İ’la-yı Kelimetullah veya Mukaddes Vazife
Zikir ve aksiyon
Soru: Efendim, siz bir taraftan, câmi’ bir dua kitabı olan Mecmûatu’l-Ahzâb’ı nazara veriyor, sürekli evrâd u ezkâra teşvik ediyorsunuz; diğer taraftan da, günümüzde Rabb’imizi bütün gönüllere duyurmanın, vatana ve millete hizmet düşünceli aksiyonun, şahsî ubûdiyetin önüne geçtiğini ifade buyuruyorsunuz. Bu iki hususu nasıl anlamalı ve nasıl değerlendirmeliyiz?
Cevap: Dinî vazifelerimiz arasında mutlaka yapmamız gerekli olan şeyler vardır. Bazen bunlardan biri öne çıksa da, bu, diğerlerinin terk edilebilirliği mânâsına gelmez. Fakat bazen, zamanın ve şartların durumuna, insanların dinî emirler karşısındaki tavırlarına göre, enbiyâ-i izâm ve sonra da sahabe efendilerimizden başlayarak her devrin mürşidleri, belli konuların üzerinde daha fazla durur; o mevzuları her fırsatta hatırlatırlar. Bir mesele hakkında o kadar çok hatırlatma ve tavsiyelerde bulunur, onun üzerine öyle hassasiyetle titrerler ki, zannedersiniz, bir tek o mesele önemli, onun dışındaki hususlar tâlî şeyler. Mesela, namazda tekâsül olduğu, insanların namaza karşı bir bıkkınlık ve tembellik tavrı sergilediği bir dönemde hakikî mürşidler, “Namaz kılmayanın işi bitmiştir, onun diğer ibadet ve iyilikleri de beyhûdedir” derler. Namaza şiddetle vurgu yapar, onun üzerinde ısrarla dururlar. Ama bu, kat’iyen “Oruç olmasa da olur, zekât verilmese ve hacca gidilmese de olur” mânâsına gelmez.
Bu ibadetlerin hepsi farzdır, dinde hepsinin ayrı bir yeri vardır. “Emri bi’l-ma’ruf, nehyi ani’l–münker” vazifesi ve din-i mübîn-i İslâm’a hizmet de bir farzdır ve onun da kendine göre bir yeri vardır. Normal şart ve zamanlarda, bu ibadetlerin bazıları bazılarından üstündür. Mesela, sahabe efendilerimiz, namazı, imandan sonraki en önemli esas kabul etmiş ve onu gâye ölçüsünde bir vesile seviyesinde görmüşlerdir. Ona, “mü’minin miracı” nazarıyla bakmışlardır. “İnsan ile küfür arasında sadece namaz ya da namazı terk vardır” demişlerdir. Evet, onlara göre, küfürle insan arasındaki biricik perde, namazın kılınması veya kılınmamasıdır. Namaz kılınmazsa, o perde kalkar aradan ve insanın öbür tarafa, tehlikeli bölgeye geçmiş olma ihtimali hâsıl olur; düşmüş ve kapaklanmış olma ihtimali belirir. İşte namaz o kadar önemlidir.
Hatta hem onlar ve hem de Üstad’ın talebelerine kadar daha sonraki devirlerde yaşayan hassas ruhlar, namazın mükemmilâtından (tamamlayıcı unsurlarından) sayılan “namazı cemaatle kılma” hususu üzerinde büyük bir titizlikle durmuşlardır. Cemaatle namaz kılmaya, “farz” ya da “farz-ı ayn” demişlerdir; çok az bir kısmı ise “En azından vaciptir” hükmünü vermiştir. Bu meselede en esnek davrananlar Hanefîler olmuş, onlar da “Sünnet-i müekkededir” demişlerdir. Ahmed bin Hanbel hazretlerinin mezhebinin imamlarından bazıları, cemaati, namazın rüknü olarak görmüşlerdir. Yani onlara göre, cemaatle kılınmayan namaz, namaz değildir.
