Bilgi, Marifet ve Diyaloğun Öğretmenleri
Öğretmen, insanı, topluma ve geleceğe hazırlayan en önemli mürebbîdir. Bilgiyi, öğrenmeyi, elde etmeyi ve onu kullanmayı öğreten odur. İdareciler, siyasetçiler, fikir ve düşünce dâhîleri, bilgin ve yüksek girişimciler ilk defa onun elinde yoğrulur. Toplumun, insanın ve eğitimin hamurunda mutlaka onun eli vardır. O, her türlü erdemin taşıyıcısıdır, ya da öyle olmak zorundadır. Bugün ne yazık ki toplumsal gerçeklikte öğretmen, hem sosyal nüfuzunu, hem de maddi-manevî donanımını kaybetmiştir. Oysa o, bizim geleneksel toplumumuzun mukaddes bir taşıyıcısıydı. Her türlü insanî ve toplumsal yükün altında onun emeği vardı. Dolayısıyla etki ve saygınlığı da o ölçüde genişti. Bozulan eğitim sistemi maalesef öncelikle onu vurdu. O, düşünce, kalite ve toplumsal nüfûzunu yitirince, her alanda insanın kalitesi de düştü. İşte M. F. Gülen'in ortaya koyduğu hareket tarzı, uzun zamandır sıradanlaşmış bu mesleği yeniden ihyâ etti. Onda öğretmen, yeni donanımlarla tekrar tarih sahnesine çıktı âdeta. Bu sefer eskisinden daha geniş bir sosyal vizyona, maddî-manevî donanıma, fedâkâr ve vefâkâr bir kimliğe sahip oldu. Öğretmen, tarihin hiçbir döneminde bu denli fonksiyoner olmadı. Gülen âdeta uyuyan bir devi uyandırmıştı. Öğretmenin üzerinden, Müslüman Türk hamiyetperverliğini, fedakârlığını ve bin yıldır aktıkça durulmuş ve saflaşmış o koca ırmağın engin coşkusunu harekete geçirmişti sanki. Denebilir ki, bu geniş eğitim kadrosunu ve eğitim seferberliğini hakkıyla anlamadan, Gülen hareketini analiz etmeye imkân yoktur. Öğretmen, işte bu denli merkezi bir rol üstlenmiştir onun sisteminde. O, hem erdemli bir toplumun, hem de fedakâr insanın, hoşgörünün ve diyaloğun taşıyıcısıdır. Daha önce de ifade ettiğimiz gibi Gülen, hem yeni bir eğitim sistemi kurmuş, hem de yeni bir fedakârlık örneği geliştirmiştir. Tarihin hiç bir döneminde öğretmenin bu ölçüde geniş küresel bir etki alanı olmamıştır. Öğretmen hiçbir zaman bu kadar çok sesli, renkli, farklı dillere ve kültürlere sahip geniş dünya coğrafyasına seslenmemişti. Bu yeni ve geniş tecrübe, ondaki sûfist, insanî ve evrensel dokuyu ortaya çıkardı. Farklı kültür ve coğrafyalara karşı hamiyetperverliğimizin intibak kabiliyetini gösteren bir tecrübe de oldu bu. Yery:ünün değişik coğrafyalarına yayılmış ve Türk insanın erdemini, fedakârlığını, cesaret ve insaniyetini oralara kadar götürmüş bu mukaddes varlığın ifade ettiği mânâyı, Gülen'in yazılarından takip etmeye çalışalım:
"Muallim, doğumdan ölüme kadar, bütün bir hayat boyu, hayatı şekillendiren kudsî üstaddır. Milletine, kader programında rehberlik yapıp, ahlâk ve karakterini yücelten ve ona ebediyet şuurunu aşılayan, melek soluklarının mihraklaştığı bu üstün varlığa denk yeryüzünde ikinci bir yaratık gösterilemez.
Muallimin, ferd üzerinde te'siri, anne, baba ve cemiyyetin te'sirinden kat kat üstündür. Aslında, anneyi de, babayı da, hatta cemiyyeti de yoğuran odur. Onun elinin, içine girmediği her hamur tatsız ve tuzsuz sayılır.
