Fethullah Gülen Hocaefendi, Fatih'in ihlâsını sorguladı mı?
Günü kurtarma derdiyle bazı güç merkezlerinin güdümünde yayınlar yapan medya aylardır Fethullah Gülen Hocaefendi ve Hizmet Hareketi aleyhinde sayısız yalan ve iftira ile karalama kampanyası yürütüyor. Kamuoyunda olumsuz algılar oluşturmaya yönelik yorumlar eşliğinde yapılan kasıtlı çarpıtmalar, meseleleri önyargısız, insafla ve vicdanla değerlendirebilenleri hayrete düşürecek boyutlara ulaşıyor. Bunun örneklerinden birisi, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin yirmi yıl önceki bir sohbetinde Allah'ın rızasının büyüklüğünü ve önemini anlatırken verdiği Fatih ve fetih örneğinin çarpıtılmasıdır.
Fethullah Gülen Hocaefendi için en büyük gaye "Allah'ın rızası" olduğundan hemen her konuşmasında mutlaka sözü "Allah'ın rızası"na getirir. Belki de Allah rızası ve ihlâs meselesine değinmediği bir konuşması yoktur. Yine öyle bir sohbetindeki bazı ifadeleri halk nazarında bir leke çalmak garazıyla kasıtlı yorumlarla çarpıtılarak "Fethullah Gülen, Fatih'in ihlâsını sorguladı" diye sunulmuştur.
Oysaki önyargısız ve insafla dinleyenlerin anlayacağı gibi Fethullah Gülen Hocaefendi, o konuşmasında; dünyevi hiçbir şeyin, hatta büyük sayılan fetihlerin dahi Allah rızası talepleri yanında deryada damla bile olamayacağını ifade ediyor. Bir iş Allah rızası için ihlâs ile yapılırsa değer ifade edeceğini, yoksa başka bir sevdayla yapılırsa insanın şirke gireceğini ve kendini zor kurtaracağını örneklendirmek için büyüklük ve önemi herkesçe müsellem olan Fatih ve İstanbul'un fethi üzerinden meseleyi anlatıyor. Böylece muhataplarına Allah rızasının ve ihlâsın önemini ve büyüklüğünü arz ediyor. Yani o ifadeler, "Fatih gibi maddi manevi büyük birisi bile, İstanbul'un fethi gibi önemli bir iş bile olsa ihlâs yoksa insan ahirette kurtulamaz; öyleyse her işimizde ihlâsı yakalamaya dikkat edelim" manasına gelmektedir.
Yirmi yıl önce talebelerine hitaben yaptığı bu sohbetteki o ifadeleri 2014'te önemli bir buluş yapmış edasıyla "Fethullah Gülen, Fatih'in ihlâsını sorguladı" diye küstahça çarpıtarak sunanlar, azıcık araştırsalar suizan ve iftiralarına cevabı Fethullah Gülen Hocaefendi'nin çok önceleri defalarca vermiş olduğunu göreceklerdi:
"...Burada yanlış anlaşılmalara sebebiyet veririm endişesiyle yani kendisini Fatih'in önüne koyuyor denebilir mülâhazasıyla meseleyi biraz daha tavzih etmek istiyorum..." (Fasıldan Fasıla-3, 1996)
"...Cümlenin başında İstanbul'un fethinin gönlümdeki yerine işaret edip ehemmiyet ve büyüklüğüne vurguda bulunduğumdan maksadımın yanlış anlaşılmayacağı ümidindeyim..." (Kırık Testi, 25.05.2009)
"...Hâşâ ne Fatih'i, ne de onun askerini burada hafife almıyorum ben..." (Bamteli, 07.03.2011)
"...Fatih öyle değildir. Çünkü Allah Resulü, ona (Hâkim'in Müstedrek'indedir o hadis-i şerif) "Konstantiniyye dediğimiz İstanbul fethedilecektir bir gün, onu fetheden emir, başındaki serkâr, sernüma, serdar ne güzel insan! Ve onun arkasında peyrevleri, onu takip eden insanlar ne güzel asker!" diyor. Bu açıdan da sorgulayamayız. İnsanlığın İftihar Tablosu, onun hakkında böyle pozitif bir resim çiziyor. Biz onu başka türlü göremeyiz. İnsanlığın İftihar Tablosu'na karşı saygısızlık yapmış oluruz..." (Bamteli, 15.12.2013)
