Kur’ân-ı Kerim’in üslûbu
Soru: “Her nefis, her lâhza ölümü tatmaktadır. Sonunda bizim huzurumuza getirileceksiniz” (Ankebût, 29/57) ve “Ey iman edenler! Ne alış verişin, ne bir dosttan yardım beklemenin ve ne de bir kimseden şefaat ummanın mümkün olmadığı bir gün gelmeden önce, sizi rızıklandırdığımız şeylerden infak edin, onun yolunda harcayın” (Bakara, 2/254) gibi âyet-i kerimeleri, muhatapları yetiştirici bir ikaz olarak mı anlamak lâzım? Bunları, o âyetlerin öncesi ve sonrasıyla nasıl te’lif ederiz?
Cevap: Evvela, affınıza sığınarak ifade etmeliyim ki, bir eseri toplayıp düzenleme, meseleleri uzlaştırma, bağdaştırma ve biraz da tekellüfle arada irtibatlar kurma mânâlarına gelen te’lif sözü bir nakısayı, eksiklik ve kusuru da tedaî ettirir, çağrıştırır. Bundan dolayı, başka kitaplardan farklı olarak Kur’ân-ı Kerim hakkında te’lif kelimesini kullanmamak lâzımdır.
İman esasları, vahyin indirilişindeki keyfiyet açısından, Kur’ân-ı Kerim’in atkıları ve profilleri gibi esas olmuş; diğer meseleler ise, değişik yerlerde, o yerlerdeki durumlarına ve aradaki münasebete göre, siyak ve sibaka bağlı olarak iman esaslarının üzerinde örgülenmiştir. Bazen iman açıkça anlatılmış, insanlar inanmaya çağrılmıştır. Mesela, pek çok yerde “Allah’a ve Resûlü’ne iman edin” (Nisa, 4/136) denilmiştir. Bazen de, “Böylece Allah, iman edip güzel ve makbul işler (sâlih amel) yapanları ödüllendirir. İşte onlara bir mağfiret ve çok değerli bir nasib vardır” (Sebe, 34/4) gibi âyet-i kerimelerde bir isim cümlesiyle imana işaret edilerek, doğrudan emir olmayan ihbârî bir üslûp kullanılmıştır. Fakat bu ihbârî üslûba terettüb eden şeyler itibarıyla o amelin bir farz ya da vacip olduğu anlaşılır. O ameli yapmamanın çok büyük bir hizlan ve hüsran olduğu kavranır. Dolayısıyla, biz onu yapmanın farz, terk etmenin ise haram olduğuna inanırız.
Usuldeki prensipler açısından, emirler ve nehiyler kendi mânâlarının yanında başka mânâlara da geldiği gibi, ihbârî cümleler de bazen, bütün akitlerde olduğu üzere, inşaî mânâ ifade eder. Bazen emir ya da nehiy için vaz’edilmemiş gibi görünen bir haber cümlesi sonuç itibarıyla emir veya nehiy ortaya koyar. Bu emir ve nehiyler bazen peşi peşine sıralanır, tafsilen anlatılır. Mesela, özellikle yatsı namazlarından sonra okuduğumuz Bakara Sûresi’nin 285. âyetinde meâlen, “Peygamber, Rabb’i tarafından kendisine ne indirildi ise ona iman etti; mü’minler de (iman ettiler). Onlardan her biri Allah’a, meleklerine, kitaplarına ve resûllerine iman etti. ‘Onun resûllerinden hiçbirini diğerinden ayırt etmeyiz’ dediler ve eklediler: ‘İşittik ve itaat ettik ey Rabb’imiz, affını dileriz, dönüşümüz sanadır’ ” dedikleri haber verilerek iman esasları doğrudan doğruya ve art arda sıralanmıştır.
Bazen de “O müttakiler ki, görünmeyen âleme (gayb’a) inanırlar. Namazlarını tam dikkatle îfâ ederler. Kendilerine ihsan ettiğimiz nimetlerden infak ederler” (Bakara, 2/3) şeklinde icmalî ifadeler kullanılmıştır. Mutlak ve mukayyed olmak üzere değişik gayblar olması itibarıyla, “Gayba iman ederler” sözüyle herhalde gayba taallûk eden her şey murad edilmiş; yani, iman esaslarının tamamı kastedilmiştir. Bu iki âyette de doğrudan doğruya “İman edin” emri yoksa da mü’minlerin vasıfları ortaya konularak mü’min olma yol ve şartları gösterilmiş; böylece de iman zımnen emredilmiştir.
