyla zinadan daha büyük bir günahtır. Efendimiz (sav) ifade buyuruyor. İftiraya gelince o gıybetten daha büyük bir şeydir; demek ki iftira muzaaf bir zina hükmünde oluyor.
Birini fuhuş yaparken gördüğünüz takdirde bile heyet-i içtimaiye-i islamiyeye, genel yapıya zarar verecek bir durum değilse ‘Allah affetsin’ der, çeker gidersiniz. Ama heyet-i umumiyeyi, toplumu sarsıcı bir şeyse, yaygınlaşmaya matuf bir şeyse şayet, o mevzuda salahiyetli kimse onlara müracaat eder, o fitnenin önünün alınmasına çalışırsınız. Fakat Allah (c.c) sizi gözünüzle görseniz bile elin âlemin ayıbını teşhir etmeye vekil yapmamıştır. Vazifeniz değildir o.
Evet, burada aklıma gelmişken arz edeyim. Bir dönemde, senelerce evvel, bana akşam üstü bir telefon geldi, burada akşamdı, Türkiye’de gece yarısıydı zannediyorum, belki o bile geçmişti. Dediler ki bir büyük zat, nefsine uyarak bir yerde bir tane alufteyle buluşmaya gidiyor ve aynı zamanda birilerinin komplosu da söz konusu olabilir orada. Allah’a yemin ederim, gece yarısı Türkiye’de onu tanıyan arkadaşa telefon ettim. Kalk, gece yarısı deme, evine koş git, oraya gitmesin katiyen, hem kendisi o masiyete girmesin, hem de hafizanallah bir komplo meselesiyse şayet, günümüzde geldiği noktaya gelemezdi, gelemez, dedim. Ve o mevzudaki telefon sabit. Benim o mevzuda kendisine o ricada bulunduğum o zat da hâlâ hayatta. Ama ben bugüne kadar o meseleyi kimseye açmadım. Bize düşen şey odur. Ayıbını yüzüne vurmama. Ama belki de öyle birisi benim öyle bir ayıbını bildiğimden dolayı şimdilerde homurdanıyorsa şayet, ‘keşke benim ayıbımı bilen bu insan nalları dikse gitse de ayıbımı bilen birisi olmasa benim’. Belki...
Allah’a inanan, insanın haysiyet ve şerefini çok önemli gören herkese düşen vazife odur. İftira etmek değil, vakiyi bile görmek değil, gördüğün vakiyi bile ketmetmek lazım. Allah Settaru’l-uyûb ise Ğaffaru’z-zunûb ise ayıpları setreden ise günahları yarlıgayan ise siz de ğafir ve satir olmanız lazım. Onu örtmeniz lazım.
İnsanlığın İftihar Tablosu’nun huzuruna Hz. Maiz geldiğinde günahını itiraf ettiğinde, Efendimiz, onu dört defa geriye çevirdi, ‘dön git, Allah’ın affetmeyeceği günah yoktur, kendini teşhir etme’ dedi.
İnsanlığın İftihar Tablosu’nun ahlakı budur. Kur’an’ın bizden istediği ahlak budur. ‘Allah ahlakıyla ahlaklanın’ hadis olarak rivayet edilir. Allah settar ise siz de settar olun. Allah ğaffar ise siz de ğaffar olun. Görmeyin başkalarının ayıbını. Hemen küçük bir boşluğunu, bir açığını gördüğünüz zaman yüzüne vurmak suretiyle mahcup etmeye kalkmayın. Bunun insana kazandırdığı bir şey yoktur.” (Herkül Nağme, 06.12.2013)
CD’ler oluşturmak caiz değil
“Fuhşa düşmüş durumda bile olsa, insanlar hakkında hüsn-ü zan etmeli. CD’ler oluşturmak, chiplere değişik şeyler yüklemek, bazı kimselerin haysiyet, şeref, namus ve iffetiyle alakalı bazı şeyleri teşhir etmek suretiyle onları yıkmak ve devirmek, bir mü’minin yapmaması gerekli olan şeyler; caiz olmayan şeylerdir bir mü’min için.
Kur’an-ı Kerim’de bazı hususlarda ahkam çok net, çok belirgin olduğu halde, İnsanlığın İftihar Tablosu o mevzuda hep Cenâb-ı Allah’ın hilm u silmini nazar-ı itibara alarak hilm ile muamele etmiştir. Madem Allah Halim’dir.. madem Allah Rasûlü’nün dedesi Hazreti İsmail Halim’di.. Hilm, olumsuz şeyleri müsamaha ile karşılama demektir; en olumsuz şeylerde dahi güzel bir kısım mahmiller bularak, ondan sıyrılma, sırtını dönme, üzerinde durmama, karşı tarafı yıkma gayreti içine girmeme demektir.
