İlim Düşüncesi
Her zaman bir coşkun sel gibi kükreyerek istikbale akan ve yerinde göz kamaştıran bir bahçeye de benzetebileceğimiz, her yanından canlılık fışkıran bu dünya, insanın mütâlâasına sunulmuş bir kitap, temâşâsına arz edilmiş bir meşher ve nihayet müdahale etme hakkıyla bizlere tevdi edilmiş bir emanettir. Böyle bir emanet karşısında insanın vazifesi ise, mütâlâasına sunulan bu kitabı okuyup perde önünü ve perde arkasını kavrayıp yorumlamak; bu sırlı meşheri tetkik edip ihtiva ettiği mânâları değerlendirmek; ve bu emaneti bugünkü-yarınki insanların yararlanabileceği şekilde işletmek iradesidir. Siz isterseniz, varlık ve insan arasındaki bu münasebete ilim de diyebilirsiniz..
İlim, tek başına herhangi bir milletin malı değildir. Hele Batılıların asla.! İlmin çocukluk dönemi ile insanlığın çocukluk dönemi aynı zamana rastlar.. ve aynı düşünce yamaçlarının, aynı gayret vadilerinin ürünüdür. Batı, bilhassa tecrübi ilimleri, yeni bir değerlendirmeye tâbi tutacak olgunluğa ulaştığında, o güne kadar diğer milletlerin düşünce salıncaklarında; hususiyle de Asya kavimlerinin beşiklerinde hem de ne nazla sallana sallana belli bir kıvama gelmiş bulunan bilim, yeni Batı medeniyetinin ilk hamlesi, belki de ilk rampası sayılan Rönesansla, yarınların ilim düşüncesine de açık halihazırdaki şeklini almıştı.
Batı onu, eski kaynaklarından özümleyip alırken, ilim ahlâkıyla alâkalı hususları da ihmal etmemişti. Gerçi o, ilmin neşet ettiği yerleri ve geçiş yollarını belli ölçüde çarpıttı ama, onun menşeindeki ahlâkiliği, aşk u şevki, azim ve kararlılığı ilmin orijini gibi hep göz önünde bulundurdu. Zaten bilim de bir müze malı, bir şöhret plaketi ve başkalarının temâşâsına sunulan bir meşher metaı olarak da alınamazdı. O, içinde geliştiği toplumun damarlarına kan gibi yayılacak ve ona değişen her günün havasını fısıldayacak bir hayat cevheri gibi alınmalıydı.. ve bir ölçüde öyle de alındı. Aksine o, sadece yazılı metinler olarak aktarılacaktı ki, bence kitaplarla, disketlerle aktarılan bilgiye bilgi demek mümkün değildir.
Eğer gerçek ilim, hiçbir çıkar gözetmeden zekanın sonsuzluğa yönlendirilmesi, mutlak hakikatin keşfedilmesi istikametinde varlığın tekrar ber tekrar yorumlanması ve hedefe ulaşma konusunda gerekli koordinatların yerli yerinde kullanılması ise -ki Batı Rönesansa yürürken meseleye böyle yaklaşmıştı- onu bu dinamiklerinden tecrit ederek bir yere varılamayacağı açıktır. Eğer Batı insanının ruhuna gerçeğin aşk ve fikrini aşılayan Hıristiyanlık ise, farklı bir buudda, kısmen de olsa, bir dönemde bizim de gerçekleştirmeye muvaffak olduğumuz büyük yeniliğin temelinde, namütenahilik esasına dayanan din" düşünce ve bu düşünceden doğan acz u fakr derinlikli aşk u şevk vardı. O güne göre bilimin önemli bir kaynağı sayılan vahiy derinlikli ilim düşüncesi, çağın devâsâ kametleri tarafından kusursuz temsil edilebiliyor ve sonsuzluk duygusuyla meshur bu aşkın düşünceler, hem de araştırmaya hiç mola vermeden hep namütenahi diyorlardı. Bu ölçüde bir temsil sayesinde akıl, mantık birer aydınlık kaynağı gibi çevreye ışık yağdırıyor ve bu nurların ruhlara sinmesiyle toplum çapında yepyeni bir ilim düşüncesi meydana geliyordu. Cemiyetin hiçbir kesiminden tepki almayan ve bütün fertleri tarafından ilâhi bir mesaj gibi kabul edilen, hatta bir ibadet neşvesiyle üzerinde durulan ilim düşüncesi, eğer bu ilk feveran esnasında, Asya'daki hercümerc ve Anadolu'daki haçlı tahribatına maruz kalmasaydı -Allah bilir- dünya bugünkünden çok daha aydınlık, düşünce hayatı daha engin, teknoloji daha mûnis ve ilimler daha ümit vaat edici olacaktı. Zira, İslâm'ın insanımıza kazandırdığı sonsuzluk düşüncesi, insanlığa yararlı olma mefkûresi, eşya ve hadiselere müdahale etme sorumluluğu, dünyada her yerde bulunandan daha fazla bizde vardı...
