Sıradanlık duygusu ve tasrif üslûbu
Soru: Yaptığımız iş ve vazifelerde, zamanla, sıradan bir iş yapıyor olma duygusu ağır basabiliyor. Böyle bir duygunun menfî tesirlerinden korunma adına neler tavsiye edersiniz?
Mebdede en derin aşk u heyecanla başlayan aksiyon ve hizmetlerde bile eğer yapılan iş ve faaliyetler standart hâle getirilmiş, yeni renk, desen ve nakışlarla onlara ayrı bir farklılık ve derinlik kazandırılmamışsa insanın bir müddet sonra, ülfet ve alışkanlığın boğucu atmosferi altında bir kadavra hâline gelmesi mukadderdir. Çünkü böyle bir durumda meşgul olduğunuz işler, çok önemli ve hayatî olsa da, onlar size muttarid hâdiselerden bir hâdise gibi görünecek, nazarınızda sıradanlaşmaya başlayacak ve hatta "bir an önce yapayım da aradan çıksın" anlayışı hâkim olacaktır. Bu açıdan şayet biz Allah'ı, Peygamberi gönüllere duyurup sevdirme gibi çok ulvî bir iş peşinde bulunuyorsak sürekli formatla oynamalı, farklı formatlar bulmalıyız ki, hem muhatabımız olan kimselerde bir bıkkınlık hâsıl olmasın, hem de biz, yaptığımız işlere karşı bir kanıksama duygusu içine girmeyelim.
Farklı şive farklı neşve doğurur
İsterseniz siz bu meseleyi Kur'ân-ı Kerim'in tenzil ve tebliğde takip ettiği tasrif esprisiyle irtibatlandırabilirsiniz. Kur'ân-ı Mu'ciz'ül-Beyan'a bu nazarla bakıldığında, aynı mazmun ve aynı mefhumun, farklı yerlerde, farklı üslûp ve formatlarla sunulduğunu görürsünüz. Meselâ bir kıssayı Musa, değişik problemlere misal teşkil etmesi, o problemlerden sıyrılma yollarını göstermesi ve o problemler karşısında peygamberane bir azim ve cehde vurguda bulunması adına birçok yerde tekerrür ediyor. Buna rağmen bir yerdeki kıssa hiçbir zaman başka bir yerdeki kıssanın tekrarı şeklinde ortaya konmuyor. Her seferinde aynı kıssa farklı ifadelerle karşımıza çıkıyor. Diğer yandan Allah (celle celâluhû) aynı hakikati farklı ifadelerle dile getirme adına bazen Hz. Musa'yı, bazen Hz. İsa'yı, bazen de İnsanlığın İftihar Tablosu'nu (Allah'ın salât ve selamı onların üzerine olsun) konuşturuyor. İşte bunun adı tasriftir.
Meseleler her defasında böyle bir format değişikliği ve farklı bir şive ile sunulabildiği takdirde, bu durum beraberinde farklı bir neşve getirir; o da insanda farklı bir inşiraha sebebiyet verir. Evet, eğer siz meselelerinizi hep bir farklılık içinde sunabilirseniz, onları sürekli kendi derinlik ve enginliğiyle sunmuş ve dikkatleri de bu hakikatlere çekmiş olursunuz. Bu da temsil ettiğiniz meselelere karşı gönüllerde saygı uyarır. Bizim sahip olduğumuz değerler, bizatihi kıymetli ve değerlidir. Bu sebeple onlar bakırcılar çarşısında değil; altın, gümüş, zebercet veya yakut ticaretinin yapıldığı bir çarşıda piyasaya sürülmelidir. Fakat nice güzel hakikat vardır ki, bunlar, meseleleri usûlünce takdim edemeyen kimselerin ağzında değer ve kıymetini kaybedebilir. Nice sönük hakikatler vardır ki, onlar, meseleyi çok iyi kompoze ve ifade eden insanların dilinde ayrı bir güce ulaşır ve âdeta karşı tarafı büyüler. Bazen bâtıl; cerbeze, mugalata, demagoji ve diyalektikle revaç bulurken, hak ve hakikat, güzel bir takdimle muhataplara sunulmadığından hakkı olan revaçtan mahrum kalabilir. Bu açıdan eğer sizin temsil ettiğiniz, sahip çıktığınız ve başkalarına anlatmaya çalıştığınız meseleler hakikatse -ki öyle olduğu muhakkaktır- tasrif üslûbuyla başkalarında da o hakikatlere karşı gerekli saygıyı uyarmalısınız.