Cımbızlanan ve çarpıtılan ifadelerin bağlamı
Aslında çarpıtmalar eşliğinde sunulan ifadelerdeki maksat gayet aşikârdır; ancak o ifadelerden maksadı anlayamayanlar girizgâhı okuyunca daha iyi anlayabilir:
"Günümüzün insanını, gençleri manaya yönlendirmek, Üstad'ın verdiği o hedef içinde 'cismaniyetten çık, hayvaniyeti bırak, kalp ve ruhun derece-i hayatına yüksel'mektir. Kalbin Zümrüt Tepelerinde hayatını sürdür demek. Zühdün, takvanın, velayetin yamaçlarına doğru, ihlasın yamaçlarına doğru seyahat yap. Bir kere dünya dersen, günde elli defa (az gelir bence, elli az gelir ama keşke diyebilsek) 'Allahım bahtına düştüm, bana ihlas ver' demek. Bu, vefanın ifadesi. Allah'a karşı yürek taşımanın ifadesidir. 'Allahım bana yakîn ver. Allahım beni kurbet/yakınlık yamaçlarında dolaştır. Allahım rızanla beni serfiraz kıl. Hoşnut ol. İsterse bütün âlem küssün. İsterse beni başarısız kılabilirsin. Onu da senden beklerim ama fakat benim senden evvel ve ahir beklediğim bir şey benden hoşnut olmandır.' Bu duygular Allah'a karşı vefanın ifadesidir. Dünya adına istediğin şeyler, ilim adına istediğin şeyler, hatta bu memlekete İslam'ın gelmesi adına istediğin şeyler, hatta fatih olma adına istediğin şeyler, hatta dünyada İstanbul gibi bulunan İstanbul'un fethi, Roma'nın fethi, Vatikan'ın fethi, Washington'ın fethi, New Jersey'in, Londra'nın fethi, Paris'in fethi, mücehhez ordularınız olsa bunları fethe imkan verse Allah, bunların hiçbirisi sizin şu rıza taleplerinizin yanında deryada damla bile olamazlar. İstanbul'un fethi eğer bir değer ifade ediyorsa onu Fatih'in ihlasında araştırmak lazım. Eğer ihlası yok, bir çağ açma bir çağ kapama, bir çağ açma, İstanbul'u fethetme sevdasıyla o işi yaptıysa kendini zor kurtarır. Bu iş, iş değildir yani. Bir gün dünyanın zimamını ele geçirseniz, sırtına binseniz bütün dünyanın ve onu getirse Allah Resulüne teslim etseniz, fakat o bile yine sizin bu mevzuda Allah'a karşı vefanızın gereği olan ihlas, yakîn, rıza yanında deryada ancak damla kalabilir. Damla bile olamaz. Bir zerre halisane olan iş ve davranış, batmanlarla halis olmayan iş ve davranışlara müreccahtır. Bu açıdan arkadaşlarımıza sürekli o Kalbin Zümrüt Tepeleri gösterilmeli..."
Allah rızası ve ihlâs, Fatih ve fetih
Fethullah Gülen Hocaefendi, Allah rızası ve ihlâs meselesinin önemini ve büyüklüğünü anlatırken pek çok defa Fatih ve fetih örneğini vermiştir. Büyüklüğü ve önemi dünyaca kabul edilen Fatih ve fetih örneğini nazara vererek inanan bir insan açısından en büyük ve en önemli şeye dikkat çekmektedir; Allah rızası. Hemen her seferinde bu örnekle verilen ana fikir şudur; dünya çapında işler de yapılsa Allah rızası için değil de farklı niyet ve beklentilerle yapılmışsa bunun hiçbir kıymeti yoktur; nefis muhasebesi sonucu böyle bir niyet bozukluğu fark edildiği anda hemen terk etmesini bilmelidir.