O, Allah'ın insanları yükseltip, alçaltmasında kullandığı bir el ve bir dildir. Evet, muallimini bulmuş bedevî bir topluluk, melekler kadar ulvîleşir ve cemaat hâlinde muallimlik payesine yükselir. Ve yine iyi bir muallim sayesinde Makedonya, cihanın büyük Fâtihlerinden birine sahip olur. Anadolu, iyi muallimler sayesinde umran devrine erer. Çağlarla oynayan Fâtih; büyük disiplin ve nizam insanı Yavuz ve daha yüzlercesi, böyle güzîde birer üstat elinden çıkmış nâdide çıraklardı...
Muallimin elinde madenler saflaşır, som altına ve pırıl pırıl gümüşe inkılâb eder. O esrarlı elde en ham ve en değersiz şeyler, bîhemtâ elmaslar hâline gelir. Hiçbir fabrika onun kadar seri ve onun kadar sistematik olarak iş göremez. Karşısına aldığı yüzlerce insana, bir anda bütün duygu tayflarını intikal ettirmek ve onların varlıkları içinde ikinci bir varlık hâline gelmek, muallimden başka kimseye müyesser olmamıştır.
O, sırlar âleminin aşılmaz şâhikalarından, sızıp sızıp bize gelen manâların tercümanı ve varlık âlemindeki sezilmez infiâllerin sesi ve sözüdür. Onun sayesinde insan bulutlar gibi yükselir ve rahmet olarak yere iner.
Gökler ötesi âlemlerin en emini bir üstat ve bu üstadın getireceği haberlere bağrını açan yüce ruh ise, en büyük bir muallimdi. Muallimlik vazifesinde, ferdin de cemiyetin de medyun olduğu bir muallim... Bugün doğru olarak ne biliyorsak ve ne biliniyorsa hepsi ondan; gerisi kîl u kâlden ibaret...
Muallim, gâh filozof, gâh zâhid, gâh derviş hâlinde zuhur etmiş ve yaşadığı zamana damgasını vurmuştur. Ne var ki herkesin 'gerçek'den istifadesi nispetinde, her muallimin görünümü de başka başka olmuştur: İlk devirlerin hikmet âşıkları nebilere ait nağmeleri tekrar ediyorlardı. Ortaçağın 'skolastik' mürşit ve muallimleri, ilâhilerine 'pozitivizm' nağmesini de ilave ettiler. Aynı devirde, doğunun muallimleri ise, ellerindeki esrarlı menşurla, insanı keşf ve onu kendine ulaştırma gayreti içinde idiler..
Rönesans'dan sonra, her şeyle beraber muallim de değişti. Artık o, körü körüne eşyâ ve hâdiselere dalan, elindeki küçük tezgâhından çarşıdaki atölyesine kadar, her şeyiyle hakk-ı temettu peşinde koşan, keşif ve icat tutkunu toy bir aşıktı. Bu dönemde kitleler üzerinde hükmedenler, hiçbir zaman muallim olamadılar. Evet, bu devirde kitleler aşırı telkin ve teşhirlerle aldatılarak, belli istikametlere sevk edildiler; fakat hiçbir zaman muallim görmediler. Aslında, bu 'yeniden doğuşun' zifaf gecesinde, kalb çoktan mefistoya kaptırılmıştı.
Daha sonra ise, topyekün teknik vasıtaları teleskoptan mikroskoba kadar nebülozlara tırmanan merdivenler ve partiküllere sarkıtılan şuâları hâline getirip, her şeyi madde ile izaha kalkışan materyalizmin banal görüşlü muallimleri gelir. Bu devirde, insanı yüceltme adına bir şey yapılamadığı için, muallimden bahsetmek de oldukça zordur. Ancak, bu alabildiğine katı ve karanlık dönem de, uzun sürmemiş, arkadan bir yeni tecessüs ve tefahhüs dönemi başlamıştır.
