İlim Aşkı
Yeniden ilim aşkını ve düşünce iradesini elde etmeye çalışırken, realiteler görmemezlikten gelinmemeli ve tecrübeler de gözardı edilmemelidir. Evet, realite duygusu, aklın nezaretinde, vicdanın kontrolünde; görme, işitme, tatma, koklama ve dokunma kabiliyetlerimizle aynı çizgide değerlendirilmeli.. ve ilim yuvaları, bilim araştırma merkezleri ve bu istikametteki konferans, sempozyum, panel şeklindeki çalışmalar hep bu düşünceye omuz vermeli ve gönüllerimizde ilim aşkı, ilim heyecanı uyarılmalıdır. Sebepler dairesinde sebeplere riayet bir vazife, onları görmemezlikten gelmek ise bir cebriliktir.
Orta yol, sebepleri gözetmede en küçük bir boşluğa dahi meydan vermeyecek kadar tedbirli ve temkinli olmak, Allah'a itimat ve güvende de başka hiçbir şeye takılmama ölçüsünde mütevekkil bulunmaktır. Sebep-netice, illet-mâlul arasındaki münasebetler muteber sayılmalı ama, düşünce dünyamızda koyu bir determinizmaya da yer verilmemelidir. Olsa olsa orta yol mülâhazalı bir şartlı determinizmaya kapı aralanabilir. Böyle bir tevil esnekliği ne derece mazur görülür bilemeyeceğim ama, bizim dünyamızda da, illiyet ve tenasüb-ü illiyet prensipleri üzerinde bu kadar olsun durulmuş ve değişik değerlendirilmelere gidilmiştir.
Eğer cebri determinizma, aynı sebeplerin, aynı ortamda aynı neticeleri doğurmasının adı ise, şartlı determinizmaya mülâhaza dairemizin açık olduğu kendi kendine ortaya çıkacaktır. Şimdi bu mülâhazaları bizim ölçülerimiz içinde ele alacak olursak, fizik dünyasında cereyan ettiği ölçüde olmasa bile, içtimâiyatta dahi belli nispette sebep-sonuç meselesi her zaman söz konusu olabilir. Bu itibarla da, bugünkü hareket ve davranışlarımızın toplumda, yarın ne tür bir netice vereceğini şimdiden düşünmemiz icap edecektir. Bununla, ferdî ve içtimâi hayatımızın, bir nizam ve âhenk içinde sürüp gitmesi için, önceden bir plânın bulunması ve konuyla alâkalı her şeyin bu plân çerçevesinde gerçekleştirilmesi lazım geldiğini vurgulamak istiyoruz.
Evet, bugünkü toplumun yarınki varlığı, bugünkü devletin yarınki bekası, hatta devletlerarası muvazenede yerini alması, işte böyle bir plân ve böyle bir ilk teşebbüse bağlıdır ki, bu da, bugünle beraber yarınların, yarınki netice ve sonuçların çok iyi resmedilip belirlenmesi, değişik ihtimal ve alternatifleriyle dosyalanıp disketlere alınmasıyla mümkün olacaktır. Yoksa, içte ve dışta sürpriz hadiselerle karşı karşıya kalmamız kaçınılmazdır.
Eğer bugünkü mektepler, mekteplerdeki müfredat programı; üniversiteler ve bu yüksek ilim yuvalarında sistem; bakımevleri ve kimsesiz çocuklarla alâkalı projeler; okullardaki talebeler ve onlarla ilgili tasarılar; camideki cemaat, kışladaki asker, karakoldaki polis, devlet dairesindeki memur, fabrikadaki işçi ve bunlarla alâkalı temel disiplinler bugünümüz ve yarınlarımız açısından nazara alınıp, sebep-sonuç mülâhazasıyla değerlendirilmezse, yarın bu müesseselerin yetiştirdiği çıraklardan hiçbirinin kargaşaya alet olmayacağına teminat verilemez.. beş başı mamur insan yetiştirdiğimizden söz edilemez.. toplumun huzuru adına güvence verilemez.. ma'bed misyonunu yerine getiremez.. okul ma'bed kutsiyetine ulaşamaz.. kışla peygamber ocağı olma imtiyazını koruyamaz.. ve yığınlar derbederlikten kurtulamaz.
Her şey, bir başka âlemde hazırlanıp imdadımıza gönderilecekmişçesine evlerimizde oturup sürpriz şeyler bekleyemeyiz.. dahası, hayatın içinde miyiz, değil miyiz bunu çok iyi belirlememiz gerekir. Eğer bir toplumda: İnsan bu dünyada vaktini iyi geçirmeye bakmalı.. gelecek adına çok fazla kafa yormaya gerek yok.. (Ömer Hayyam'ca) geçmiş gelecek masal hep; eğlenmene bak ömrünü berbat etme.. ye-iç hayatın keyfini çıkar.. dünyayı sen mi kurtaracaksın?. Çok fazla düşünme delirirsin.. Allah'ın nimetlerinden istifade etmek de bir ibadettir... gibi -bazıları düşünce olarak doğru olsa da- mülâhazalar söz konusu ise, o toplum ruhta ve mânâda ölmüş demektir. Böyle bir toplumda aydına ve idareciye düşen vazife, o toplumu her kesimiyle bu korkunç düşünce inhirafından ve ruh kaymasından kurtarıp onu yüksek hedeflere yönlendirmek ve ilim düşüncesiyle aydınlatmaktır. Aksine, kitlelere gerçek ilim aşkı ve düşünce ruhu aşılama yerine onları günlük politikalarla sersemleştirir ve iktidar değişmeleriyle her şeyin farklılaşacağına inandırmaya kalkarsak, toplumu bütün bütün problem kaynağı haline getirmiş oluruz. Kaynağı toplum olan problemleri ne gücün düşüncelere baskısıyla, ne de zirvedekilerin sandalye münâvebeleriyle halletmek mümkün değildir. Kaldı ki bu problemleri bir kere çözseniz bile, değişen şartlar, farklılaşan dünya sürekli karşınıza yeni yeni problemler çıkaracaktır. Bu itibarla da, her köşe başında önümüzü kesmiş bizi bekleyen bu problemlere karşı, hakikat aşkı, ilim aşkı, düşünce aşkıyla mücadele etme mecburiyetindeyiz.