Fethullah Gülen Hocaefendi'nin, Allah rızası ve ihlâs meselesinin önemini ve büyüklüğünü anlatırken Fatih ve fetih örneğini verdiği yerlerden bazıları şunlardır:
Allah'ın rızasına talibiz
"Ben şahsen yolunda bulunduğumuz bunca hizmetler karşılığında kendisini çok sevdiğim ve hayran olduğum Fatih'in İstanbul'u fethetmesini, hatta çağ açıp kapatmasını bana verseler, niye böyle küçük bir şey verdiler diye homurdanırım. Çünkü ben, bundan daha büyük bir şeye; evet Allah'ın rızasına talibim. Burada yanlış anlaşılmalara sebebiyet veririm endişesiyle yani kendisini Fatih'in önüne koyuyor denebilir mülâhazasıyla meseleyi biraz daha tavzih etmek istiyorum. Fatih aslında yaptığı şeylerle büyük olsa da, esas yapmayı planladığı şeylerle büyüklerden büyüktür. İşte o, bu yanıyla Hazreti Peygamber'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) tebciline mazhardır. Yani Fatih, İstanbul'un ötesinde çok daha geniş dünyalara ve merkezlere açılmayı planlıyordu ve işte o, bu hülyaları itibarıyla büyüktü. Aslında onun dünyaya açılması, askerî bir fetih değil, bir insanlık mesajı ve gönülleri Allah'la buluşturma gayretiydi. O zamanın anlayış ve şartları gereği, böyle bir açılmada asker ön planda görünüyordu. Bugün ise, ilim, ikna ve ahlâk ön planda olmak zorundadır. Bana gelince ben de Fatih'in İstanbul'u fethetmesine değil, onun hülyalarına âşığım. Bir televizyon programında dediğim gibi, en yüksek dünyevî makam bile teklif edilse dönüp, 'Yahu bu insanlar niye bana hakaret ediyorlar ki? Neden birkaç basamak aşağı inmemi teklif ediyorlar ki?' derim. Bence, Allah, insanın mahiyetine Cebrail'e ulaşma istidadını koydu ise -ki koymuştur- insan himmetini âlî tutup onu geçmeye çalışmalıdır." (Fasıldan Fasıla-3, 1996)
Fetih değil, Rabbin rızası
"İnsan, Rabbisiyle münasebeti adına 'ne kaybettiği şeyler karşısında mahzun, ne de kazandığı şeyler karşısında sevinçli' olmalıdır. Zira bize göre kazanmak da, kaybetmek de bir imtihan vesilesidir. Ayrıca hangisinin öteler ötesinde bizim lehimize ya da aleyhimize olacağını kestiremeyiz. Kim bilir belki de hüzün ve kederli anlarımız, inşirah zamanlarımıza nispeten, bizim ahirette daha çok mükâfat almamıza sebep olacaktır. Onun için yaptığımız her şeyin rıza-yı ilâhîye uygun olup olmadığına bakmak lâzımdır. Bu açıdan bizi ne Fatih Bey'in gönlünü hoş tutmamız, ne de Fatih Sultan Mehmed gibi İstanbul'u fethetmemiz değil, Rabbin rızasına ermemiz, O'nun hoşnutluğunu kazanabilecek ameller yapmamız sevindirmelidir.
Şahsen ben, hemen her gün bu türlü mülâhazalarımı hatırlatma ihtiyacı hissediyorum. Çünkü etrafıma baktığımda görüyorum ki, insanlar başarılardan ya da muvaffakiyet televvünlü hâdiselerden dolayı çok seviniyor, inşirah duyuyor ve memnuniyet gamzeden tavırlar içinde bulunuyorlar. Aslında insan bu türlü şeylere sevinebilir.. sevinebilir ama, bence bu sevincin keyfiyeti önemlidir.
Meselâ, bu türlü hâdiseler sonunda insan, Cenâb-ı Hakk'a yönelmeli, 'Minnet Sana, şükran Sana Allahım.' demelidir. Neden? Çünkü o neticeyi yaratan Allah'tır. Kişiyi o yola sevk eden yine Allah'tır. O hâlde?...