İstidradî olarak ifade etmeliyim ki, onca fukahânın böylesine önemli gördüğü “namazı cemaatle kılmak” meselesinde de çok hassas olunması, bu hususun üzerinde ısrarla durulması icab eder. Kitap ve sünneti çok iyi bilen, icma’ ve kıyasın kurallarına vâkıf olan insanların, dinin herhangi bir emriyle alâkalı söyledikleri “Bu çok önemlidir, bu olmazsa olmaz” sözü, kulak ardı edilebilecek bir ifade değildir. Onu kulak ardı eden, zamanla kulak ardı edilmemesi lâzım gelen daha pek çok şeyi hafife alıp görmezlikten gelebilir. Cemaat, en azından, usûlü’d-din prensipleri açısından tamamlayıcı ve namazı daha güzel eda etmeye yardımcı bir unsurdur. Ayrıca cemaat halinde yapılan vazife, ferden ferdâ yerine getirilen bir vazifeden on kat daha üstündür; bir de, toplu eda edilen vazife namaz ise, o, yalnız kılınandan yirmi yedi derece daha faziletlidir.
Zekât, oruç ve hac gibi diğer ibadetler hakkında da teşvik ifade eden pek çok söz zikretmek mümkündür. Çünkü her bir ibadetin dinde bir kıymeti ve yeri vardır. Birinin çok kıymetli olması, diğerinin değersiz ve kıymetsiz olduğu mânâsına gelmemektedir. Yani her şeyden önce ibadetlerin belli çerçeveleri vardır. O çerçeveler içinde biri daha üstün, tercihe şâyân ve daha faziletli olabilir; ama yer yer bunlardan diğer biri, bir öncekinin önüne geçebilir. Mesela, yazın kavurucu sıcağında oruç tuttuğumuz dönemler olmuştur. O dönemde tutulan oruçlar çok zor gelmiştir nefislere. Maden ocaklarında ya da fabrikalarda ateş karşısında çalışan ama imanın verdiği güçle orucunu aksatmayan insanlara, oruç, bir ay da olsa, çok zor gelebilir. İşte öyle bir dönemde ve o türlü şartlarda çalışan insanlar namazı zaten kılıyorlarsa, onlara oruçla alâkalı çok ciddî teşviklerde bulunmak lâzım gelir. Namazı nasıl olsa kılan bu insanların zor şartlardan dolayı orucu terk etmemeleri için tahşidat yapmak icab eder.
İşte, zannediyorum, bugün Türkiye’deki insanların yüzde seksen beşi oruç tutuyordur; fakat namaz kılanların aynı nisbette olduğu söylenemez. Cumaya ve bayram namazına gidenler belki yüzde doksanlara varıyordur; ama beş vakit namazın o ölçüde kılındığını sanmıyorum. Öyleyse, namazın ehemmiyetini sık sık anlatmak, insanları ona teşvik etmek lâzımdır. Fakat bir de, “emri bi’l-ma’ruf, nehyi ani’l-münker” vazifesini ele alacak olursak, sizin de bildiğiniz, gördüğünüz ve takdir ettiğiniz gibi, İlâhiyatlarda ve İmam Hatip liselerinde bile gereğince eda edilmiyor bu vazife.
Rahmet yağmurları ve mefkûre
Buraya geldiğimizde kuraklık vardı. Bazı arkadaşlara yağmur duası yapmaları için rica ettim. Kendim onlarla beraber duaya çıkmadım, onların temiz gönüllerinin rahmeti celbedeceğine itimadım vardı. Allah’a (celle celâluhû) hamdolsun, üç senedir sürekli rahmet yağıyor; fakat böyle de hiç olmamıştı. Bir aydır, iki gün müstesna, kesintisiz yağmur yağıyor. İnşaallah, bir hayra emaredir.
Yağmur rahmettir; çünkü biz, her yağmur damlasını bir meleğin getirdiğine inanıyoruz. Her damlayla beraber bir müvekkel melek yeryüzünü şereflendiriyor. Görevli melekler, her katreyle kendilerine ait tesbihât ve takdisâtı Allah’a (celle celâluhû) arz ediyorlar.
Yağmur melekleri, ruh ve mânâya inerler. İnanan gönüllerin imanları hürmetine yeryüzüne inen melekler de vardır; ama onlar ayrıdır. İmanın dünyada gönle huzur vermesi ve ahirette de, gönüldeki huzurun kaynağı, esası, nüvesi ve mânâsının inkişaf ettirilip cennet halini alması ayrı bir husustur. Fakat şu yerküremizin her yanında, Cenâb-ı Hakk’ın sanatı, nakşı, mührü ve tuğrası vardır. Ona ait izler, emareler vardır. İşte, yağmur melekleri yer ayırt etmeksizin iner, onun sanatını takdir eder ve alkışlarlar.
