Kur’ân-ı Kerim’in sırrı
Soru: Kur’ân okurken, çoğu zaman doğrudan bize hitap ediliyormuş gibi hissediyoruz. Öyle âyetlerle karşılaşıyor ve günlük hayatın iyi ya da kötü hâdiselerine değişik yönleriyle öyle temas edildiğini görüyoruz ki, Kur’ân’ın bizi takip ettiği duygusuna kapılıyoruz. Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz? Herkes Kur’ân-ı Kerim’in kendisini takip ettiğini müşahede edebilir mi?
Cevap: Kur’ân-ı Kerim ezelden gelip ebede gittiğinden, onun insanlara bakan menfezleri tevâfuklara her zaman açıktır. Fakat her şeyden önce o, Allah’ın kelâmıdır. Cenâb-ı Hak, bir dönemde konuşmuş ve artık konuşmuyor değildir. O, zaman üstü konuştuğundan, onun kelâmı da zamanı aşkındır ve Kur’ân, kelâm-ı nefsînin bizlerde kelâm-ı lâfzî şeklindeki nebeânından, feyezânından ibarettir. Biz, şartlarını yerine getirirsek, o feyezânı ve nebeânı her zaman ter ü taze duyabiliriz. İnsanların yazdığı yeni kitaplar çok geçmeden eskir, bazıları da ölür gider; falan tarihte falanın te’lif ettiği bir kitap olur; yani, mazi olur o. Kur’ân-ı Kerim için ise mazilik de yoktur, müstakbellik de. O, zaman üstüdür.
Risalelerde de anlatıldığı üzere, geçen seneki ve mesela dünkü Kadir Gecesi, çok yakın oldukları halde onlara ulaşamayız. Bir sene bekleyip, senenin günlerini dolaşırsak tekrar Kadir Gecesi’ni yakalarız. Fakat zaman üstü olan bir insan, dünü, öbür günü, geçen seneki veya birkaç sene önceki Kadir gecelerini, gelecek bütün Kadir geceleriyle beraber görebilir. Onları aynı anda idrak edebilir. Çünkü o, meselelere ruhun ufkuyla bakar. Ruh ise, mekânla kayıtlanamaz, zamanla sınırlanamaz.
Bu durum, bir bakımdan herkes için mukadder değildir. Bazı tabiatlar, bir hikmete binâen Allah (celle celâluhû) tarafından bu tür mazhariyetlere kapalı tutulmuştur. Bu kapalılıkları da, onlar için maslahattır, tehlikelerden korunmadır. Fakat mahiyet-i insaniye, potansiyel olarak bu ölçüde bir inkişafa müsait yaratılmıştır; yani insan, mahiyeti itibarıyla zaman üstü, mekân üstü olabilir, dünü yarınla beraber görebilir. Doğrudan doğruya huzur-u risaletpenâhiye ulaşabilir ve Efendimizi (sallallahu aleyhi ve sellem) dinleyebilir. Hz. Cibril’i Kur’ân okurken duyuyor gibi olabilir; Zât-ı Ulûhiyetin bîkem u keyf kendisine konuştuğunu duyabilir.
Buna binâen, ehlullahtan bazıları, Efendimizden (sallallahu aleyhi ve sellem) ve sahabeden hadis aldıklarını söylüyorlar. Hatta “Ben tâbiînim” diyen insanların sayısı az değildir, çünkü bahsettiğimiz bir keyfiyette sahabeyi görmüşlerdir. “Doğrudan doğruya Efendimizden emir aldım” diyen insanların sayısı da az değildir. Fakat bu şekilde zaman üstü yaşamak herkes için mukadder değildir demesem de ulaşılması çok zor bir zirvedir.
Bazı tabiatlar, istidradî arz ettiğim gibi, gurur ve çalıma açık oluyorlar. Öyleyse, onlar için maslahat, ihsân-ı ilâhîyi ihsas etmemektir. Bundan dolayı, Cenâb-ı Allah da, bazılarına nimetlerini hissettirmez; fevkalâde şeyleri onlara hiç duyurmaz ve hiç yaşatmaz. Bu kapalılık kulun hayrı ve iyiliği içindir. Çünkü o tür mazhariyetlere erenlerin, onları gizli tutması, onlara bel bağlamaması, gurur ve kibre girmemesi, yakınlığına rağmen kendini uzak bilip daha yakınlara ulaşma yolları araması ve en yakın olduğu zaman bile sürekli bir kapının arkasından sesleniyor gibi davranması gerekir.