Evet, ilmi düşüncenin ruhu ve esası sayılan şahsiyet ve karakter, ancak hakikat aşkına dayanırsa istikbal vaat eder. Bu da, yapılan işlerde herhangi bir hırs, çıkar düşüncesi ve dünyevilik bulunmamasına bağlıdır. Böyle herhangi bir çıkar düşüncesi, menfaat mülâhazası gözetmeden varlık ve eşyayı temâşâ edip tanıma, tanıyıp değerlendirme, hakikat aşkının bir diğer adıdır ki; ona sahip olanın ulaşamayacağı şâhika yoktur. Bunun aksine, menfaat tutkusu, şahsi çıkar mülâhazası ve bir kısım ideolojik saplantılar içinde, hakikat aşkı gelişemeyeceği gibi, ilmî düşünce de gerçekleştirilemez; gerçekleştirilemez zira böyle saplantılar anaforu içinde verilen mücadele hakka karşı bir savaştır ve tabiî bu savaşın mağduru da ilimdir, insanlıktır.
Evet, ihtiraslar ve egoizmanın baskısı altında oluşturulan organizasyonlarla ne sağlam bir düşünce, ne ilim sistematiği ne de netice vaat eden bir aksiyon meydana getirilemez. Getirilmesi bir yana bir zift gibi içimizi saran bu baskıcı güçler, bizi temel düşüncelerimize zıt bir noktaya sürükleyecekleri gibi, taassup, bağnazlık, fanatizm sözcükleriyle ifade edeceğimiz dış baskı ve zorlamalar da hakikat mülâhazasına açık düşünceleri hayata geçirmemize imkân vermeyecektir. Zaten, düşünmeden bir mülâhazayı hemen kabullenmek, bir şahsı veya bir zümreyi bilâ kayd u şart başkalarına tercih etmek, bazı kimseleri pohpohlayıp göklere çıkarmak, zamanla akl-ı selimden ve riyâsız ruhlardan tepki alacak davranışlardandır. Bir düşünceyi, bir şahsı kabullenmek, hatta onu başkalarına tercih etmek her şeyden önce bir inanç işidir. Hem de bir kısım gerçek sebeplere dayanan bir inanç işidir. Önce inanmayan sonra kabullenemez.. kabullenmeyen takdir edemez.. muhabbet duymayan beraber olamaz.. aşık olmayan herhangi bir şeyin arkasına düşemez. Şimdi siz, bütün bu olmazları hiçe sayarak dış baskılarla bazı şeyleri gerçekleştirmeye kalkarsanız, maksadınızın aksiyle tokatlar yer, sevdirmek, kabul ettirmek istediğiniz kimselere karşı nefret uyarır ve tepki toplarsınız. Ama ne acıdır ki, bugün bağnazlık ve ihtiras bazılarının gözlerini kör ettiğinden aklın bedahetine rağmen çokları gül ararken dikenlere takılmakta ve sevgi arkasında koşarken nefretlere körük çekmekte..