Evet, bizim en parlak, en bereketli yanımız, Allah ile irtibatımızı ifade eden yanımızdır. Daha doğrusu öyle olmalıdır. Ölesiye çalışsak ve bütün cihanlar bizim olsa, şayet O'nun rızası yoksa, yapılanların da hiçbir kıymeti yoktur. Yeryüzünde nâm-ı celîl-i Muhammedî'yi, Arş'tan yere sarkmış bir bayrak hâlinde tüllendirsek, dalgalandırsak, O'nun rızası olmadığı müddetçe bunun da bir değeri yoktur. Onun için her zaman esas olan, Rabbimiz'in rızasıdır. Bizim Rabbimiz'den niyazımız, Kur'ân'ın 'rıdvanun minallahi ekber' (Tevbe sûresi, 9/72) diye anlattığı, en büyük makam olan o rıza makamına bizi eriştirmesidir.
Eskiden kurmalı saatler vardı. –Şimdi elektronikler çıkınca onların pabucu dama gitti.– Sabah-akşam 12 saatte bir kurulmaya ihtiyaç duyulurdu. Ve o saatler, bu iradî kurma ile çalışır giderdi. Şimdi bizim de tıpkı bu saatler gibi, 12 saatte bir mutlaka Rabbimiz'le münasebetimiz adına iradî kurulmalara, iradî ayarlamalara ihtiyacımız var. Aksi hâlde kendimizi gaflete salıyor sayılırız. Bence, yeryüzünde selden, depremden, yangından daha büyük bir bela varsa, o da insanın kendini gaflete kaptırması ve Rabbisiyle olan münasebeti sezememesidir. Yani insanın: 'O şu anda bana nasıl bakıyor, benim nasıl olmamı istiyor?' diye düşünememesidir.
Bu itibarla, hesabında bunlar olmayan birisi, Alvar İmamı'nın o enfes beyanıyla 'Belâ-yı ekber odur ki özünü gaflete salmış' bir insan hâline gelmiş demektir. Evet, özünü gaflete salan ve gaflete dalan bir kopuktur. Allah Resûlü 'Din nasihattir.' diyor. Bu, yukarıda arz ettiğimiz mânâda sürekli kurma ve kurulma demektir.
Rabbim bizleri rıza-yı ilâhî doğrultusunda daima iyiye, güzele, doğruya kanalize etsin.. yarın huzuruna vardığımızda yüzümüzü kara edecek amelleri işlememize imkân ve fırsat vermesin. Âmin..!" (Fasıldan Fasıla-3, 1996)
Fatih değil, kullardan bir kul olmak
"İstanbul'un fethini arş-ı rahmetten ambalajlayıp bana gönderseler kabul etmem. Bunu, hâşâ, o büyük fatihleri hafife aldığım mânâsına değil; mü'minlerden bir mü'min, kullardan bir kul olmanın kıymet ve lezzetini ifade sadedinde söylüyorum. Evet, öyle bir teklif karşısında ben, kendi durumumu, küçük bir köyde bir hocanın oğlu olmayı, küflü binaları, pencere içlerini, duvar altlarını, minnacık bir kulübeyi, mağduriyetleri, işkenceleri, azapları, tehcirleri, evet O'nun benim hakkımdaki tercihlerini tercih ederim." (Kırık Testi, 20.05.2002)
Öncelikli meselemiz 'sohbet-i cânan' olmalı
"Daha önce bir vesileyle arz ettiğim gibi, çağ açıp çağ kapatacak ölçüde tarihî önemi bulunan ve Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) müjdelerine dayandığından dolayı bizim için ne denli ehemmiyet arz ettiği, ne denli büyük bir vak'a olduğu apaçık zahir olan İstanbul'un fethi gibi bir hâdise için bile bir araya gelmiş bulunsak, öncelikli meselemiz 'sohbet-i cânan' olmalı. Evet, böyle bir hedefe doğru yürürken bile, 'Acaba Allah'la münasebetimiz