Mefkûre yörüngeli yaşayan insanlar lâzım. Mefkûre yörüngeli insanlar, hem kendileri çok büyük bir ideale dilbeste olmuş, hem de hayatlarını o mefkûreye bağlı sürdürmeye azmetmiş insanlardır. Bir kitabın adıyla söyleyeyim, insanların “ruhlarının heykelini dikmeye” çalışacak aydınlık ruhlardır. Hedefsiz ve gayesiz insanlar Türk de olsa, Kürt de olsa, Arnavut ya da Boşnak da olsa bir şey ifade etmez. Kendini yüce bir ideale bağlamış insana gelince, soyu, milliyeti ve ırkı ne olursa olsun o kıymetlidir, ideali kadar büyüktür.
İnsan, gayesiyle insandır. Gayenin bir cismi yoktur; onu tutamazsınız, yakalayamazsınız. Fakat gelin görün ki, tutulan, yakalanan, hissedilen ve değerlendirilen şeyler, ancak onun bir buudu olması itibarıyla kıymet kazanır. Hayat, bir mefkûreye, bir gayeye ve gaye-i hayale bağlı olarak değerler üstü değere ulaşır. Mü’minler de, gaye-i hayalleriyle, dar bir hayatta ebedî saadete namzet hale gelirler. Allah’ın rızasını kazanma ideali ve mefkûresiyle onu görme, Cemal-i Mutlak’ı müşahede etme finaline yürürler.
Bundan dolayı, gayesiz inanç, gayesiz ibadet ve gayesiz mücahede semere verir mi vermez mi bir şey söyleyemeyeceğim. Cenâb-ı Allah, o eksik inanç ve ibadetleri de kabul eder belki. Çünkü onun rahmeti geniştir, boşa kürek çekenlere de bir şeyler lütfedebilir; fakat temelde, idealsizlerin havanda su dövdükleri muhakkaktır. Hayatın ulvî bir gaye etrafında örgülenmesi ve insanın mefkûre sancısıyla kıvrım kıvrım kıvranarak yaşaması çok önemlidir.
Bizim gaye ve idealimiz bellidir; mefkûremiz, Cenâb-ı Allah’ı herkese tanıtmak ve sevdirmek, bu vesileyle onun hoşnutluğuna ermektir. Biz, İslâmiyet gibi, bütün değerleri katlayan bir kıymete sahibiz. Ayrıca, son birkaç asırdır mağdûriyet, mazlûmiyet ve mahkûmiyetler ağında belimizi doğrultma yollarını öğrenmişiz. Lamartine, Osmanlı Tarihi’nin son cildine “Düşerken...” adını vermiş. Düşmüş, kapaklanmış bir insan ayağa kalkarken belli bir şekilde kalkar; fakat biz çeşit çeşit kalkarız. İstersek sıçrar, sağ ayağımız üstüne dikiliriz, istersek sol ayağımıza dayanırız, istersek de secdeden kalkıyor gibi doğruluruz. Şu son asırlar, milletimizi ayakları altına almış ve ezmiş... O da bu düşmüşlük karşısında temrînat yapa yapa değişik şekilde kalkma, doğrulma ve ayakta durma yolları öğrenmiş. Bir de aşağılık kompleksini üzerinden atsa ve kendi çocuklarının da ilimde, sanatta, teknik ve teknolojide söz sahibi olabileceğine inansa!...
Nefs-i emmâre ve mefkûre
Günah ve hatalarından dolayı dost ve arkadaşlarımızı feda etmeyelim. Kusurlarından dolayı onları kaldırıp bir kenara atmayalım. En yakınımızda o kadar çok yılan, çıyan ve akrep var ki... Atacak ve uzaklaştıracaksak o yılanları, çıyanları ve akrepleri atalım, uzaklaştıralım. Evet, en sinsi ve zararlı düşmanlar en yakınımızda, bizim kendi nefislerimizde yuvalanmıştır.
İnsan için, kendi nefsinden daha keskin ve daha yavuz bir düşman yoktur. Öyleyse, insan o pis nefsinin hatırı için kardeşlerine karşı tavır almamalı; olabiliyorsa kendi nefsine düşman olmalıdır. Zira, düşmanlığın elinin öpülebileceği bir yer varsa, o da insanın kendi nefsine karşı düşmanlığıdır.