Rasûl-ü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz, işledikleri günah sonrası, suçlarını itiraf ederek Allah’ın huzuruna temiz olarak gitmek isteyen Mâiz ve Gâmidiyeli kadın için şöyle böyle bir mahmil bularak, ‘Dön, git, Allah’ın affetmeyeceği günah yoktur.’ demiş ve tevbe yolunu göstermiş; kendi ısrarlı talepleriyle cezalandırıldıktan sonra da biri hakkında ‘Öyle bir tevbe etti ki, bu tevbe şu iki dağ arasındaki insanlara paylaştırılsaydı hepsine yeterdi!’, diğeri hakkında da ‘O öyle bir tevbe etti ki eğer haraç alan bir mü’min dahi bu tevbeyi yapsaydı Allah affederdi!’ buyurmuştu.” (Herkül Nağme, 29.11.2013)
Kimsenin gizli hallerini araştırmayın
Hocaefendi, başkalarının kusurlarını araştırmamaya örnek olarak farklı vesilelerle pek çok defa şu hadiseyi anlatmıştır:
Hazreti Ömer (radıyallahu anh) bir gece şehrin asayişini kontrol için dolaşırken, içinde günah işlendiğini öğrendiği bir evin duvarından atlamış ve içeridekileri azarlamıştı: Ev sahibi ihtiyar, “Ya Emire’l-müminin!. Ben Allah’ın bir emrine muhalefet etmişsem de sen O’nun üç emrine birden muhalefet etmiş bulunuyorsun. Allah Teâlâ, ‘Kimsenin gizli hallerini araştırmayın’ (Hucurât, 49/12) buyurduğu halde, sen benim gizli halimi araştırdın. Allah Teâlâ, ‘Evlere kapılardan gelin’ (Bakara, 2/189) dediği halde, sen benim evime duvarından girdin. Allah Teâlâ, ‘Kendi evlerinizden başka evlere, sahiplerinden izin almaksızın ve onlara selam vermeden girmeyin’ (Nur, 24/27) buyurduğu halde, sen benden izin almadan evime girdin.” demişti. Bunun üzerine, Hazreti Ömer (r.a) özür dilemiş ve gözyaşları içerisinde oradan ayrılıp gitmişti. Birkaç gün sonra Hazreti Ömer (r.a) sohbet ederken, adam gelip cemaatin arka tarafında kendini gizleyerek oturdu. Onu gören Ömer Efendimiz çağırıp yanına oturttu ve kulağına eğilerek, “Allah’a yemin ederim ki, o gün sende gördüğüm şeyi hiç kimseye söylemiş değilim” dedi. İhtiyar da Hazreti Ömer’in (r.a) kulağına “Ben de Hazreti Muhammed’i hak peygamber olarak gönderen Allah’a yemin ederim ki, o günden sonra o işi bir daha yapmış değilim!” cevabını verdi. (Herkül Nağme, 11.03.2013)
Başkalarının iffeti korunmalı
“Bir Müslüman, başkaları hakkında kötü şeyler düşünmemeli, ulu orta konuşmamalıdır. Onun, diğer Müslümanlar hakkında söylenenlere, uydurulan haberlere inanmaması, ihtiyatlı davranması lazımdır. Başkaları ‘falan şöyle yaptı, böyle etti.’ dese, hak hukuk gözetmeyen bazı gazeteler bunu yazsa da bir mümin aceleci davranmamalı, dedikodulara ve gıybetlere girmemelidir. Eşyada ibâha esas olduğu gibi, insanlarda da masûmiyet esastır. O halde insan, aslından emin olmadığı iddialarla başkalarını hemen mahkum etmemelidir.
Günümüzde, haberdar olma hakkı, haber alma hürriyeti gibi bahanelerle insanların iffetlerine ve şahsiyetlerine saldırılıyor. Kim vermiş ki iffetlerle, ismetlerle oynama hakkını? Kur’an’da mı yazıyor, Sünnet mi söylüyor bunu? Bize iffetleri, ismetleri sıyanet düşer. Hukuk açısından bakıldığında da, bir cürüm delilleriyle sübut bulacağı ana kadar maznun, masum sayılır. Cenâbı Allah bizleri insanların hata, kusur ve günahlarını ortaya çıkartmak için görevlendirmedi. Bilakis, tecessüsü, insanların gizli hallerini araştırmayı yasakladı. İnsan kendi nefsini daima sorgulamalı, fakat başkaları hakkında da hüsnü zan kapılarını ardına kadar açık bırakmalıdır.
Allah (cc) insanlara, başkaları hakkında kötü düşünme, elin âlemin eksiğini, kusurunu görme şeklinde bir sorumluluk yüklememiştir. Efâli mükellefîn (bir Müslümanın yapması gereken fiiller) arasında ‘Falan şahıs -özür dilerim- zina etmişti, hırsızlık yapmıştı, neden bunu teşhir etmediniz, gidip şahitlik yapmadınız, gidip adamın canına okumadınız?’ diye hesap sorulacak bir yükümlülük yoktur. Zina, hırsızlık ve benzeri suçlarda suçluyu bulma ve cezalandırma ancak devletin yapacağı bir iştir. Devlet denen, toplum denen müesseseler vardır, onlara karşı cinayet işleniyorsa bu âmme hakkıdır. Amme hakkı Allah (cc) hakkı demektir, bu hakla alakalı yapılacakları da sorumlu, vazifeli kimseler yaparlar.
Malum hadisi şerifte geçen ‘elle, dille müdahale’ meselesi de sadece emri bi’l-ma’ruf nehyi ani’l-münker hususunda umum için geçerlidir. Belki belli ölçüde anne baba kendi evlatlarına, muallim kendi talebelerine bu hadis zaviyesinden müdahalede bulunabilir. Fakat, elle müdahalenin asıl mercii devlettir. Dille müdahale herkes için olabilir; ama orada da üslup çok önemlidir. Kimse dinden soğutulmamalı, kaçırılmamalı, rencide edilmemeli, herkesin konumuna, durumuna, seviyesine uygun şeyler anlatılmalıdır. Hadisi şerifte kalbten buğz etme maddesi de vardır ki bunu, yapılan bir kötülüğe katılmama, kalben taraftar olmama, kötülüğü yapanla alakayı kesme şeklinde anlayabiliriz. Kendini insanlığın hidayetine adayanlar kalbî müdahaleyi dua etme, ‘keşke şu insan hidayete erse, kötülüklerden vazgeçse’ diye içinden geçirme şeklinde de anlayabilirler.