olması gereken seviyede mi? O mevzuda ulaşmamız gereken derinliğe ulaşabildik mi? O'nu görüyor gibi bir hâlimiz var mı? Hiç olmazsa görülüyor olma mülâhazasıyla tir tir titriyor muyuz?' gibi mülâhazaları esas almalı, diğer vazife ve sorumluluklarımızı ise o esasa göre bir sıraya koymalıyız. Cümlenin başında İstanbul'un fethinin gönlümdeki yerine işaret edip ehemmiyet ve büyüklüğüne vurguda bulunduğumdan maksadımın yanlış anlaşılmayacağı ümidindeyim. Şimdi eğer böyle bir hâdise dahi, bizim Allah'la, Efendimiz'le, Kur'ân'la münasebetimiz yanında tâli derecede bir öneme sahipse, günümüzdeki siyasî ve aktüel mevzuların, hele hele magazinvârî meselelerin bizim için ne mânâ ifade ettiği/etmesi gerektiği açıktır. İşte bence hangi meseleye, nerede, ne ölçüde yer vereceğimizi ta başta çok iyi belirlememiz gerekiyor. Bu sebeple oturup kalktığımız her yerde Hazreti Mevlâna'nın ifadesiyle hep 'sohbet-i cânan' demeli, evvela Allah'a imanımızı bir kere daha yenilemeli, ilâhî mârifet ve muhabbetle bir kez daha dolma yollarını araştırmalıyız. Bardağın taşacak derecede dolmasına 'lebriz' denir. İşte gönül bardağı dolup taşacak şekilde o meseleyi köpürtmeli, mârifet ve muhabbetle dolup dolup boşalmalı, daha sonra diğer konulara geçmeliyiz." (Kırık Testi, 25.05.2009)
Cenab-ı Hakk'ın teveccühü
"İnsan, ahirete ait amellerin mükafatını, Cenab-ı Hakk'ın sonsuz lütuf ve ihsanına bırakarak, onu dünyanın fani, geçici ve dar kıstaslarına hapsetmemelidir. Mesela İstanbul'un fethini dünyanın darlığı içinde düşündüğünüzde, sadece İstanbul'un fatihi olma söz konusudur. Ancak böyle bir fetihte beklentiler Cenab-ı Hakk'ın teveccühüne bağlandığında, ahirette fethe terettüp eden varidat, ganimet ve mele-i alanın ona karşı duyduğu alaka neyse bütün bunlar dünyanın darlığı içinde değil de, ukbanın enginliği içinde insana verilir." (Kırık Testi, 10.10.2010)
Dünyayı terk, Allah'ın rızasını talep
"Hiçbir beklentiye girmeme çok önemlidir... Bir şey olmaya kendini bağlamışsa, 'parmakla gösterilen biri olayım, burada herkes 'falan' desin' mülahazasına bağlamışsa bu insanın hasbiler gibi çalışması ve yine meseleyi Cenabı Hakkın rızasına uygun götürmesi mümkün değildir... Hizmetinize karşılık dünya sultanlığı ayağınıza gelse... Siz Allah için hizmet ediyorsunuz, İstanbul'un fethi size müyesser olsa, 'gelin bu işi siz yapın' dense... Hâşâ ne Fatih'i, ne de onun askerini burada hafife almıyorum ben. Şurada şu kültür lokalini açtınız, burada okul açtınız, yaptığınız hizmete karşılık bu şerefi Allah Resulü size verse ve millet de sizin arkanızda kemerbeste-i ubudiyet içinde bu işi realize etmeye amade bulunsalar, 'Gelin hemen' deseler; 'Allah Allah, yahu bende ne hıyanet gördüler ki bu adamlar böyle dünyevi bir şeyi bana teklif ediyorlar.' diyeceksin. 'Sen bunca zaman hizmet ettin, seni vekil yapmak istiyoruz.' deseler, çok rahatlıkla demeli ki: 'Allah Allah, yahu demek bu adamlar beni böyle dünyevi bir kısım zaaflarım olduğu şeklinde tanımışlar ki bana bu türlü basit şeyleri teklif ediyorlar. Neûzu billahi teâlâ.(Allah Teâlâ'ya sığınırız.) Ben Allah'ın rızasına talip olmuşum, değil öyle bir İstanbul fethi, değil bir Belgrat fethi, değil bir Viyana fethi, bütün dünyanın fütuhatı söz konusu olsa ayağımın ucuyla iterim onu." (Bamteli, 07.03.2011)