Gayb-ı mutlak bizim için, bilinmezlik mânâsına değil, ihâta ve idrak edilmezlik mânâsına Zât-ı Ulûhiyet’tir; ulûhiyet hakikatidir. Meleklere inanma gibi diğer iman esasları ise mutlak gayb değildir, bizim gibi kimseler için gaybdır. Çünkü peygamberler melekleri görmüşlerdir, hatta bazı evliyanın da onlarla münasebeti olabilir.
Evet, bazı âyetlerde icmalî; ayrıntılara inmeden, özet halinde anlatım bulunmaktadır. Daha sonra, bir başka âyette de bu icmal tafsil edilmekte, etraflıca açıklanmaktadır. Fakat kullanılan lâfızlar, ister inşaî cümleler olsun, isterse ihbarî cümleler, iman hakikatlerini vaz’a matuf ortaya konmuştur.
Bazı âyetlerde de, “usûl-ü İslâm” dediğimiz, Müslümanların İslâm’ın şartları diye bildikleri namaz, oruç, hac, zekât gibi ibadetler; muâmelâta mütaallik meseleler ve hatta muâmelâtla alâkalı meselelerin füruatı, yani asla nisbetle ikinci üçüncü dereceden önemli dalları; Mesela, ailevî münasebetler, ailevî münasebetlerde nikâh, nikâhın keyfiyeti, nikâhta haram olan hususlar, talak (boşanma) mevzuu, eşlerden birisinin ölmesi durumunda ortaya çıkan meseleler, çocukların nafakası, kocası müteveffâ bir kadının nafakası gibi mevzular ele alınmaktadır.
Kur’ân-ı Kerim, bazı mevzuları belli bir tertip üzere, hususî surette, etraflıca ve bir irtibat içerisinde ortaya koyarken ve biz anlatılanlardan Hazret-i Şâri’in maksadını anlayarak âyetleri okumaya devam ederken bakıyoruz ki, anlatılan konudan farklı olarak, o işin içinde istidrâdî gibi görünen bir âyet geliyor. Hiç münasebeti yokmuş gibi görünen, akla öyle gelebilecek bir mevzuya geçiliyor. Mesela, insanın eşine karşı nazik ve lütufkâr davranması gerektiğinin vurgulandığı bir yerde, “Cehennemden korkun!” deniliyor. İlk bakışta münasebet yokmuş gibi görünse de, biraz im’ân-ı nazarda bulunulunca görülüyor ki, aslında tam söylenmesi gereken söz, söylenmesi gereken en uygun yerde ifade ediliyor.
Başkalarının çok defa kuru, donuk, aynı konudaki şeyleri üst üste istif ederek meydana getirdiği kitaplardan farklı olarak, Kelâm-ı İlâhî, muhataplarını daima hüşyar tutacak bir üslûp kullanıyor. Ayrıca, her meseleyi neticede bir iman esasına bağlıyor; dinin esasâtını tesis ediyor; bu tesiste kullanılması gereken malzemeyi bütünüyle kullanıyor ve neticede de mü’minler için çok önemli bir imanî rüknü hatırlatıyor. Az önce verdiğimiz misale dönecek olursak, eşler arasındaki münasebeti anlatırken birden ahireti, cennet ve cehennemi nazara veriyor ve yapılan iyi ya da kötü amellerin bir karşılığı olduğunu, bu husus düşünülerek davranılması gerektiğini irşad buyuruyor. Dahası, o konuları anlatmanın yanı başında, inandırmanın yollarını da uygun bir şekilde kullanıyor. İnsanları, yolunca ve usulünce inanmaya sevk ediyor.
Böylece Kur’ân-ı Kerim, meselelerimizi nasıl anlatmamız gerektiği hususunda bize de bir üslûp öğretiyor. Biz o üslûbu kullandığımız zaman insanlar inanır mı inanmaz mı, o ayrı bir mesele. Allah (celle celâluhû) kalblerini mühürlemişse inanmazlar. Fakat meselelerimizi o şekilde anlatırsak, biz inandırma adına lâzım gelen şeyleri yapmış oluruz. Biz, her halimizle, her sözümüzle, her tavrımızla, her davranışımızla inandırıcı olma durumundayız. Ama inandırmak bizim vazifemiz değildir. Evet, biz güven kaynağı olmalıyız. Halimize, sözümüze bakan herkes demeli ki, “Bunlardan yalan sâdır olmaz.” Fakat inandırma işine gelince, o ayrı bir fiildir ve onu Allah (celle celâluhû) yaratır; ona bizim gücümüz yetmez.
- tarihinde hazırlandı.