Berika’nın müellifi Konyalı İmam Hâdimî, ‘Bir mümini zina halinde bile görsen, yanlış gördüğünü düşün. Dön bir kere daha ‘O mu?’ diye kontrol et. O ise, ‘İhtimal yine yanlış gördüm.’ de. Sonra da, ‘Ya Rabbi! Onu bu çirkin halden kurtar, beni de böyle bir şeye düşürme.’ deyip çek git.’ diyor. Hz. İmam’a çok hürmetim var; ama o sözünü fazla buluyorum. Bence, gördün ki, bir mümin bir yerde böyle bir haldedir; tecessüs etmeden sırtını dön; ‘Allah’ım! Günahkar kullarına hidayet et, beni de affeyle.’ de ve gördüğünü unut.
Allah Rasûlü (sav), bizzat itiraf edene dahi ‘Dön, git, tevbe et. Allah’ın affetmeyeceği günah yoktur.’ buyuruyorken insanlara ne oluyor ki, başkalarının en mahrem hallerini araştırıp teşhir ediyorlar! Acaba onların kendi ayakları kaysa, aynı duruma düşseler, haklarında nasıl muâmele yapılmasını arzu ederler?. Hata ve kusurlarının ortaya dökülmesini, sırlarının açılıp saçılmasını mı isterler?
Evet, en çok zikredeceğimiz isimler Gaffâr ve Settâr olmalı; günahlarımızı bağışlasın ve bizi utandıracak şeyleri setretsin, mahşerde bizi rüsvay eylemesin! Kalbimizden geçen şeylerden dolayı dahi bizi sigaya çekerse ne yaparız?. Yunus gibi ‘Senin ismin Gaffâr iken ya ben kime yalvarayım.’ deyip O’na iltica etmeli.” (Kırık Testi, 29 Nisan 2002)
İnsanların gizli hallerini araştırma
“Cenâb-ı Allah, İsra Sûresi’nin 36. ayetinde ‘Bilmediğin şeyin peşine düşme! Çünkü kulak, göz, kalb gibi azaların hepsi de işlediklerinden mesuldür.’ buyurmuştur. Bu ayet-i kerimeyi doğru anlayabilmek için, dünya ve ahiret hayatımız hesabına faydalı olan bilgiyi öğrenme alanı ile kesin bilgimiz olmayan konularda zannımıza göre hükme varma ve bu zannın peşine takılarak insanların gizli hallerini araştırma mevzuunu birbirinden ayırt etmemiz gerekir.
...Fakat, ilim talibi olmak ile insanların gizli yanlarını ve kusurlarını araştırmak çok farklı hususlardır. ‘Bilmediğin şeyin peşine düşme!’ şeklindeki emr-i ilahi ‘tecessüs’ü, yani, insanların gizli hallerini araştırmayı ve su-i zanna dayanarak onlar hakkında hüküm vermeyi yasaklamıştır. Bir başka ayet-i kerimede de ‘Ey iman edenler! Zandan çok sakının. Çünkü zanların bir kısmı günahtır. Birbirinizin gizli hallerini araştırmayın.’ (Hucurât, 49/12) buyurulmuştur.
‘Hakkında kesin bilgin olmayan konular arkasına düşme’ mealindeki ayette geçen ‘kafâ’ kelimesi ‘bir şeyin izini sürmek, adım adım takip etmek, peşine düşmek’ manalarına gelmektedir. Eğer, bir insanın ruhunda herhangi bir hastalık varsa, o başkalarında da o hastalığın olduğunu zanneder ve diğer insanları da o marazla değerlendirir. Mesela, onun bunun malını aşırmaya alışmış bir hırsız, her gördüğü kapıyı nasıl açacağının hesaplarını yapar, önüne çıkan her duvarı nasıl aşacağını düşünür ve karşılaştığı her insanı da kendi mülahazalarına benzeyen düşünceler içinde zanneder. Yolda yürürken bir dükkanın kepengine göz ucuyla bakan birini görse, onun hakkında hemen ‘hırsız’ hükmünü verir. Çünkü, kendi dünyası hep el-âlemin kilitli kapılarını açmak ve mallarını çalmak etrafında örgülendiği için başka insanlar hakkındaki değerlendirmeleri de ona göre olur. Aynı türden kalb hastalıklarına maruz diğer insanların durumu da farklı değildir. Onlar her gölgeyi asıl zanneder; her ihtimali vak’a gibi değerlendirirler. Gördükleri ve duydukları en küçük şeyleri büyütür, şişirir ve mübalağalarla bir balon haline getirirler; kulak yoluyla içe akan ve göze takılan ham bilgileri kalb kazanında eritir, farklı kalıplara ifrağ eder ve onları kesin bilgi yerine koyarak hükümler verirler. Sonra da daha baştan yanlış olan o hükümleriyle insanları suçlar, yargılar ve değişik şekillerde cezalandırırlar.
Oysa, Allah Rasûlü (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ), ‘Zandan kaçının. Çünkü zan, sözlerin en yalanıdır. Tecessüste bulunmayın, birbirinizin içyüzünü araştırmayın, birbirinizin sözlerine kulak kabartmayın, birbirinizle rekabete girişmeyin, birbirinizi çekememezlik etmeyin, birbirinize karşı buğzetmeyin ve sırtınızı dönmeyin; ey Allah’ın kulları kardeşler olun!’ buyurmuş; tecessüsten, su-i zandan ve kardeşliği zedeleyecek her türlü davranıştan uzak durmamız ikazında bulunmuşlardır.