İnsanlığa karşı büyük cürümler işlemiş bir avuç sergerdandan sonra, yakın geçmişini kuşkuyla karşılayan ve yeniden sebep ve neticeleri kurcalama lüzumunu duyan bu dönemin irfan ordusu, hürmet duyduğumuz muallimlik müessesesini bize iade edecek gibidir. Toplumun yüreğini hoplatacak, himmetini bileyecek; zihinlere aydınlık ve kalplere kuvvet kazandıracak muallimliği... Evet, bu muallimlik sayesinde talebenin öteler ötesiyle münasebete geçmesi temin edilecek ve o yüce âlemlerden gelen mesajlarla, talebe, şahsî idrakinin kat kat üstünde ilhamlara mazhar olacaktır. Aslında 'Mutlak' la temasa geçmeye yaramayan ilimle ne yüce terkiplere varılabilir ne de eşyânın yüzüne aydınlık getirilebilir. Böyle bir ilim, çok defa varlıktaki esrarı inkâr ettiren bir ilhad veya kalpleri tereddütlere boğan bir şüpheciliğe götürür. Talebesini bu hâle getiren üstat ise, o da ya bir mülhit veya bir septistdir; ama kat'iyyen ve asla bir muallim değildir.
Onun içindir ki, öteden beri en duru, en doğru dersi; hiç aldanmaz ve aldatmaz olan, güzide nebîler topluluğu temsil etmişlerdir. Herkese açık ve her yaşta müdâvimleri bulunan nebîler mektebi, bütün bir hayatı içine alır ve bütün bir hayat boyu da devam eder. Her yer bu mektebin sınıfları ve her ferd de bu irfan ocağının ya muallimi veya talihli bir talebesi olmuştur.
Devlet, bu mektebin 'başyüceleri'nin ders verip, ders gördüğü bir akademidir. Her ferde açık bu âli mektepte, devlet ruh ve şuuruna vâkıf en büyük devlet adamları yetişir. Muallimleşen bu devletin, ne Eflatun'un, filozoflarla idare ettirdiği devlete, ne de Budin'in, tamamen aksi görüşteki devlet stiline benzer tarafı yoktur. Bu, nev'i şahsına mahsus bir devlettir. Ve bu devletin en başta gelen vasfı da devlet ricalinin çıraklıktan 'Bâbü's-saâde' ağalığına kadar, yükselişin her merhalesinde, hayat ve hâdiselerden dolgun not ala ala, o seviyeye gelmiş olmalarıdır. Yoksa, belli kademelerden geçmeden ve her girizgahta kâinatla bir kere bütünleşmeden, idareye talip olmak, 'acemioğlanlık' seviyesinde iken, 'başkumandanlık'a gönül koymak gibi garip ve gülünç olacaktır ki, böyle bir durum millet adına en büyük talihsizliktir.
Brahman yüce duygularıyla tilmizlerinin gönlünde ebedileşen bir muallimdi. Buda Nirvana'ya giden çetin yolda, temiz duygularıyla örnek ayrı bir muallimdi. Konfiçyus ahlâkın, Hürmüz sonsuzluk sırrının işaretçisi birer muallim idiler. En yüce varlıkta billûrlaşan Ömerler ise, büyük üstatları sayesinde her biri başlı başına bir muallim oluvermişli...
Hâlâ bütün canlılığıyla insanlığın gönlünde, en temiz çizgiler hâlinde devam eden bu muallim ve üstatları, zaman aşındıramamış ve içtimâî çalkalanmalar unutturamamıştır. Kim bilir, belki de bir gün gide gide insanlık, yeniden bu kadim çizgiye gidip dayanacaktır.!
Bu sıradandır ki, Yahudi, ruh köküne ondan daha yakın bir alternatif zuhur edeceği âna kadar, Mescid-i Aksâ ile beraber, komşuları üzerinde de hâkim bir güç olarak devam edecektir. Bu hâkimiyet, sûrî dahi olsa onun havraya dönmesinde aranmalıdır. Prensipleri aşınmış olmasına rağmen havraya dönmesinde... Kilise de, düne kadar üzerinden atamadığı 'Ortaçağ' zihniyetinden sıyrılarak St. Ogüst'lerin arkasında yeni bir bakışa ulaşacak gibidir.!