Bence, günümüzün aydınlarının, hatta mektep ve medyanın, eğer insanımıza bir iyiliği olacaksa, bu iyilik onu bağnazlık, ihtiras ve fanatizmin öldürücü atmosferinden kurtararak gerçek insanî değerlere yönlendirme şeklinde olmalıdır. İlk dönem itibariyle bizde daha sonra Batıdaki yenilenme hamlelerinde, bu kabil duygu ve tutkulardan arınma hareketi birinci ameliye kabul edilmişti. Oysa ki son bir-iki asırdan beri, bizdeki değişim ve dönüşümleri planlayanlar, eğer, daha işin başında, ma'şeri vicdanda böyle bir arınma şuuru ve başkaldırma düşüncesi uyarabilselerdi bugün, beklenen inkılâpların en büyüğü gerçekleşmiş olacaktı.
Halbuki, bizdeki hemen bütün yenilikler, bazı kimselerin, biraz da dış manipülasyon ve baskılarla bir kısım bayağı arzulara hizmetten ibaret kalmıştı.. evet bu talihsiz dönemde bazı aydınlar ve bazı imkân sahipleri, sırf kendi keyif ve çıkarları için hem birkaç asırlık birikimi hem de çok ciddi bir metafizik gerilimi hiç olmayacak şekilde israf edivermişlerdi. Rica ederim, ilim düşüncesinin önemli bir dayanağı sayılan düşünce ve ilim hürriyeti, bir kısım ilim ağalarının heveslerini gerçekleştirmek ve ideolojik saplantıları olan bazı kimselerin işlerini kolaylaştırmak için midir? Ama ne acıdır ki, yıllardan beri bu bahtsızlar ülkesinde pek çok iş hep böyle olagelmiştir.. bir kesim burnunu dikmiş, dişlerini sıkmış ve avazı çıktığı kadar: Yobazlar, gericiler, dünyayı Orta ‚ağ karanlıklarına sürüklemek isteyenler, falanın düşmanları, filanın düşmanları diye bağırmaya başlamış; buna karşılık diğer bir kesim de, aynı eda ve üslûpla: Küfür yobazları, fanatik mülhitler, muhakemesiz mukallitler, imansız zındıklar karalamalarıyla, bu kategori içinde mütâlâa edeceği binlerce, milyonlarca ruhu rencide etmiş ve vicdanları baskı altına almıştır.
Şimdi sorarım size; insanların beynine vura vura, onlara kendi düşüncelerini kabul ettirmeye çalışan ve fikirleri baskı altına almak isteyen bir toplumda, ilim aşkından, yenilikten ve kolektif şuurdan bahsetmek mümkün müdür? Ruhların böylesine ezildiği, düşüncenin çelimsiz kaldığı, aşkın öldürüldüğü ve insanî değerlere saygının sıfırlandığı bir cemiyette olsa olsa yılanların, akreplerin, ezilme ve öldürülme korkusuyla iğne ve dişlerini geçirip zehirlerini boşalttıkları gibi, ısırmalar, sokmalar, zehir kusmalar ve öldürmeler olur...
Yeryüzü, insana insanca davranmayı, insanî değerlere saygılı olmayı, sevgiyi, aşkı, müsamahayı dinlerle, hususiyle de İslâm diniyle tanımıştır. İnsaflı bir bakış ve muhakemeli bir tarayışla Kitap, Sünnet ve Selef-i Salihin'in yaşayışları incelendiğinde, İslâm'ın, ahlâk, fazilet ve aşk etrafında örgülendiği görülecektir. Bilhassa İslâm'ın kitabı Kur'ân, insafla mütâlâa edilebilse O'nda, ilim aşkı, insan sevgisi, adalet duygusu ve nizam düşüncesinin nümâyân olduğu müşahede edilecektir. Vakıa, bazı ahvalde dinin temel kaynağı olan bu mübarek kitap, bir kısım çıkarcıların elinde bir kazanç vesilesi veya kin, nefret ve gayızla oturup-kalkan insanların dilinde bir intikam alma ve tatmin olma vasıtası yapılmak istenmiştir, ama; bu iş ve bu düşünceler o kitabın sesi, soluğu değildir; onu kendi hesaplarına konuşturmak isteyen bahtsızların homurtularıdır.. zaten, bütün sermayesi bu kabil homurtulardan ibaret olan bir kısım ses ağalarından ve sanatkârlardan başka bir şey beklemek de mümkün değildir.