Öyleyse, gerekirse kulaklarınıza kurşun akıtacaksınız ama mü’minler hakkındaki olumsuz sözlere asla kulak kabartmayacaksınız.. icap ederse gözlerinize mil vuracaksınız ama Müslümanların olumsuz yanlarını araştırmayacak, hatalarını görmeye çalışmayacaksınız. İnanan hiçbir insanı bir sözüne, bir haline ya da bir tavrına mahkum edip onun hakkında kötü düşünmeyecek, gönlünüzü su-i zanlarla kirletmeyecek; gözünüzden, kulağınızdan ve kalbinizden dolayı da hesap vereceğinizi bir lahzacık da olsa unutmayacaksınız.
Bir başka münasebetle de anlattığım gibi, Tarikat-ı Muhammediye üzerine yazılan şerhlerden biri olan Berika’nın müellifi İmam Hâdimî, ‘Bir mü’mini zina halinde bile görsen, hemen onun hakkında hükmünü verme. Gözlerini sil, ‘Allah Allah, bu insan böyle çirkin bir işi yapmaz!’ de; dön bir kere daha ‘O mu?’ diye kontrol et. O ise, ‘İhtimal yine yanlış gördüm’ de; bir kere daha gözlerini yalanla ve onları silip tekrar bak. Eğer hâlâ o insanı o kötü iş üzerinde görüyorsan, ‘Ya Rabbi! Onu bu çirkin halden kurtar, beni de böyle bir günaha düşürme’ deyip çek git.’ diyor. Hazreti İmam’ı çok severim, ona karşı çok hürmetim vardır ama bu sözlerini fazla bulurum. Bence, gördün ki, bir mü’min bir yerde böyle kötü bir haldedir; gözüne iliştiği ilk anda, meseleyi tecessüs etmeden, tam teşhis ve tesbit peşine düşmeden, o sevimsiz fotoğraflar gözünden gönlüne akarak fuad kazanında eriyip bir hüküm kalıbına girmeden, sırtını dönüp ‘Allahım günahkâr kullarını hidayete erdir, beni de affet’ demeli, oradan uzaklaşmalı ve gördüğünü de unutmalısın.
Evet, günümüzün en büyük dertlerindendir su-i zan ve gıybet. Öyle ki, bugün imana ve Kur’an’a hizmet dairesi içinde Müslümanlara ait pek çok problem halledilmiştir. Mesela, şöyle-böyle bir kardeşlik ruhu teessüs etmiştir; müşterek hareket, paylaşma, yardımlaşma, bir gaye-i hayale bağlı yaşama ve fikir işçiliği peşinde olma gibi çok önemli hasletler, Allah’ın izniyle, herkesin benimseyip kendi hayatında tatbik etmeğe çalıştığı esaslar haline gelmiştir. Fakat, kötü ahlakın birer parçası olan bazı mezmum fiiller vardır ki, maalesef, onların üstesinden hâlâ gelinememiştir. İnsanların hatalarını arama, gizli hallerini araştırma, kabahatlerin izini sürme, kulağı olumsuz sözler için kullanma, gözü faydasız resim kareleriyle yorma, dili gıybetle, iftirayla kirletme ve bütün bu menfilikleri kalb mutfağında, fuad tezgahında kesme, doğrama, pişirme.. böylece, çok küçük meseleleri büyütme; bazen bir sözle bir insanı ademe mahkum etme, bazen de bir başkasının bir anlık haline bakıp onu defterden silme.. gibi öyle çirkin günahlar vardır ki, herkes için olmasa bile bazılarımız için bunlar hâlâ bertaraf edilememiştir ve bu günahlar, kuyruğunu dikip bir köşede sinsi sinsi bekleyen bir akrep gibi bazı mü’minlerin gönül hayatına zehir akıtmaya devam etmektedir.” (Kırık Testi, 30 May 2005)
İnsanların onur, haysiyet ve itibarlarını koruma
“Senelerden beri süregelen bir teessürümü ifade etmek istiyorum: Yıllar önceydi. Bir arkadaşımızın bir günah çukuruna düşmesi, bir şeytanî komploya maruz kalması söz konusuydu. Onun yakınlarından biri gelmiş, muhtemel tehlikeyi haber vermişti. Arkadaşımızın öyle bir musibete uğramaması adına oldukça heyecanlanmış ve o hadiseden yara almadan kurtulabilmesi için neler yapılabileceği hususunda hemen iki-üç insanla istişare yapma lüzumunu hissetmiştim. Üç kişiyi odama çağırıp, ‘Bu meseleyi nasıl halletsek; arkadaşımızın haysiyet ve onurunu korumak için neler yapsak?..’ dedim. İstişaremiz bitip de onlar odamdan çıkarken içimde derin bir pişmanlık duygusu belirdi, kendi kendime ‘eyvah’ deyiverdim. Çünkü, o meseleyi belki sadece bir insanla görüşerek de çözebilirdim. O insan hakkında kusur gibi algılanacak, su-i zanna sebebiyet verecek ve onu mahcup edebilecek bir meseleyi neden fazladan iki kişiye söylemiştim ki?.. Sadece bir insana söylemem yeterli olamaz mıydı? Sır tutmasını bilen bir insanla görüşmeli; ‘Ne yapalım da şu insanın bağrındaki akrebi çıkarıp atalım!’ demeli ve problemi en dar dairede çözmeye çalışmalı değil miydim? Emin olun, aradan seneler geçmiş olmasına rağmen, ne zaman o meseleyi hatırlasam hâlâ derin bir pişmanlık hissediyor, üzülüyor ve o konuda kendimi asla affetmiyorum.