Kendi muallim ve üstatlarını bulup, yeniden inşâ dönemine geçecek olan bizim insanımızın derlenip toparlanması ise, hepten şaşırtıcı olacağı benzer. Elverir ki, günümüzün ta'lim ve terbiye vazifelisi, feth ve keşfedici bir ruha sahip bulunsun. Mukaddes kanaat ve düşüncelerinin hakkını vererek, büyük terkibcilere yakışır vecibeyi hakkiyle yerine getirsin: Nizamülmülk'le Alpaslan'ı yan yana görsün. Fâtih'le Akşemseddin'i, Zenbilli ile Yavuz'u birbirinden ayırmasın. Gazalî'nin aydın semâsında, Pascal'ı unutmasın. Mevlâna'nın sehhâr ifâdeleriyle semâa kalkarken, laboratuara uğrayıp Pastör'ü selâmlamayı da ihmâl etmesin. Sözün özü, kafa ve kalb bütünlüğünü kendisine şiar edinsin...
Neslini yüceltme sancısını çeken muallime binler selâm..."[1]
Gülen burada öğretmen ve eğiticinin, tüm insanlığın medeniyet tarihine yaptığı müspet katkısını vurgulamak ister. Öyle anlaşılıyor ki öğretmen kavramı onun zihninde, bizim bu kavrama yüklediğimiz anlamın çok ötesine uzanmaktadır. Öğretmen onda bir tarihtir. Kavramın yaptığı çağrışımlar üzerinden, koca bir insanlık tarihini özetler gibidir. Bedevî yaşamdan medenî topluma, filozoftan zahid ve dervişe, hikmet tutkunu olandan devlet adamı ve mektep muallimine kadar uzanan bir irfan ordusunu simgeler âdeta öğretmen onun muhayyilesinde. Eski Yunandan kadim Hint Budizmine, Yahudi ve Hıristiyan gelenekten orta çağ Rönesansına, bizim medeniyetimizden çağdaş pozitivist telakkilere kadar öğretmene tarihin biôiği rolden bahseder. O, sanki tarihi, öğretmen ve irfan mektebi üzerinden yeniden yazmak ve inşa etmek ister. Bozulan insani medeniyetin, irfan sisteminin ve ictimai dengenin ma'küs talihini ancak, keşfedici ve terkipçi ruha sahip bir irfan ordusu değiştirebilir ona göre. İşte muallim (öğretmen) bu kadar önemlidir onun gözünde. Öğretmen kavramına yüklenen bu geniş role bakınca, insan zihni mukaddes bir manaya intikal ediyor. Muhayyilesi insanlık tarihinin kıvrımlarında o kadar seri ve serbest dolaşıyor ki, yaptığı çağrışımlardan, kavramın onun zihninde kazandığı kudsiyeti keşfediyorsunuz. Öğretmen gerçekten mukaddes bir varlıktır onun gözünde. Bu meslek, belki de Peygamberlerin vazifelerinin önemli bir ksmını da içerdiği için bu kadar mukaddes bir mevkiye oturtuluyor. Ya da daha genel olarak, yeni bir toplum ve yeni bir medeniyet inşa edilecekse, bu ancak, ciddi bir eğitim kadrosuyla başarılabilecek bir şeydir ki, bunun da temelinde öğretmenlik mesleği yatmaktadır. Bu yüzden Gülen sık sık, böyle bir irfan kadrosunun zaruretinden bahsetmektedir. Pek tabii ki bu ideali gerçekleştirebilecek iki unsur vardır; Okul ve öğretmen. Gülen, mektebi, insanın hayatındaki farklı tecrübe ve birikimlerini tevhide ulaştıran, bir anlamda onu bu farklılıkların neden olabileceği her tür zihni ve pratik/ amelî dağınıklıktan koruyan bir yer olarak görüyor. Gerçekten de bu, onun muhayyilesindeki mektebi resmediyor bize. Onu âdeta bir laboratuvar olarak tasavvur ediyor. Yani işte öğretmen ve öğrencilerin hayatlarının önemli bir bölümünde uğrayıp geçtikleri bir yer değil yalnızca mektep onun gözünde. Öğretmen ve öğrenciyi kimyevi bir değişime tâbi tutarak, onlarl insanlığın ve hatta çağdaş medeniyetin bütün problemlerini üslenebilecek bir kıymete ulaştıran bir mekân, bir laboratuvardır mektep. Mektep bir yandan çocuğa, bir yandan öğretmene, diğer yandan da toplumsal ve ekolojik çevreye şekil veren bir müessesedir.
