Kabiliyetleri Allah Yolunda Kullanma
Allah'ın kendilerine ifade ve beyan kabiliyeti lütfettiği büyüklerimizin, iş sahalarını genişletmeleri dolayısıyla kudsî iman ve Kur'ân hizmetini yavaşlatmaları kendilerini huzur-u ilâhîde mesul eder mi? Yoksa bu maharetli insanlar sadece maddî yardım yapmakla mesuliyetten kurtulurlar mı?
Cenâb-ı Hakk'ın her lütfu, kendi cinsinden bir vazife adına insana verilmiş bir imkândır. Meselâ, sıhhat Allah tarafından bahşedilmiş büyük bir nimettir. İnsan, bu sıhhat nimetini hem oruç tutarak hem namaz kılarak hem de cihad ederek Allah yolunda kullanmalıdır ki, o sıhhat lütfuna karşı şükrünü eda edebilmiş olsun. İnsan, böyle bir şükrü eda ederse, Cenâb-ı Hak da o bedeni ahirette, arızasız hem de bâki bir surette ve bütün duyguları inkişaf etmiş olarak yeniden ona iade eder.
İnsanın aklı da Allah'ın önemli bir nimeti ve lütfudur. Eğer o aklın ufku vahyin ışıklarıyla aydınlanmış ve o sayede isabetsiz kararlardan uzaklaşmış ve her kararı sırat-ı müstakîm çizgisinde verebiliyorsa; artık bu akıl bir mânâda ilham kaynağı demektir. Yani insan, akıl nimetini yerinde kullanıyor ve onunla hak adına, bâtıla saplanmış kimseleri ikna edip Hakk'ı tanıttırıyorsa o, aklın hakkını veriyor demektir. Aksine aklı sadece, akl‑ı meaş olarak yalnızca dünyevî işlerde kullanıyor, onun hakkını vermiyorsa, o nimete karşı nankörlük yapıyor demektir.
Cenâb-ı Hakk'ın insanlara verdiği en büyük lütuflardan biri de beyan kuvvetidir. Öyle ki bunun anlatıldığı sûre Rahmân ismiyle başlamaktadır. Rahmân'ın, İsm-i A'zam'dan olduğuna dair kuvvetli rivayetler var. Cenâb-ı Hakk'ın Rahmâniyetinin, yani çok geniş dairede rızık vermesinin, varlığı lütuflarıyla perverde etmesinin tezahürlerinden biri de insana beyan kuvveti lütfetmesidir.
İnsan, ancak beyan sayesinde içinde tecellî eden şeyleri ifade edebilir ve beyan sayesinde Cenâb-ı Hakk'a muhatap olur; olur da Allah'ın sözünü anlar ve aynı zamanda kendi maksadını O'na açabilir. Allah (celle celâluhu) da ona; "Gel, Benim için namaz kıl, huzurumda eğil." der, o da gider kemerbeste-i ubûdiyet içinde "Elhamdülillah" deyip O'nun huzurunda durur. Bu, bir mânâda Allah'ı anlama ve O'nunla konuşmadır. Tâbiînden bir zat diyor ki: "Kur'ân okuyan bir kimse, ben Allah ile konuştum derse, yalan söylemiş olmaz." Bu açıdan "Elhamdülillah" diyen Allah ile konuşmuş sayılır ki, böyle bir konuşma da ancak beyan nimetiyle gerçekleşmektedir.
İnsan namazda, "Sen Rahmân u Rahîmsin; bana evvelâ idrak sonra da bu idraki hiç olmazsa beyanla ortaya koymak için kabiliyet ve istidat verdin. Bu, Senin Rahmâniyetinin tecellîsidir. Sen kıyamet gününün Sahibisin; ben de Senin emirlerin çerçevesinde şimdiden o güne göre hazırlanıyorum." dedikten sonra doğrudan doğruya Cenâb-ı Hakk'ı muhatap alıyor ve "Kulluğumu yalnız Sana yapıyorum ve bu kulluk yükünün altında ezilmemek için de yardımı sadece Senden istiyorum." diyerek konuşmasına devam ediyor.