İşte, insanların kusurlarını, hatalarını ve günahlarını yaymama, onların onur, haysiyet ve itibarlarını koruma açısından da necvâ başvurulması gereken çok nazik bir usuldür. Şayet, bir insanın bir inhirafına şahit olunmuşsa, yapılması icap eden şey, o problemin herkes tarafından bilinir olmaması için çok ketum davranmak ve meseleyi sadece o mevzuda selahiyetli olan, sözü dinlenen bir insana kat’iyen gıybete girmeden, mübalağa etmeden anlatmaktır. Eğer bir problemi yalnızca iki kişi ile çözmek mümkünse, onu üçüncü bir insana daha açmak ve bir insanın kusurunun fazladan bir kimse tarafından daha bilinmesine sebep olmak doğru değildir. Bu itibarla da, böyle bir durumda fısıldaşma, olabildiğine mahremce görüşme ve meseleyi ciddi gizlilik içinde halletme mü’mince bir tavırdır. Aksi halde, her üç-beş kişi kendi aralarında kulis yapar, herkes diğerleri hakkında rahatça atıp tutar ve meseleler ayağa düşerse, problemlerin halledilmesi bir yana, dertler katlandıkça katlanır ve çok yaralanmalar olur. Bir insan diğeri hakkında konuşur; diğeri bir başkasının hata ve kusurlarını sayıp döker; bir başkası da öbürünün günahlarını ifşâ eder.. böylece, birlik, beraberlik ve kardeşlik mülahazaları zarar görür.” (Kırık Testi, 23 Ocak 2006)
İslam, internet ve günah avcılığı
“...her dönemde suç işleyenler olduğu gibi, günümüzde de rical-i devlet arasında su-i istimaller olmaktadır. Maalesef, bazı iradesiz insanlar fuhşa girmekten milletin malını yemeye kadar pek çok günahı irtikap etmişlerdir/etmektedirler. Son zamanlarda terminolojiye giren ‘hortumlama’ tabirinden de anlaşılacağı üzere ve duyduğumuz kadarıyla koca koca bankalar boşaltılmış ve milletin serveti o hortumlar vasıtasıyla başka kanallara akıtılmıştır. İşte, şayet, millete zarar veren bu türlü cürümlerden bir şekilde haberdar olursanız, onu usulünce salahiyetli kimselere haber verebilirsiniz; o meseleyi dar dairede, kimsenin namus, haysiyet ve şerefiyle oynamadan ve yargısız infazlara gitmeden yetkili mercilere bildirebilirsiniz. Fakat, temelde bir Müslüman olarak o türlü işlerin arkasına düşmemeli, kimsenin günahının takipçisi olmamalı, başkalarının hatalarını araştırmamalı ve onların -amme hukukuna girmeyen- kusurlarına gözlerinizi yummalısınız.
Zira, İslam’da insanların ayıplarını fâş etme diye bir vazife yoktur. Hatta, zina gibi büyük bir günaha şahit olan bir insan bile ‘Ben gördüm!’ deyip şahitlik yapmak zorunda değildir. Şayet dört şahit, şehadette ittifak ederlerse, mücrime ceza verilir; fakat bu, şahitlik edenlerin sevap kazanacakları manasına da gelmemektedir. Allah Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) bu türlü hadiselerde hep meseleyi gizli tutmak ve elden geldiğince ketmetmek yolunu seçmiştir. Bizim vazifelerimiz arasında ve mehâsin-i ahlak kuralları içinde insanların kusurlarını araştırma, onları deşifre etme ve mahcub düşürme diye bir madde yoktur. Aksine, hata ve kusur avcılığı yapma, günahları açığa vurma ve insanları tahkir etme dinimizde ahlaksızlık sayılmıştır.
İslâm, canları, yuvaları ve özel hayatları açısından insanlara güvence vermiş; hangi sebeple olursa olsun, şahısların dokunulmazlığını çiğnemeyi ve aile mahremiyetlerini ortadan kaldırıcı davranışlarda bulunmayı yasaklamıştır. Kur’an-ı Kerîm’de, ‘Ey inananlar! Zandan kaçınınız, zira zannın çoğu günahtır. Hiç kimsenin noksanını ve ayıbını da araştırmayınız.’ (Hucurât, 49/12) buyurulmuştur. Bu ayetle, insanların noksanlarının araştırılması, hatalarının ortaya dökülmesi, günahlarının fâş edilmesi ve şahsî hayata dair sırlarının açığa vurulması yasaklanmıştır. Casusluk yaparcasına eksik, kusur, hata ve günah avcılığına girişmemeleri, başkalarının ayıplarını aramamaları, kesin olmayan bilgileri mutlak hakikatmiş gibi kabul edip hiç kimseye cürüm isnat etmemeleri ve Allah’ın setrettiğini ille de açığa çıkarma gayretkeşliğine girmemeleri gibi hususlarda mü’minler ikaz edilmiştir. ‘Kim bir mü’minin herhangi bir kusurunu gizlerse, Settar olan Yüce Allah da dünya ve ahirette onun ayıplarını örter.’ mealindeki hadis-i şerif de bu konuda inananlar için hem bir müjde hem de bir tembihtir.