Kıymet kazandıran niyettir
"Sahip olunan güç ve imkânlar doğru değerlendirildiği takdirde bunların bir mahzuru yoktur. Fakat malperestlik, makamperestlik, yuvaperestlik, evlatperestlik, tenperverlik gibi dünyaya taparcasına bir muhabbet ve düşkünlük, insanı dünyevî, uhrevî felâkete sürükler. İnsan sadece hakperest olmalı, Hakk'a kul olmalı ve O'nun dışındaki her şeye O'nun hatırına alaka duymalıdır. Evet, her şeyin başında, sonunda, evvelinde, ahirinde O hatırlanmalı ve her şey O'na bağlanmalıdır. Yoksa cismaniyet ve nefsaniyet hesabına hareket edildiği takdirde her şey kendi darlığımız içinde kalacağı için küçülecek ve hem bize, hem de o imkânlara yazık olacaktır. Cihanlar değerinde olan, cihanları peyleyecek potansiyele sahip bulunan ve öbür âlemde de arz ve sema genişliğindeki makamları elde etmeye müsait olarak yaratılan insan bence böyle bir darlığın mahkûmu olmamalı; aksine sonsuzluk peşinde koşmalı ve hep O'nun rızasına talip bulunmalıdır. Öyle ki, O'na götürmedikten sonra mücerret bir İstanbul'un fatihi olmayı bile arzu etmemelidir. Çünkü münferit olarak böyle bir hâdisenin kıymet-i harbiyesi yoktur. Ona kıymet kazandıran niyetin enginliğidir. Yani Efendimiz'in bişaretine nail olma, İslâm'ın itibarını koruma, nam-ı celil-i Muhammedî'yi (sallellâhu aleyhi ve sellem) dünyaya duyurma gibi bir gayeye bağlandığı takdirde, işte ancak o zaman İstanbul'un fethi, bir değer kazanacaktır." (Kırık Testi, 04.03.2013)
Allah'tan uzaklaştıran şey
"Tarihte ve günümüzde nice örneklerde görüldüğü üzere problemlerini nefsinde halletmeyen bir insan, maddî ve mânevî mazhariyetleri dahi çok defa kendi helaketine birer sebep hâline getirebiliyor. Esasında bir nimet insanı Allah'tan uzaklaştırıyor ve onu gaflete sevk ediyorsa o, nimet değil; nimet görünümünde bir nikmettir. Evet, insanı Allah'tan uzaklaştıran şey İstanbul'un fethi bile olsa, bilinmesi gerekir ki, bu da Allah'ın insana musallat ettiği bir musibettir ve insana kazanma kuşağında en büyük hüsranı yaşatır. İşte bütün bu tehlikelerden korunmanın yolu cihad-ı ekberi yani nefisle mücahedeyi hiçbir zaman terk etmemek, nefsin hile ve tuzakları karşısında sürekli teyakkuz hâlinde bulunmaktır." (Kırık Testi, 15.04.2013)
Allah için olmamışsa
"Doğru olmayan bir mesele, İstanbul'un fethi bile olsa kazandıktan sonra ayağının ucuyla itmeli; tekrar Bizans'a gitsin, lazım değil. Allah için olmamışsa, nam-ı celil-i ilahi orada şehbal açmayacaksa, ruh-u revani Muhammedî orada nümayan olmayacaksa ve yaptığımız işin içine azıcık kendimizi karıştırıyorsak...