Böyle diyen bir insan, çok şerefli bir pâye ve makama yükselmiş sayılır; ne var ki, çoğu insan ihtimal bunu hiç düşünmüyor. Bir insan gidip bir devlet başkanına muhatap olsa ve onunla bir iki laf etse her yerde bu konuşmayı anlatır; her ortamda bir girizgâh bulup o konuşmadan söz eder. Bir devlet başkanıyla bile konuşma bu kadar önemli görülüp anlatılıyorsa, Allah'ın huzurunda O'na muhatap olma imtiyazının ne demek olduğu derin derin düşünülmelidir.
Buhârî ve Müslim'in ittifakla rivayet ettikleri bir kudsî hadis-i şerifte: "Ben namazdaki kıraati kulumla Kendi aramda bölüştüm, yarısı Bana ait, yarısı da ona; ve kuluma istediği verilecektir: Kul: اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَم۪ينَ "Bütün hamdler, övgüler âlemlerin Rabbi Allah'a aittir." deyince, Azîz ve Celîl olan Allah: "Kulum Bana hamdetti!" der. اَلرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ deyince, Allah: "Kulum Bana senâda bulundu." ferman eder. مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ "O, din gününün, hesap gününün tek hâkimidir." deyince, Allah: "Kulum Beni tebcil ve tazîz etti (büyükledi)." buyurur. إِيَّاكَ نَعْبُدُ وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ "Yalnız Sana ibadet eder, yalnız Senden medet umarız." deyince, Allah: "Bu, Benimle kulum arasında bir taahhüttür. Kuluma istediğini verdim." iltifatında bulunur.اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ صِرَاطَ الَّذِينَ أَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلاَ الضَّالِّينَ "Bizi doğru yola sevket, o yol ki kendilerine nimet verdiğin kimselerin yoludur, gazaba uğrayanların ve dalâlete düşenlerin değil." dediği zaman da Allah: "Bu, kuluma aittir ve ona istediği verilmiştir." buyrulmak suretiyle Fatiha'nın, kul ile Allah arasında taksim edildiği, sözlerin bazısı kul tarafından söylenirken Allah'ın kulunu muhatap alıp ona cevap verdiği anlatılır ki, bu bir mânâda Allah'la konuşmadan başka bir şey değildir.
Binaenaleyh beyan, Allah'ın insana çok büyük lütuflarındandır ve mutlaka hakkı eda edilmelidir. Beyanın en önemli hakkı, insanı beyanla şereflendiren Allah'ı anlatmaktır.. evet insan, kendisine beyan kabiliyetini veren Rabbini tıpkı bir dellal gibi gezdiği her yerde anlatmak zorundadır. Bir dellala üç-beş kuruş verirler, o da pazarın her yerinde sabahtan akşama kadar dolaşır durur ve ona söylenen beş kuruşluk malı anlatır. Pazarlamacılar da aynı şeyi yaparlar; evlere gider, insanlara yüzsuyu döker ve mallarını pazarlamak isterler. Sonuçta satacakları iki tencere ve birkaç tabaktır. Aynı şekilde bizler de, bize, çok kolaylıkla yapılan işlere karşılık Cennetini verecek, Cemalini görmeye lâyık hâle getirecek ve gösterecek olan bir Sultanı, bize lütfettiği beyanın hakkını eda ederek anlatma konumundayız. Eğer bir gün yeryüzünde anlatılacak kimse kalmazsa, göklere merdiven dayayarak oradaki cinlere ve ifritlere de O'nu anlatma heyecanını yaşama sorumluluğu altında bulunmaktayız. Bir hak dostunun dediği gibi, zindanlara hapsetseler, orada kimse bulunmasa; onu ifritlere, zebanîlere anlatmaya çalışacak ve vefa borcumuzu eda edeceğiz.