Varlık, her zaman bir değişim ve tekâmül süreci içinde bulunduğuna göre -biz bu tekâmülü, evolüsyoncuların anladığı mânâda bir değişim ve dönüşüm şeklinde düşünmüyoruz- bizim varlık ve hadiselerin dışında kalmamız, kendi kendimizi her şeyden tecrit etmemiz mânâsına gelir ki, bu da kâinatın dönen dolaplarıyla müsademe etmek demektir. Aslında kâinattaki bu yenileşme ve gelişme esprisini kavramadan ne hilkati, ne insanoğlunun misyonunu ne de insan gerçeğini anlamak kabil değildir.
Bu âlemde sürekli, cansızlar hayata koşar.. hayat şuur ve idrake yürür.. karanlık-ışık tenavübü bir devr-i daim içinde döner durur.. ve her şey birbiri üzerinde basamaklaşarak gider bir marifet ufku teşkil eder.. evet, büyük-küçük bütün ırmak ve çayların akıp denizlere ulaşması gibi, eşya ve hadiseler de tıpkı bir çağlayan gibi hiç durmadan sonsuza akar.. ve ummana ulaşmak için hep başını taştan taşa vurarak koşar; koşar ve her şeyin, hepimizin gâye-i hayâli sayılan biricik hedefe ermeye çalışır. Bizim de böyle iktidar ve mukavemetimizi aşan bir gayret ve hamleyle, şuur ve irade destekli böyle bir çağlayana kendimizi salarak geleceğe akmamız lazım. Aksine varlık ve hayat kendi tekamül vetirelerini yaşarken, yürüyen merdivenlere uygun binilmediğinde ve dönen kapılar usulünce geçilmediğinde başa gelen şeyler gibi, kainattaki umumi ahenge tevfiki hareket edilmeden gerçekleştirilmek istenen her teşebbüsün de, oluşum, gelişim ve tekamülden bir tekme yiyerek bir kenara itilmesi mukadderdir.
Biz, mübarek bir dönemde kendi tekamülümüz adına, Batı da kendi Rönesansı hesabına, insanoğlunun birkaç bin senelik bilgi birikimini değerlendirerek, yukarıda temel dinamiklerini arz etmeye çalıştığımız esaslar muvacehesinde biz de onlar da belli noktalara ulaştık ve belli bir yere geldik.
Şimdi eğer, bir yeni oluşumdan doya doya nasibimizi almayı düşünüyorsak -ki mutlaka düşünmeliyiz- yukarıda sık sık dolaylı da olsa temas ettiğimiz dinamikleri bir kere daha gözden geçirerek, bunları mutlaka toplumun her kesimine maletmeliyiz.
Evet, bu esaslar ve bu esasların ifade ettiği ruh ve mânâ zımnen dahi olsa toplumun ruhuna sindirilmeli, örflerimiz, âdetlerimiz içinde yeşerip kök salmaları sağlanmalı; aile, mektep, ma'bed, kışla gibi toplumun hiçbir kesimi bu ruh ve bu mânâdan mahrum bırakılmamalıdır. Çocukların ruhu daha ilkokul sıralarında bu mânâ ve bu ruhla yoğrulmalı, onlarla şahlandırılmalı ve daha sonraki dönemde de doz ayarlaması yapılarak onların ruhlarına hep aynı duygu ve aynı düşünce mutlaka içirilmelidir.
Aslında, ilmin kendisinden daha mühim olan bir şey varsa o da, ilim zihniyeti ve bu zihniyetin dayandığı prensiplerin ruhlara nakşedilmesidir. Çok erken yaşlarda başlayıp, belli dozlarla gençliğin ruhuna duyurulmaya çalışılan bu husus en az ana sütü kadar önemli ve o kadar da yararlıdır. Dahası bu ilim aşkı ve ilim ahlâkı, yediden yetmişe toplumun her ferdine behemehal aşılanmalıdır ki, cemiyetin değişik kesimleri arasında, düşünce, felsefe ve kültür farklılığından dolayı sürtüşmeler olmasın ve yığınlar teâruzların ve çekişmelerin ağında müsademe ve çözülmeler yaşamasın.
Bu hususun ahlâkî buudu, başlı başına tahlili gerektiren bir konu olması itibariyle şimdilik ileride hususi bir tahlil deyip geçiyorum.
Sızıntı, Mayıs 1996, Cilt 18, Sayı 208
- tarihinde hazırlandı.