"Her ders yılına girerken, mektebi ve muallimi düşünmeden edemeyiz. Nasıl düşünmeyiz ki, mektep, hayatî bir laboratuar; derslerimiz hayat iksiri; muallim ise bu esrarlı şifahânenin kahraman üstadıdır.
Mektep bir öğrenme yeridir. Orada hayat ve ötesine ait her şey öğrenilir. Aslında hayatın kendisi de bir mekteptir. Ne var ki biz, hayatı da ancak mektep sayesinde öğreniriz.
Mektep, hayatî hâdiselerin üzerine irfan hüzmeleri göndererek onları aydınlatır, talebelerine çevrelerini kavrama imkânını hazırlar. Aynı zamanda gayet hızlı olarak eşya ve hâdiseleri keşfetme yolunu açar ve insanı düşünce bütünlüğüne; tefekkürde istikamete ve çokta, Tek'e götürür. Bu manâda mektep aynı ma'beddir ve o ma'bedin azizleri de muallimlerdir.
İyi bir mektep, ferdde fazilet duygularını inkişaf ettiren, müdâvimlerine ruh yüceliği kazandıran melekler otağıdır. Talebelerine hoyratlık aşılayıp onları canavarlaştıran bina görünümlü bir kısım harâbeler ise, birer çiyan yuvasıdır ve insanımız, asırlardan beri ters işleyen bu kabil irfan ocakları karşısında hep hacâletten iki büklümdür.
Gerçek muallim, saf ve temiz tohumun ekicisi ve koruyucusudur. İyisiyle, sağlamıyla meşgul olmak onun vazifesi olduğu gibi, hayat ve hâdiseler karşısında ona yön vermek ve hedef göstermek de ona aittir.
Bin koldan akıp giden hayatın, kendine has hüviyeti kazandığı yer mektep olduğu gibi, çocuğun gerçek şeklini aldığı ve benliğinin sırlarına erdiği yer de mekteptir. Dağınık bir ırmağın dar bir geçitte katlanıp kendine has ihtişamiyle görünmesi veya ağaçtaki saf hayatî sıvının billûrlaşıp güneş hüzmeleriyle münasebete geçmesi gibi, hayatın çokluk içinde akışı, mektep sayesinde vahdete ulaşır; tıpkı bir meyvenin, ağacın cihetü'l-vahdetini izhar etmesi gibi...
Mektebin, hayatın sadece bir parçasında insanı alâkadar ettiği zannedilir; aslında o, kâinat mektebindeki bütün dağınık şeyleri bir arada görme ve gösterme vazifesiyle, çıraklarına daimî okuma imkânını hazırlayan, susarken dahi konuşan bir yuvadır. Bu itibarladır ki o, hayatın sadece bir bölümünü işgal ediyor görünse bile, bütün zamanlara hükmeden ve hâdiselere sözünü dinleten hâkimiyetin remzi bir yuvadır. Bir çırak hüviyetiyle mektebe intisap eden her talebe, bütün bir ömür boyu oradan aldığı dersi tekrar eder durur. Oradan alınıp benliğe mâl edilen şeyler, birer tasavvur, birer hayal olabileceği gibi, birer hakikat, birer hüner de olabilir. Asıl mes'ele ise, elde edilen şeylerin fazilete giden yollarda, bir rehber ve kapalı kapıları açan sırlı bir anahtar olmasıdır.
Mektepte, ilim benliğe mâl edilir ve insan bu sayede yaşadığı katı ve madde dünyasının buudlarını aşar ve bir bakıma sonsuzluk sınırına ulaşır. Benliğe mâl edilememiş ilim ise, insanın sırtına vurulmuş bir yük, hem de mahcûp edici bir yükdür. Böyle bir bilgi, sahibinin omuzunda bir vebâl ve şuuru teşviş eden bir şeytandır. Evet, fikre bir aydınlık, ruha kanatlanma vâdetmeyen her türlü kaba belleme ve ezbercilik, benliği aşındıran bir törpü ve kalbe indirilmiş bir darbedir.