Dolayısıyla, dinimize göre, medyada ve özellikle de internet sitelerinde, bazı devlet büyükleri ve onların aile fertleri hakkında yapılan haberler en azından gıybettir ve bu cürümleri işleyenler büyük günahlara girmiş olurlar. Dahası, bu türlü gıybetler, sadece bir-iki insan arasında gizli kalmadığından ve internet aracılığıyla milyonlarca insanın diline düştüğünden dolayı kat kat daha büyük birer günah sayılır. Öyle ki, bir hadis-i şerifte gıybetin bir çeşidinin yirmi küsur zinadan daha büyük bir günah olduğu ifade edilmektedir. İşte, bir gıybetin binlerce dille seslendirildiği, küçük bir gıybet gibi başlayan kîl u kâllerin çok geçmeden medya yoluyla koca koca iftiralara dönüştüğü ve ekran aracılığıyla bir anda binlerce göze, zihne ve kalbe düştüğü hesaba katılırsa, haber adı altında neşredilen o sözlerin nasıl zinadan daha öldürücü günahlara sebebiyet verdiği anlaşılacaktır. Dolayısıyla, bir Müslüman, yazıp çizmek yoluyla bir kimsenin gıybetini ederken öyle büyük bir günaha girmiş olabileceğini düşünmeli ve insanlar hakkında ileri geri konuşmaktan tir tir titremelidir. Gıybet ve iftira etmenin affedilemez günahlar olduğunu bilmeli ve bunlardan uzak durmalıdır. Kendi ayıp ve günahlarıyla meşgul olup onların telafisiyle uğraşmalı; başkalarının kusurlarını ve hatalarını asla araştırmamalıdır. Kendi nefsi hakkında bir müdde-i umumî (savcı) gibi davranmalı, sürekli nefsini hesaba çekerek Allah’ın huzuruna görülmedik bir hesapla gitmemek için çok çalışmalıdır; fakat, başkaları hakkında da samimi bir avukat gibi hareket etmeli ve onlara toz kondurmamak için de elinden gelen her şeyi yapmalıdır.
İnternet sitelerini hazırlayanlar, şayet Allah’a ve iman esaslarına gerçekten inanıyorlarsa, hiç kimsenin kirli çamaşırlarını ortaya çıkarmayı ve gizli kapaklı işlerini fâş etmeyi akıllarından bile geçirmemelidirler. Gammazlığı, laf hammallığı yapmayı, milleti birbirine düşürmeyi, su-i zanda bulunmayı, gıybet etmeyi ve hele iftira atmayı Allah’ın yasakladığı çirkin amellerden ve insanı felakete sürükleyen günahlardan saymalıdırlar. Kat’iyen yargısız infazda bulunmamalı ve hiç kimsenin ırzı, şerefi ve namusu ile oynamamalıdırlar. Millet hesabına zarar ihtimali olan meseleleri yetkili mercilere üslûbunca haber verseler dahi, millete zarar vermeyen şahsî mevzularda son derece ketûm olmalıdırlar.
Bu açıdan, ister gizli ister açık, ister dolambaçlı yollarla ister doğrudan doğruya, ister düello gibi yüzyüze isterse de arkadan bir kısım fırıldaklar çevirmek, bir dizi komplolar kurmak suretiyle, millete rehberlik yapan, insanların güvenini kazanan ve toplum içinde itibar sahibi olan devlet büyüklerine ya da onların ailelerine karşı yapılan sözlü ya da yazılı saldırıları, medya vasıtasıyla fâş edilen dedikoduları ve internet üzerinden neşredilen iftiraları kat’iyen tasvip etmiyorum. O türlü neşriyatı çok çirkin, pek kaba ve edepsizce davranışlar olarak kabul ediyorum. Milletvekilleri, bakanlar ve başbakan hakkında, Kara, Hava ve Deniz Kuvvetleri’nin veya Jandarma’nın başında bulunan komutanlar aleyhinde ya da bütün bunların hepsini komuta eden bir başkana karşı kaynağı belli olmayan bir kısım internet sitelerinde yapılan yayınları, daha doğrusu saldırıları çok alçaltıcı, onur kırıcı, yakışıksız ve sevimsiz buluyorum. Samimi Müslümanların o türlü çirkinlikleri tasvip edeceklerine ve insanların itibarıyla oynanmasına razı olacaklarına da hiç ihtimal vermiyorum.
Gizli kameralar ve dinleme cihazları iş başında
Şu kadar var ki, milletin önünde bulunan devlet adamları ve belli makamları temsil eden kimseler, kan kokusu almış aç kurtlar ya da denizdeki yırtıcı mahluklar gibi, insanlar arasında da, ağını kurmuş ve gözünü dikmiş avını bekleyen bir kısım yaratıkların mevcudiyetini hesaba katmalıdırlar. Evet, bazıları gizli kameraların, dinleme cihazlarının başında her an hazır beklemekte ve belli siyasî oluşumları, devlet kurumlarını ya da millet için hayatî önemi bulunan müesseseleri temsil eden büyüklerin hata yapmalarını, tökezlemelerini, sürçüp düşmelerini ve bataklığa sürüklenmelerini intizar etmektedirler.