Bir garip husus da şu ki; Allah'ın, kainatın bağrına serpiştirdiği ruh, mânâ ve muhtevayı dile getiren bu ezelî hutbeyi istismar etmek isteyenler uyarılacağına, dinin ruhuna cephe alındı ve o temizlerden temiz kaynak bulanık gösterilmeye çalışıldı.. derken, yılan, akrep zaafı türünden zaaflar çatışması başladı.. ve bu mübarek dünya bir baştan bir başa şuursuzca vuruşmaların arenası haline getirildi. Artık her yanda, hırsların, kinlerin, nefretlerin hay huyu duyuluyor ve her taraf mukabele-i bilmisil kaide-i zalimanesinin homurtularıyla inliyordu. Ve tabiî arada kaza kurşunuyla giden yine bizim şerefimiz, pâyimâl olan bizim ruhumuz, sürüklenip bir kenara itilen bizim ilim aşkımız ve öldürülen de bizim ilim düşüncemizdi.
Bu garip dönemin karakteristik özelliklerini şöyle hülasa etmek mümkündür: Düşünceler olabildiğine dekolte, davranışlar alafranga ve sun'i, üslûp taklitçi ve hemen her zaman tahakküm edalı, başkalarını yok edip onun yerine geçme düşüncesi, hastalık halinde, herkeste korkunç bir kindarlık, her yerde zalimce düşüncelerin -onlara da düşünce denecekse- vuruşması ve her kesimde birbirini yutmakla beslenme hırsı...
Aslında, bunlar bizim dünyamızda olmamalıydı; zira bizim kitabımız adalet ahlâkı ve adalet aşkıyla gelmiş ve o güne kadar duyulmamış bir derinlik ve belağatla, müntesiplerine sürekli peygamberlik ruh ve mânâsını talim etmiştir. Onun neşrettiği nur sayesinde, niceleri kendilerini aşarak başkaları için yaşama çizgisine ulaşmış.. ve her biri, insanlığı sonsuza taşımaya azmetmiş birer ışık süvarisi olmuştur. her şeyi sonsuzluk aşkı etrafında örgüleyen ışık süvarisi.
Bunun böyle olması gayet tabiiydi; zira Kurân'la gelen bu din, bütünüyle mükemmel ve gâye-i hayâl diyebileceğimiz bir sistemin adıdır.. ve bu sistemin esası, imandır, muhabbettir, aşktır, Allah rızasını arama yoludur.. ve her zaman inkılâp ve tekâmül tabiatlı ve tekâmül tabiatı da sonsuza açık olma hudutsuzluğunu hâizdir. Onun Peygamberi'nin hayat-ı seniyyeleri, bütün bu hususiyetleri ifade eden en canlı örneklerle doludur. Ama gel gör ki, bugün O, ağızları levsiyatla köpüren bir kısım inkârcıların hasmane tavırlarıyla, dostluğun gerektirdiği vefayı gösteremeyen birkaç düzine dost kılığındaki bilgisiz, görgüsüz cahillerin umursamazlığı arasında âdeta bir berzah hayatı yaşamakta.. O'nun düşmanlarının ne düşündüğü bellidir. Bari dostları vefalı olabilseydi!
Evet, bizim bilgi aşkımızı söndüren, kolumuzu-kanadımızı kırıp irademizi felç eden en büyük düşmanımız veya milletçe esaretimizin gerçek sebebi, işte bu vefasızlığımızdır. Düşmanların cefadan usanacağını bekleyeceğimize, keşke biraz da vefa diyebilseydik!