Mektebin vereceği en iyi ilim, dıştaki hâdiselerle içteki irfanın uç uca getirilmesinden ibarettir. Bu mektepte muallim ise, dışımızda yaşanan içimizde canlılık kazandıran mürşittir. Şurası muhakkak ki, hiçbir zaman değişmeyen ve durmadan derslerini tekrar eden en büyük mürşit ve en doğru üstat hayattır. Ne var ki, doğrudan doğruya ondan ders almasını bilmeyenler için aracılara ihtiyaç vardır ve bu güzide aracılar da, hayatla benlik arasında kürsü kuran ve hâdiselerin muğlak ifâdelerine tercüman olan muallimlerdir.
Gazeteler, kitaplar hatta radyo ve televizyon belki insanlara bir şeyler öğretebilirler. Ama, kat'iyyen gerçek hayatı ve onun insan içinde akıp gitmesini öğretemezler. her gün ayrı bir sancı ve ızdırapla talebenin gönlüne inen, ders ve davranışlarıyla onun dimağına silinmez renkli çizgiler bırakan muallim, yeri doldurulmaz bir öğreticidir. Onun içindir ki günümüzde her şeyi kolaylaştırma usulü sayılan batı metoduyla talebeye bir şeyler verilebilse bile, hiçbir zaman iyi örnekler verilemeyecek ve ilimlerin gayesi öğretilemeyecektir. Bu güzel şeyler, ancak, sîması hakikat gamz eden, bakışları alabildiğine derin ve çıraklarına vereceği her şeyi gönül menşurundan geçiren muallim tarafından verilebilecektir.
Havarî, Hazreti Mesih'in çarmıha gerilme tehdidine rağmen ders verdiğini görmeseydi, arslanların ağzına atılırken gülmesi lâzım geldiğini nereden öğrenecekti? İlk ve son yolun en büyük mürşidine bel bağlayanlar, onun kanlar içinde dahi gönüllere yumuşaklık dilemesini görmeselerdi, ateşte "berd ü selâm" olduğunu nereden bileceklerdi...?
İyi bir ders, mektepte ve muallim önünde öğrenilen derstir. Böyle bir ders insana sadece bir şey vermekle kalmaz; onu sonsuz bilinmeyenlerin huzuruna yükseltir ve ona sınırsızlık bahşeder. Bu dersin talebesi nazarında her hâdise, görünmeyen âlemler üzerinde bir kaneviçe, o da hareket eden levhalar arkasında hakikatların müşâhidi olur.
Böyle bir mektepte ne öğrenmeden ne de öğretmeden doymak düşünülemez. Nasıl düşünülür ki, kanatlanan muallimin himmeti, çırağını kâh yıldızlara yükseltir, kâh vicdanda soluk aldırır ve bu iki şey arasında duyulan hayret, hasıl olan düşünce, onları yaşadıkları buudların dışına çıkarır.
İşte bize göre gerçek muallim; teker teker eşya ve hâdiselerdeki nirengileri yakalayan, bir ahize ve nâkile kontaklaşması gibi, hayat ve vicdan arasında münasebet kuran, her şeyden gerçeği duymağa ve her dille ona tercüman olmağa çalışan, Yunus diliyle; "Tur dağında Mûsâ ile,/Elindeki âsâ ile,/ Deryalarda mâhî ile,/Sahralarda âhû ile..." onu söyleyen insandır.