Şayet, siz de bir şahs-ı manevînin ferdi olarak biliniyorsanız, sizin mesâvînizi de kare kare tespit etmek için fırsat gözetenlerin, bir kötülüğe bulaşmanızı can ü gönülden arzulayanların ve sabırsızlıkla onlara malzeme olacağınız bir durum kollayanların varlığından emin olabilirsiniz. Eğer onlara, elde etmek istedikleri fırsatları verirseniz, bir gün mutlaka hakkınızda hazırladıkları dosyalarla sizin karşınıza da çıkacaklardır; çıkacak ve sizi öyle felç edeceklerdir ki, yapmanız gerekli olan şeylerden hiçbirini yaptırmayacak ama yapmak istedikleri her şeyi size yaptıracaklardır. Millete hizmet düşüncesiyle yola çıkmış olsanız da, milletin aydınlık geleceğini karartabilecek değişik değişik cinayetlerin altına size de imza attıracaklardır.
Öyleyse, ne olur Allah aşkına azıcık irade!.. Allah aşkına, hiç olmazsa azıcık mensup olduğunuz şahs-ı manevinin haysiyeti, onuru ve şerefi!.. Sen bir kere belli bir siyasi oluşuma, bir devlet kurumuna, hayatî bir müesseseye ya da bir şahs-ı manevîye mâl olmuşsan, adın onunla anılıyorsa ve sen onun bir parçası kabul ediliyorsan, artık mensup bulunduğun o kocaman bünyenin haysiyetini, onurunu ve şerefini tek başına taşıyor sayılırsın.. sayılır ve vahdet-i mesele açısından, ‘Günah benim, kime ne?’ diyemezsin. Zira, maşerî vicdanda o günah sadece sana değil, aynı zamanda mümessili olduğun müesseseye fatura edilir. O günah, şahs-ı manevinin bütün azalarını mahcup eder ve herkesin boynunu büker.
Dolayısıyla, umumun hukukunu nazar-ı itibara alarak çok titiz ve pek hassas olmalısın. Gayr-i meşru şeylere ve günahlara karşı oruçlu gibi davranmalı; iffetini her şeyden aziz tutmalı ve sadece kendin için değil aynı zamanda bir parçası olduğun milletin için, mensubu bulunduğun müessese için yaşamalısın. Cahiliye şairi Züheyr b. Ebî Sülmâ ‘Herhangi bir kimsenin gizli bir huyu varsa, varsın o, huyunun gizli kalacağını zannededursun, o er-geç ortaya çıkar ve bilinir.’ der. Sen de hiçbir işinin gizli kalmayacağı ve her davranışının kaydedilip bir gün mutlaka karşına çıkarılacağı mülahazasıyla hareket etmeli ve adım atmalısın. Hiçbir meseleyi çok planlı yaptığın ve iz bırakmadığın düşüncesine havale etmemeli; aldığın her nefesin bile kendine göre bir izi olduğunu düşünerek, seni dünyada maşerî vicdan nazarında, ahirette de Allah nezdinde rezil rüsvâ edebilecek her şeyden uzak durmalısın.” (Kırık Testi, 13 Şubat 2006)
O çirkin yayınları samimi Müslümanlar yapmaz
“devlet büyüklerine ya da onların ailelerine karşı yapılan sözlü ya da yazılı saldırıları veya medya vasıtasıyla fâş edilen dedikoduları ve internet üzerinden neşredilen güft ü gûyu kat’iyen tasvip etmiyorum; hele orduyu, kuvvet komutanlarını ya da rical-i devleti yaralayıcı sözler sarf edilip, yayınlar yapılmasını doğru bulmuyorum. Dinin cevaz vermediği o türlü kötülükleri doğru bulmadığım gibi, hakiki dindarların da öyle çirkin işlere kalkışacaklarına ihtimal vermiyorum.
Dahası, senelerden beri bana çok kötülük yapan kimselerin çalıp çırptıklarını, fuhuş yaptıklarını, değişik günahlar irtikap ettiklerini öğrensem, o cürümlerini açığa vurmayı, onları ailelerine karşı mahcup etmeyi ve çoluk-çocuklarının önünde rezil duruma düşürmeyi düşünmüyorum/düşünemiyorum. Zira, İslam’da insanların ayıplarını fâş etme diye bir vazife yoktur. Hatta, zina gibi büyük bir günaha şahit olan bir insan şahitlik yapmak zorunda değildir. Şayet dört şahit, şehadette ittifak ederlerse, mücrime ceza verilir; fakat bu, şahitlik edenlerin sevap kazanacakları manasına da gelmemektedir. Allah Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) bu türlü hadiselerde hep meseleyi gizli tutmak ve elden geldiğince ketmetmek yolunu seçmiştir. Bizim vazifelerimiz arasında ve mehâsin-i ahlak kuralları içinde insanların kusurlarını araştırma, onları deşifre etme ve mahcup duruma düşürme diye bir madde yoktur. Aksine, hata ve kusur avcılığı yapma, günahları açığa vurma ve insanları tahkir etme dinimizde ahlaksızlık sayılmıştır.
Dolayısıyla, bazı milletvekilleri, bakanlar, kuvvet komutanları ve genelkurmay başkanı gibi rical-i devlet aleyhinde yapılan yayınları, daha doğrusu saldırıları çok alçaltıcı, onur kırıcı, yakışıksız ve sevimsiz buluyorum. O yayınların samimi müslümanlar tarafından yapıldığının iddia edilmesini ise, onları devlet adamlarıyla ve hususiyle de ordu ile karşı karşıya getirme çabalarından ibaret görüyorum.” (Kırık Testi, 09 Nisan 2007)
Hata ve kusur avcılığı yapmak ahlaksızlıktır
“Cenâb-ı Hak, bir ayet-i kerimede, sû-i zannın çirkinliğini ifade sadedinde, ‘Ey iman edenler! Zandan çok sakının. Çünkü zanların bir kısmı günahtır. Birbirinizin gizli hallerini araştırmayın.’ (Hucurât, 49/12) buyurmuştur. Allah Rasûlü (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ) da, ‘Zandan kaçının. Çünkü zan, sözlerin en yalanıdır. Tecessüste bulunmayın, birbirinizin gizliliklerini araştırmayın, birbirinizin sözlerine kulak kabartmayın, birbirinizle rekabete girişmeyin, birbirinizi çekememezlik etmeyin, birbirinize karşı kin gütmeyin ve sırtınızı dönmeyin; ey Allah’ın kulları kardeşler olun!’ demiş; tecessüsten, sû-i zandan ve kardeşliği zedeleyecek her türlü davranıştan uzak durmak gerektiğini ikaz etmiştir.