Bu âlemde sürekli, cansızlar hayata koşar.. hayat şuur ve idrake yürür.. karanlık-ışık tenavübü bir devr-i daim içinde döner durur.. ve her şey birbiri üzerinde basamaklaşarak gider bir marifet ufku teşkil eder.. evet, büyük-küçük bütün ırmak ve çayların akıp denizlere ulaşması gibi, eşya ve hadiseler de tıpkı bir çağlayan gibi hiç durmadan sonsuza akar.. ve ummana ulaşmak için hep başını taştan taşa vurarak koşar; koşar ve her şeyin, hepimizin gâye-i hayâli sayılan biricik hedefe ermeye çalışır. Bizim de, böyle iktidar ve mukavemetimizi aşan bir gayret ve hamleyle, şuur ve irade destekli böyle bir çağlayana kendimizi salarak geleceğe akmamız lazım. Aksine varlık ve hayat kendi tekamül vetirelerini yaşarken, yürüyen merdivenlere uygun binilmediğinde ve dönen kapılar usulünce geçilmediğinde başa gelen şeyler gibi, kainattaki umumi ahenge tevfiki hareket edilmeden gerçekleştirilmek istenen her teşebbüsün de, oluşum, gelişim ve tekamülden bir tekme yiyerek bir kenara itilmesi mukadderdir.
Biz, mübarek bir dönemde kendi tekamülümüz adına, Batı da kendi Rönesansı hesabına, insanoğlunun birkaç bin senelik bilgi birikimini değerlendirerek, yukarıda temel dinamiklerini arz etmeye çalıştığımız esaslar muvacehesinde biz de onlar da belli noktalara ulaştık ve belli bir yere geldik.
Şimdi eğer, bir yeni oluşumdan doya doya nasibimizi almayı düşünüyorsak -ki mutlaka düşünmeliyiz- yukarıda sık sık dolaylı da olsa temas ettiğimiz dinamikleri bir kere daha gözden geçirerek, bunları mutlaka toplumun her kesimine maletmeliyiz.
Evet, bu esaslar ve bu esasların ifade ettiği ruh ve mânâ zımnen dahi olsa toplumun ruhuna sindirilmeli, örflerimiz, âdetlerimiz içinde yeşerip kök salmaları sağlanmalı; aile, mektep, ma'bed, kışla gibi toplumun hiçbir kesimi bu ruh ve bu mânâdan mahrum bırakılmamalıdır. ‚ocukların ruhu daha ilkokul sıralarında bu mânâ ve bu ruhla yoğrulmalı, onlarla şahlandırılmalı ve daha sonraki dönemde de doz ayarlaması yapılarak onların ruhlarına hep aynı duygu ve aynı düşünce mutlaka içirilmelidir.
Aslında, ilmin kendisinden daha mühim olan bir şey varsa o da, ilim zihniyeti ve bu zihniyetin dayandığı prensiplerin ruhlara nakşedilmesidir. ‚ok erken yaşlarda başlayıp, belli dozlarla gençliğin ruhuna duyurulmaya çalışılan bu husus en az ana sütü kadar önemli ve o kadar da yararlıdır. Dahası bu ilim aşkı ve ilim ahlâkı, yediden yetmişe toplumun her ferdine behemehal aşılanmalıdır ki, cemiyetin değişik kesimleri arasında, düşünce, felsefe ve kültür farklılığından dolayı sürtüşmeler olmasın ve yığınlar teâruzların ve çekişmelerin ağında müsademe ve çözülmeler yaşamasın..
Bu hususun ahlâkî buudu, başlı başına tahlili gerektiren bir konu olması itibariyle şimdilik ileride hususi bir tahlil deyip geçiyorum.
Sızıntı, Nisan 1996, Cilt 18, Sayı 207
- tarihinde hazırlandı.