Rousseau'nun üstadı vicdan; Kant'ınki vicdan ve aklın iltisakı... Mevlâna ve Yunus mektebinde ise üstat Hz. Muhammed (sav)... Kur'ân, bu ilâhî dersten nâğmeler ve söyleyişler; ama bütün sözleri kesen, çokta biri gösteren, sırlı söyleyişler..."[2]
"Muallim, öğretici olmazsa; mektep, hayatî ders vermezse; kitap, kâinatın sinesindeki esrârı billurlaştırıp aksettirmezse, o muallim talihsiz, o mektep karanlık ve o mektepte okuyanlar da bedbahttır. Ve eğer muallim, elindeki irfan adesesiyle eşyâ ve hâdiseleri tanıma yolunda ise; kitap, neşrettiği nurlarla (Elektron-mikroskop) ve (x) ışınları vazifesini görüyorsa; mektep bu esrarlı cümbüşe laboratuarlık yapıyorsa, muallim mutlu, mektep aydın ve o mektebin talebeleri de bir kısım talihlilerdir.
Şimdi, acaba, arkada bıraktığımız koskoca bir devre içinde, muallim, öğreticilik vazifesini yapabildi mi? Talebenin ruhunu aydınlatıp, kâinatla bütünleşmesini temin edebildi mi? Kalbine fer verip onu yüce ideallerle donatabildi mi? Yıllar yılı hayatı, mektepten ve muallimden öğrenmeye alışmış halkımızın, aç ve bitap bakışları karşısında, ona her yönüyle hayatı talim edip, ruhunu sefaletten kurtarabildi mi?. Ona kitabı ve mektebi sevdirip, ilmin yüce gayesine âşina kılabildi mi?"[3]
"Bize göre gerçek muallim ve mürşit, işte böyle her şey olma istidât ve melekeleriyle, dünyaya gönderilen insana, doğruyu öğreten, doğru düşündüren, onun gönlünü coşturup ruhunu kanatlandıran, yolunu kesen bütün karanlıkları ve kara delikleri bertaraf edip onu aydın menfezlere ulaştıran talihli insandır.
Vakti gelince, bu kutlu hakikat erinin elinde, taş-toprak, som-altın haline gelecek; değersiz gibi görünen şeyler kıymet kazanacak; en kararmış ruhlar şafak aydınlığına ulaşacak; boynu tasmalı nefsin azat kabul etmez kulları ruhlarıyla bütünleşerek birer sultan kesilecektir.
Kendini irşad ve tebliğe adamış, çıraklarını adım adım takip eden; hayatın her dönemecinde onları, insanlığa yükseltme heyecanıyla dolup boşalan; ilimler adesesiyle onlara mutlak hakikatı gösterebilen; yer yer yıldırımlar gibi gerilen, sonra ruhunda yumuşatıp uslulaştırdığı ışık huzmeleriyle talebelerinin gönüllerini aydınlatan muallim ne mübarektir..!"[4]
"Her gün, ilim adına, çırağını bin şüphe ve tereddütle baş başa bırakan öğreticiye muallim denemeyeceği gibi; talebesini bir laboratuar ciddiliği içinde doğru neticelere götüremeyen mektebe de mektep denemez."[5]
"Bu yüce vazife, mektepten mâbede kadar, bütün millî müesseselerde hassasiyetle benimsenmeli ve imkân elverdiği nispette de kafa ve kalp izdivacına muvaffak olmuş, aydın ve hasbî ruhlara gördürülmelidir. Zîra, mürşit ve muallim evvelâ kendi ruhunda hakikate eren, sonra da sînesinde tutuşturduğu ilham kıvılcımlarını, çıraklarının gönüllerine boşaltan olgun insandır.