Ayrıca, Hazreti Sâdık u Masdûk Efendimiz, ‘Hüsn-ü zan sahibi olması, kişinin kulluğunun güzelliğindendir.’ buyurmuş; hâlis niyetli, müsbet düşünceli ve güzel görüşlü olmayı İslam’ı hazmetmenin, onda derinleşmenin ve Allah tarafından görülüyor olma mülahazasına bağlı yaşama enginliğinin bir alâmeti saymıştır. Rehber-i Ekmel (aleyhissalatü vesselam), Ashab-ı Kiram’ın biatlarını kabul ederken, bütün mü’minlere karşı iyi niyetli olmak hususunda da onlardan söz almıştır.
Nur Müellifi, dört büyük hastalığı sayarken, yeis, ucb ve gurur ile beraber sû-i zannı da zikretmiş ve insanın hüsn-ü zanna memur olduğunu belirtmiştir. Evet, insan, herkesi kendisinden üstün görmeli; nefsindeki bir zaafı ya da çirkinliği sû-i zan sâikasıyla başkalarına teşmil etme veya işin aslını ve hikmetini bilmediğinden başkalarının bazı hal ve hareketlerini kötüleme gibi yanlışlıklara düşmemelidir. Binâenaleyh, selef-i salihînin hikmetini bilmediğimiz bir kısım hallerini beğenmemek de sû-i zandır.. ve sû-i zan, toplumun maddî-mânevî hayatını zedeleyen bir şeytânî tuzaktır.
Evet, biz hüsn-ü zanna memuruz ve hususiyle inananlar hakkında her zaman güzel düşünmeye mecburuz. Bir başka münasebetle de anlattığım gibi, Tarikat-ı Muhammediye üzerine yazılan şerhlerden biri olan Berika’nın müellifi İmam Hâdimî, ‘Bir mü’mini fuhuş işlerken bile görsen, hemen onun hakkında hükmünü verme. Gözlerini sil, ‘Allah Allah, o insan böyle çirkin bir işi yapmaz; yoksa ben yanlış mı gördüm!’ de; dön bir kere daha ‘O mu?’ diye kontrol et. O ise, ‘İhtimal yine yanlış gördüm’ de; bir kere daha, bir kere daha gözlerini yalanla ve onları silip tekrar bak. Şayet o kötü iş üzerinde gördüğün kimsenin düşündüğün şahıs olduğu hakkındaki kanaatin kesinleşirse, ‘Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâhi’l-aliyyi’l-azim’ de; ‘Ya Rabbi! Onu bu çirkin halden kurtar, beni de böyle bir günaha düşürme!’ diye dua et ve çek git.’ diyor.
Hazreti İmam’ı çok severim, ona karşı derin hürmetim vardır ama bu sözlerini fazla bulurum. Zira, on defa gözlerini silip yeniden bakmaya ve o işi tahkik etmeye hiç gerek yoktur. Çünkü ilk bakışta insanın içinde hâlâ bir şüphe vardır ve bu şüphe, söz konusu insan hakkında verilecek kararın daha müsbet olması için bir menattır. Eğer mesele tahkik edilirse, kesin hükme varmaktan başka bir yol kalmayacaktır. Dolayısıyla, insan, gözüne bir çirkinlik iliştiği zaman, tecessüs, teşhis ve tesbit peşine düşmeden, o sevimsiz fotoğraflar gönlüne akarak fuad kazanında eriyip bir hüküm kalıbına girmeden, hemen sırtını dönüp oradan uzaklaşmalı; ‘Allahım günahkâr kullarını hidayete erdir, beni de affet!..’ demeli ve gördüğünü de unutmalıdır.
Aksi halde, o günahı işleyen kimse bir kere düşmüş olsa bile anında doğrulup tevbe kurnasına koşmuş, günahlarını gözyaşlarıyla yıkamış ve affedilmiş olabilir; fakat, ona şahitlik eden ve tecessüsle meseleyi derinleştiren şahıs, hadiseyi her hatırlayışında o çirkin fiili düşündüğünden dolayı zihin kirliliğinden bir türlü kurtulamaz ve sû-i zannın tahribatından azâde olamaz.
Dahası, toplum düzeni ve asayişin temini açısından hukukî şahitliğin belli bir önemi ve yeri varsa bile, İslam’da insanların ayıplarını fâş etme diye bir vazife yoktur. Mehâsin-i ahlak kuralları içinde başkalarının kusurlarını araştırma, onları deşifre etme ve mahcup düşürme şeklinde bir madde yer almamaktadır. Aksine, hata ve kusur avcılığı yapmak, günahları açığa vurmak ve insanları tahkir etmek dinimizde ahlaksızlık sayılmıştır.” (Kırık Testi, 30 Mart 2008)
- tarihinde hazırlandı.