Benim düşünce ve isteğim de hep bu çizgide oldu. Yani, çok yakın olayım; fakat kendimi pek uzak bileyim. Matmah-ı nazar olayım; ama öyle olsam bile kendimi kapıda bir Kıtmîr olarak dahi görmeyeyim. Rahman u Rahîm, beni öyle bir noktada tutsun ki, ben kendime hakikaten arpa kadar değer vermeyeyim. Şahsiyetimi ulûhiyet hakikati içinde eriteyim, yok edeyim. Fenâfillaha ve bekâbillah-meallaha ulaşayım ki, gerçek kıymet de oradadır; ne keşif, ne keramet, ne de harikulâde haller... Gerçek kıymet “Sadece Rabb’im, sadece Rabb’im..” mülâhazasındadır.
Selef-i sâlihînin, kerametlere “erkeklerin hayız kanı” nazarıyla baktıklarını birkaç kez ifade etmiştim. Bu mülâhaza, fevkalâde hallere mazhariyetten daha önemli bir mülâhazadır. Bu mülâhazanın birinci basamağı, Cenâb-ı Hakk’ın ihsanını ihsas etmemesi, duyurmaması vardır ki, bu doğrudan doğruya merhamet-i ilâhiyenin bir tecellîsidir. Kulun bu mevzuda kararlı olması ve bir tek onun rıza ve hoşnutluğunu talep etmesi de ikinci basamaktır. Öyle bir kulun nabız atışları hep “Sen… Sen..,” şeklindedir. O, oturur kalkar Yunusvârî,
Cennet cennet dedikleri
Birkaç köşkle birkaç huri
İsteyene ver sen anı
Bana seni gerek seni.
der ve devam eder: “Bana şu anda kutbiyeti, gavsiyeti de versen, ‘Şah-ı Geylânî oldun’ da desen ve ben de onun gereklerini veya ona bağlı bütün eltâf-ı sübhâniyeyi duysam, hissetsem ve yaşasam, görülecekleri görsem, Hz. Cibril’in sana kurbiyeti içinde azamet-i heykeline şahit olsam... Ben bunların hiçbirisini istemiyorum. Kendi küçüklüğümü kabul edecek bir duygu istiyorum senden. Kendi küçüklüğümden senin büyüklüğüne bakmak istiyorum.” İşte böyle bir duygu ve kararlılık, harikulâde şeylere mazhar olmaktan çok daha büyük bir mazhariyettir.
Meseleye girerken, bir ara cümlecik olarak, Kur’ân’ın bizi takibini kendimize vermememiz gerektiği hususunun hatırlattığı bir iki noktayı söylemiş oldum. Tekrar asıl mevzuya döneyim: Kur’ân bizi takip eder; çünkü o, Allah’ın kelâmıdır. Ona, bir kere inmiş, bitmiş nazarıyla bakılamaz. Bir de ihsan-ı ilâhî olarak tevâfuklar vukû’ bulur. Biz bir şey konuşuruz, daha sonra Mushaf’ı açtığımızda o konuyla alâkalı bir âyet çıkar. O gün belli bir mevzuda konuşmuşuzdur, bakarsınız o gün okuduğumuz hizbimizde o mevzu vardır. Namazda sûreleri sırasıyla okuyoruzdur, o gün de bazı meseleleri müzakere etmişizdir, bakarsınız sıra müzakere ettiğimiz meseleleri ihtiva eden sûreye gelmiştir. Belli ki bunlar bizim üzerimizde, planlarımızın ötesinde cereyan eden hâdiselerdir. Evet, bunlar bizim iktidarımızla olabilecek şeyler değildir. Her şey, bizi bilen, o “Kitab”ı bilen ve hâdiseleri de bilen bir zât tarafından planlanıyor, programlanıyor ve biz o kaderî senaryonun oyuncuları gibi rolümüzü oynuyoruzdur. O bize bir şey üflüyor ve biz de hiç farkına varmadan onu söylüyor, onu mırıldanıyoruzdur.
Gördüğünüz gibi burada irademiz yok değil, bizim için de bir irade söz konusudur; cebre düşmeyelim. Fakat meydana gelen hâdise bütün bütün beşer iradesiyle hâsıl olacak gibi de görünmüyor. Beşer kendi iradesiyle, istediği mevzuyu Kitab’ın içerisinden onu açar açmaz nasıl bulabilir? Demek ki, Kur’ân’ın böyle bir takibi vardır. En azından meseleye bu zaviyeden bakabiliriz. Onun ezeliyeti, zaman ve mekân üstü olması, evveli ve âhiri bulunmaması demektir; yoksa, geçmiş zamanın son noktası demek değildir. Bir şeyin ezeliyeti sabit olunca, ebediyeti de sabittir. O ikisini birbirinden ayıramazsınız. Öyleyse ezelî ve ebedî olan bir “Kitap” bizi her zaman takip edebilir.
- tarihinde hazırlandı.