Fatih öyle değildir. Çünkü Allah Resulü, ona (Hâkim'in Müstedrek'indedir o hadis-i şerif) "Konstantiniyye dediğimiz İstanbul fethedilecektir bir gün, onu fetheden emir, başındaki serkâr, sernüma, serdar ne güzel insan! Ve onun arkasında peyrevleri, onu takip eden insanlar ne güzel asker!" diyor. Bu açıdan da sorgulayamayız. İnsanlığın İftihar Tablosu, onun hakkında böyle pozitif bir resim çiziyor. Biz onu başka türlü göremeyiz. İnsanlığın İftihar Tablosu'na karşı saygısızlık yapmış oluruz.
Ama umumi manada diyorum ki ben; İstanbul'u fethettik, Belgrat'ı fethettik, Viyana'yı kuşattık, Avrupa'yı, Kıta Avrupası'nı, Avrupalıları sıkıştırdık. Bir yönüyle onlara da insanlık dersi verdik, bağrımızı açtık, Müslümanlığın insanlığa nasıl baktığını gösterdik. O yüksek insanî değerlerle bütün gönüllere esrarengiz şekilde aktık, sevdirdik. İnanan inandı, inanmayan da güvendi, dost oldu, taraftar oldu, muhip oldu, sempatizan oldu. İyi dönemde vesayet altında bulunan Hıristiyan ve Yahudi gayrimüslimler, "Kendi kendimize müstakil olacağımıza, kendi dünyamızda falanın filanın zulmünü yaşamaktansa Osmanlı adaleti altında, bayrağının dalgalandığı yerde vesayette yaşamayı tercih ederiz" dediler. Öyleydi yani senin ataların öyleydi.
Evet, Viyana da fethedilse -edilmedi-, Roma'ya da gidilse, bütün bunlar hep o ilahi mülahazaya bağlı değilse, o yüce mefkûreyi ikame etmeye, yıkılmaz şekilde bir kere daha inşa etmeye matuf değilse bence kendi kendimizle yüzleştikten sonra işin içinde bir bit yeniği varsa, kendimi düşünmüşsem yani...
Ben kendini mefkûresine adamış insanlara diyorum bunu, başkaları beni alakadar etmez. Ben kabul ederlerse kardeşlerime diyorum, dostlarıma diyorum, günde beş vakit namazda yemin ederim, "kardeş, dost, taraftar, muhip, sempatizan... Allahım ihya eyle onları" diye duam içinde o çerçeve içinde andığım insanlara diyorum. Başkası beni alakadar etmez.
Gaye-i hayallerini ikame etmeye kendisini adamış insanlar, kendileriyle yüzleştiklerinde, İstanbul'un fethi, Belgrat'ın fethi, yeraltından yolların yapılması, denizler aşırı yerlere ulaşılması, olmaz şeylerin olması, göklere helezonların kurulması, Merihlerde, Utaritlerde, Zühallerde, orada sarayların yapılması, bütün bunlara muvaffak olsalar, bir de dönüp sonra nöronlarını adeta böyle bir teşrih masası üzerine yatırarak teker teker onları cımbızla yoklasalar, mikroskopla baksalar, onlardan birisine bulaşmış böyle bir benlik varsa, bir takdir edilme hissi varsa, yaptıkları bütün bu güzel şeyleri ayaklarının tersiyle itecek kadar o mevzuda sadakat içinde olmalı, Allah'a bağlılıklarını ortaya koymalıdırlar. Başkalarının başka şekilde o mevzuda bir kısım ruhsatları değerlendirmeleri, kendilerine göre bir kısım fetvalar icat etmeleri, ika etmeleri, kendini hak ve hakikati ikame etmeye adamış insanları aldatmamalı. Onlar şeytanın tesvilleri, şeytanî ins ve cin tesvilleridir. Ona karşı hep sur içinde sur oluşturmalı, sur içinde sur oluşturmalı, sur içinde sur oluşturmalı. Hazreti Gazali ifadesiyle hısn ü hasîn. O hısn ü hasîne girmeli, Allah'ın izni ve inayetiyle Allah'a sığınmalı, her türlü idlaller, iğvalar, tesviller, tezyinler, hemz, lemz, bütün şeytan dürtülerinden sıyanet içinde, korunma içinde bulunmalıdırlar." (Bamteli, 15.12.2013)
- tarihinde hazırlandı.