İçinde bulunulan zamanın farkında olmak
Eskimemenin, başka bir ifadeyle sürekli yeni kalabilmenin önemli bir vesilesi de insanın yaşadığı zamanın farkında ve şuurunda olmasıdır. Biz, ibnü'l-vakt yani zamanın çocukları olduğumuza göre, içinde yaşadığımız zamanı iyi bilmemiz ve zamanın gereklerine göre bir usûl takip etmemiz gerekiyor. Meselâ benim bugün kalkıp, İzmir veyahut Edremit'te vaaz ettiğim otuz-kırk sene evvelki yol ve usûlle insanlara bir şeyler anlatmam doğru olmaz. Çünkü bugünün insanları o günün insanlarından farklıdır. Belki bugün birçoğu o günkü söylenenleri ezbere bilmektedir. Bugün yapılması gereken ise, anlatılan hususları felsefî derinlikleriyle ele alma ve meselelerin mâkuliyeti üzerinde durmaktır.
Meselâ bugün anlatacağınız bir konunun fıkhî veçhesi varsa, o meseleye Şatıbî'nin açtığı pencereden bakabilmeli veya Taftazâni'nin Telvih'i çerçevesinde o meseleyi ele alabilmelisiniz. Eğer siz bunu yapabilirseniz, insanlar, anlatılanları dinlemeye değer bulacaktır. Yoksa hakikat aynı hakikat olmasına rağmen muhataplar hakikate karşı müstağni davranabilirler. Madem Muallim-i Ezelî ve Ebedî olan Allah (celle celâluhu), Kur'ân'da tasrif yaparak bize bir kapı aralıyor, yapmamız gerekli olan vazifeler hususunda bize bir yol gösteriyor, o hâlde bizim de bunu çok iyi değerlendirmemiz gerekir.
Yukarıda zamanın çocuğu olma esprisini kavramanın önemine işaret ettik. Ancak bu noktada durup yanlış anlaşılabilecek bir hususa dikkatlerinizi çekmek istiyorum. Yaşadığı zamanın şartlarından gafil bulunmak doğru olmadığı gibi, meseleyi tamamen zamana bağlayarak tarihsellik mülâhazasına girmek de doğru değildir. Ben yukarıda anlatılanlardan, böyle bir mülâhazam olduğu hissini uyarmışsam, bundan Allah'a sığınırım. Çünkü ezelî oldukları gibi ebedî olan Kur'ânî hakikatler kat'iyen değişmezler.
Ancak ister Kitap'ta isterse Sünnet-i Sahiha'da sarih olarak yer almamış, zamanın idrakine göre açık bırakılmış alanlar vardır. İşte zamanın çocukları içtihat ve istinbatlarıyla bu alanları dolduracaklardır. Ayrıca değişik zamanlarda yapılan içtihat ve istinbatların hangisinin günümüz ihtiyaçları zaviyesinden tercih edilerek insanlara sunulacağı da üzerinde durulması gereken diğer önemli bir husustur. İşte zamanın müessir olduğu alanlar bunlardır. Üstad Hazretleri'nin: "Zaman bir büyük müfessirdir; kaydını izhar etse, itiraz olunmaz." ifadesi de bu hakikati veciz bir şekilde dile getirmektedir.
Kendini muhasebe ve yeniden diriliş
Kendini yenilemenin diğer önemli bir vesilesi de belli aralıklarla iş ve faaliyetlerin muhasebe ve değerlendirmeye tâbi tutulmasıdır. Ben, Japonların senede bir iki ay, asude bir yere çekilip, yaptıkları veya yapacakları işleri görüştüklerini duymuştum. Bu toplantılarda, geçmişte yapılanlar tecrübe adına bir kere daha zihinlerde canlandırılıyor, yeniden formüle ediliyor, bunun yanı sıra geleceğe hazırlanma ve böylece metafizik gerilimi muhafaza adına yeni hedefler belirleniyormuş. Sınâî ve ticarî hayat adına bile bu şekilde seminerler tertip ediliyorsa, irşat ve tebliğ gibi insanların ebedî hayatını ilgilendiren bir meselede sürekli rehabilitasyona ihtiyaç duyulacağı zannediyorum izahtan vârestedir. Evet, dünyevî ve maddî işlerde bile bu mesele bir zaruret olarak görülüyorsa, irşat ve tebliğ açısından buna zaruret der zaruret (zaruret üstü zaruret) olarak bakmak icap eder. Bu açıdan diyebiliriz ki, bir irşat yolcusu, her sene kendi donanımını zenginleştirecek bir seminere katılmaz, bir yerde zihnini arındırmaz, geçmiş seneki falsolarını gözden geçirip istikbal adına alınması gereken tedbirleri almazsa aynı hataları, aynı yanlışlıkları tekrar eder durur ve yaptığı işlerde başarılı olamaz.