Evet, kâinatın dört bir bucağından gelen İlâhî tayflarla, dimağını aydınlatamamış ham ruhların, kitleleri insanlığa yükseltme yolunda yapacakları hiçbir şey olamayacağı gibi, düşünce dünyası itibariyle etrafını saran şüphelere "pes" demiş derbeder gönüllerin de talebelerine verecekleri herhangi bir şey yoktur. Olsa olsa böyleleri; kuvvetin temsil edildiği müesselerde, geçmişe ait destan ve türkülerle teselli olur; dînî hayat adına folklor ve merasimlere sığınır ve insanoğlunun Yüce Yaratıcı'yla olan münasebetlerinde, başkalarına ait menkıbelerle gürler, onlarla kendilerinden geçerler; ama kat'iyyen, ilhamları coşturucu, ruhları kanatlandırıcı ve yüreklere fer verici olamazlar."[6]
"Bizler dünyamıza, îman, insan ve hürriyet sevgisinden örülmüş yepyeni bir ruh kazandırma ve bu esaslar üzerinde neşv ü nemâ bulmuş, gelişmiş mübarek bir ağacın mânâ köklerinin safveti ölçüsünde ve o köklerle irtibatlı olarak yeni sürgünlere zemin hazırlama mes'uliyeti altındayız. Şüphesiz böyle bir sorumluluğun yerine getirilmesi de ancak ülkenin mukadderâtına, insanımızın, tarih, din, örf, âdet ve bütün mukaddesâtına sahip çıkacak kahramanların mevcudiyetine vâbestedir.. ilim aşkıyla dopdolu, imar ve inşâ düşüncesiyle gerilim içinde, samimilerden daha samimi dindar, milliyetperver ve sorumluluk duygusuyla her zaman vazife başında kahramanların mevcudiyetine. Onlar ve onların gayretleri sayesinde milletçe hayatımıza, bizim anlayışımız, bizim düşüncelerimiz ve bu anlayış ve düşüncelerin muhassalası hâkim olacak.. herkeste, nefsini toplumun hizmetine adama duygusu öne çıkacak.. vazife taksimi ve karşılıklı yardımlaşma düşüncesi yeniden canlanacak.. işveren-işçi, ağa-köylü, memur-sokaktaki insan, ev sahibi-kiracı, sanatkâr-sanatsever, müvekkil-vekil, muallim-talebe bir vâhidin değişik yüzleri olma hususiyetiyle bir kere daha ortaya çıkacak ve birkaç asırlık beklentilerimiz bir bir gerçekleşecektir. Düşlerimizin idealize edildiği bir dönemde yaşıyor ve çağın sorumlularının iyi bir zamanlama ile vakti geldiğinde bunların hepsini realize edeceklerine inanıyoruz."[7]
"Bu açıdan denilebilir ki, bugün bizim meseleler üstü en büyük meselemiz; millet fertlerinin ruhunda yeniden bir kere daha yaşatma arzusunu tutuşturarak, onunla idealleri arasına girmiş bulunan bütün yabancı mülâhazaları ayıkladıktan sonra onun durgunlaşmış gibi görünen enerjisini harekete geçirip, iyi bir motivasyon ve disiplinli bir faaliyetle onu bir kere daha tarihî mefkûresine doğru yürütmektir. Böyle bir harekette, köylü-kentli, aydın-esnaf, talebe-muallim, cemaat-hatip bütün kesimleriyle toplumun bu müşterek hareketine yörünge teşkil edecek fasl-ı müştereklerin belirlenmesinde de zaruret vardır. Bu fasl-ı müşterekleri -buna ortak payda da diyebiliriz- milletimizi, dünya devletleri arasında önemli bir muvazene unsuru haline getirmek.. ferden-ferdâ, ne pahasına olursa olsun bu misyonu edâ etme ahd ü peymânında bulunmak.. düşünceyi öne çıkarıp, millî hisleri de dengeleyerek bu umumî harekette aklî, mantıkî, hissî boşluklara meydan vermemek.. hakikat aşkını, ilim ve araştırma iştiyakını Allah'a amûdî yükselmenin birer vesilesi sayarak toplumu her zaman bu anlayışla beslemek... gibi hususlar olarak sıralayabiliriz."[8]
Geleneğin Modern Çağa Tanıklığı, Yeniakademi Yayınları
[1] M. F. Gülen, Çağ ve Nesil, s. 110-114.
[2] M. F. Gülen, Çağ ve Nesil, s. 101-104.
[3] M. F. Gülen, Yitirilmiş Cennete Doğru, s. 125.
[4] M. F. Gülen, Buhranlar Anaforunda İnsan, s. 101.
[5] M. F. Gülen, Çağ ve Nesil, s. 107.
[6] M. F. Gülen, Buhranlar Anaforunda İnsan, s. 88.
[7] M. F. Gülen, Ruhumuzun Heykelini Dikerken, s. 90.
[8] M. F. Gülen, Kendi Dünyamıza Doğru, s. 58.
- tarihinde hazırlandı.