Konu, Cenâb-ı Hak insana nasıl bir lütufta bulunmuşsa, O'nun zâtına karşı o lütfu değerlendirmekle mukabelede bulunma meselesiydi. Evet, ancak bu şekilde mukabelede bulunulursa o lütfun şükrü eda edilmiş olur. Cenâb-ı Hak da o lütfunu burada ve öteki âlemde devam ettirir. Aksine, Allah'ın kendisine mal verdiği insan sadece o malın hakkını verse de, aklın, beyanın ve sıhhatinin hakkını vermediği takdirde, nankörlük yapmış olur. Eğer bir insan konuşamıyorsa, kalemi vardır. Böyle biri de kaleminin hakkını vermese; bir diğeri iyi düşünür ve fevkalâde fikrî kabiliyeti vardır, o da bunun hakkını vermezse, bu kimseler haksızlık yapmış ve Allah'a karşı nankörlük etmiş olurlar. Herkes, Cenâb-ı Hak, kendisine ne vermişse, o nispette bunlarla O'nun yolunda olmalı ve O'nu anlatmalıdır.
Bir bişaret olarak şunu da söyleyebilirim: Bir insan diğer lütuflarla alâkalı bir şükür vazifesi yapmıyor da, sadece malî durumu müsait olduğundan malıyla yardım yapıyorsa, o da kendisine düşen vazifenin hiç olmazsa büyük bir bölümünü yerine getirmiş sayılır. Zekâtın dışında yardımlarda bulunuyorsa ki, malla yardım etmek ciddî bir fedakârlık, hasbîlik ve diğergâmlıktır ve bu çerçevede de Allah için vermenin fazileti çok büyüktür; hatta Efendimiz hadiste, "Cömertlik bir ağaç gibidir. Kökü Cennet'te, dalları ise dünyaya sarkmıştır. Her kim, o ağacın altında yaşar ve cömertçe davranırsa, er-geç o ağacın dallarından birine tutunur ve o ağacın kökünün bulunduğu Cennet'e yükselir." buyururlar. Bundan da anlaşılıyor ki, cömert bir insan, fâsık da olsa –inşâallah– sonunda Cennet'e girer. Yani bir insan, Allah'ı inkâr etmiyor, ama günahlara giriyor. Eğer cömertse, Cennet'e girer, deniyor. "Cimri, Cehennem'e daha yakındır." buyurarak cimri adam için de tehditkâr bir ifade kullanıyor Efendimiz. Bu itibarla diyebiliriz ki, cömertlik Allah'ın sıfatı olması itibarıyla, Allah, kendi ahlâkı ile ahlâklanan bir insanı Cehennem'e koymaz.
Sıfatlar çok mühimdir; insanlar Allah'ın kendilerine lütfettiği sıfatların hakkını mutlaka eda etmelidirler. Şöyle ki: İşler hep Cenâb-ı Hakk'ın lütuflarına göre ayarlanmalı, dünya işleri de unutulup ihmale uğramamalı; mü'minler kendi memleketlerinde ticarî ve iktisadî hayatta kâfirlerin esiri ve zebunu olmamalıdırlar. Bu, İslâm'ın haysiyeti adına, önemli bir tavırdır. Kur'ân'dan anladığımıza göre Allah, kâfirlerin, mü'minler üzerinde sulta kurmasından hoşlanmaz.[1]
Mü'min, her zaman dünyanın neresinde bulunursa bulunsun, kendi devrinde yaşayan insanların önünde olmalıdır. O bunu yapacak ve hep öne yürüyecektir; bunu yaparken de hayatını tanzim edip düzene koyarak Allah'a ait hakları da ihmal etmeyecektir.
Elhâsıl, mü'min, Allah'ın kendisine bahşettiği bütün kabiliyetleri O'nun yolunda kullanmalıdır; kullanmalıdır ki, bu kabiliyet ve nimetlerin hakkını eda etmiş olsun.
[1] Bkz.: Nisâ sûresi, 4/141.
- tarihinde hazırlandı.