İşte bizim böyle bir rehabilitasyona ihtiyacımız vardır. Çünkü altına girdiğimiz sorumluluk çok ciddi ve çok büyüktür. Biz, Allah'a ve Resûlullah'a ait bir hukuku, bir yönüyle Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) bize tevdi buyurduğu emaneti temsil etmeye çalışıyoruz. Bir misal olması açısından ifade edeyim. İbn Mes'ud Hazretleri on defa oturup kalkmadan, "la havle" çekmeden, kasıklarını tutmadan, şakaklarına elini götürmeden Efendimiz'den bir meseleyi ifade etmeye cesaret edememiştir. Zira o, aktaracağı mevzuun temel esprisine aykırı bir şey dile getirmekten korkmuştur. İşte bu, bir yönüyle mesuliyetinin farkında olma demektir. Çünkü bazen bir kelime her şeyi yıkabilir. Büyüklerin konuşmalarında görüyorsunuz, şeker şerbet gibi laflar ediyorlar. Fakat bazen bülbül nağmeleri içine bir saksağan sesi karıştırdıkları an her şey altüst oluveriyor.
Sorumluluk altında bulunan insanlar hiçbir zaman ulu orta konuşamazlar. Bir hasta, sadece kendi hastalığı ile ilgili bazı mülâhazalar serdedebilir. Ama tabiplik disiplinini benimseyen bir tabip, şayet yaptığı yeminin hakkını vermeyi düşünüyorsa ve meslek ahlâkını benimsemişse hiçbir zaman kulaktan dolma malumatla konuşmaz/konuşamaz. Aksi takdirde yanlış bir ifadeyle, tedavi etmesi gereken bir hastayı çok daha ciddi komplikasyonlara sevk edebilir. Şimdi mesele, sizin dünyevî hayatınızı tanzim eden, uhrevî hayatınızda size ebedî saadetin yollarını gösteren, size sağlam bir ulûhiyet ve nübüvvet telakkisi kazandıran din meselesi olunca, bunun ne kadar ciddiyet isteyeceği açıktır. Böyle bir mesele, senede bir iki defa rehabilitasyon görmeden eski bilgilerle götürülemez.
En çok yanlış yapanlar
Bazıları yirmi-otuz senedir insanlık yolunda koşturan bir dairenin içinde bulunabilir. Fakat beslenme mekanizması sağlam işletilmemişse turnikeye önce girenlerin bilgileri diğerlerinin on sene gerisinde kalabilir. Daha da acısı turnikeye önce girenlerin bunun farkında olmamalarıdır. Bu açıdan bir kere daha kefeni yırtıp, bir kere daha yeniden gömlek giyip, bir kere daha vira bismillah diyerek meseleyi yeniden ele alma, yeniden anlama ve yeniden tahlil etmeye koyulmamız iktiza ediyor. Yoksa hiç farkına varmaksızın pek çok yanlışlık içine girilir. En çok yanlış yapanlar da kıdemine güvenenlerdir. Mübtediler onlara göre daha az yanlış yaparlar. Çünkü onlar bir gözüyle yapacağı işe odaklanırken diğer gözüyle de önlerindeki rehberlere bakarlar. Fakat ne zaman ki, insanın zihninde "Bunca yıldır işin içindeyim. Ben de bir şeyler biliyorum..." mülâhazası oluşmaya başlarsa, bilmelidir ki, o çoktan işin dışına çıkmıştır, olup bitenlerin farkında değildir. İşte böyle bir duruma düşmemek için herkesin her sene bir iki defa bir araya gelerek, müktesebatını, işin neresinde durduğunu, ne tür hatalar yaptığını gözden geçirmesi, aynı hataları bir daha yapmamak için alınması gereken tedbirleri ve gelecekte yapılması düşünülen iş ve projeleri müzakere masasına yatırması gerekir.
- tarihinde hazırlandı.