“Benim görüşlerim isabetli, başkaları yanılıyor; anlayamıyorlar beni” türünden ifadeler kesinlikle şeytanın mırıltılarıdır. Buna benzer benlik yörüngeli düşünce ve sözlerin kat’iyen melekle alâkası yoktur. Dahası, anlaşılamamayı bahane edip iftirak çıkarmanın ve bunu mü’minler arasında küskünlük bahanesi yapmanın dinimizle de, gönlümüzle de alâkası yoktur. Bizim gönlümüzle alâkası olan şey, ne yapıp edip herkesle anlaşma yolları bulmak, ortak paydalarda buluşmak ve bir insanlık örneği sergileyerek kobralarla bile kavgasız yaşamaktır.
Öyle inanıyorum ki, belli bir davaya gönül vermiş seviye insanları, akıllarından geçen şeylerden dahi muâheze olur ve seviyelerine göre cezalandırılırlar. Her menfi hâdisede kendi nefislerini suçlamıyor; haklı olsalar da, ihtilaf mevzuu yapmamak için meselelere daha mülayim yaklaşmıyor ve anlaşılsa da anlaşılmasa da, sözlerine değer verilse de verilmese de, her şeye rağmen gönül birliği yaptığı arkadaşlarıyla omuz omuza, rıza-yı ilâhî ipini göğüslemek için yürüme azim ve gayretinde bulunmuyorlarsa; istek ve maksatlarının aksiyle karşılaşır, şefkat tokadı yerler.
“Şefkat tokatları”nın anlatıldığı Lem’a, ilk çocukluk döneminde okuduğum bölümlerdendi; fakat ben şimdi daha iyi anlıyorum o meseleyi. Üstad Hazretleri, “hizmet-i Kur’âniye’nin kerametleri” dediği bu tokatlardan misaller veriyor ve engin tevazuuyla, ilk misalleri de kendi hayatından anlatıyor:
“Mesela, bu bîçare Said, Van’da ders-i hakâik-i Kur’âniye ile meşgul olduğum miktarca, Şeyh Said hâdisâtı zamanında vesveseli hükûmet, hiçbir cihette bana ilişmedi ve ilişemedi. Vakta ki, neme lâzım dedim, kendi nefsimi düşündüm, âhiretimi kurtarmak için Erek Dağı’nda harabe mağara gibi bir yere çekildim. O vakit sebepsiz beni aldılar, nefyettiler; Burdur’a getirildim” diyor. Dikkat ederseniz, tokadın sebebi bir günah, çirkin bir fiil değildir; Üstad, ahiretini düşünme ve evrâd u ezkârıyla meşgul olma gibi çok samimî ve masumca bir arzudan dolayı te’dip edildiğini anlatıyor.
Şefkat tokadı olarak verilen misallerden birisi de şudur: “Hizmet-i Kur’âniyenin pek mühim bir âzâsı olan Hulûsi Bey, Eğirdir’den memlekete gittiği vakit, saadet-i dünyeviyeyi tam zevk ettirecek ve temin edecek esbab bulunduğundan, bir derece, sırf uhrevî olan hizmet-i Kur’âniyede fütura yüz göstermeye dair esbab hazırlandı. Çünkü, hem çoktan görmediği peder ve validesine kavuştu, hem vatanını gördü, hem şerefli, rütbeli bir surette gittiği için dünya ona güldü, güzel göründü. Hâlbuki, hizmet-i Kur’âniyede bulunana, ya dünya ona küsmeli veya o dünyaya küsmeli; tâ, ihlâsla, ciddiyetle hizmet-i Kur’âniyede bulunsun.”
“İşte, Hulûsi’nin kalbi çendan lâyetezelzel idi. Fakat bu vaziyet onu fütura sevk ettiğinden, şefkatli tokat yedi. Tam bir iki sene bazı münafıklar ona musallat oldular. Dünyanın lezzetini de kaçırdılar. Hem dünyayı ondan, hem onu dünyadan küstürdüler. O vakit vazife-i mâneviyesindeki ciddiyete tam mânâsıyla sarıldı.”
İşte, Üstad Hazretleri, hem kendi başından geçen hem de talebelerinin yaşadığı şefkat tecellîlerini anlatıyor ve “Ne zaman şahsî füyuzât hislerimi düşündüm; yani, Allah’la münasebetimi, mânen yükselmemi düşündüm, tokat yedim” diyor. Evet, “emri bi’l-ma’ruf nehyi ani’l-münker” vazifesinin farzlar üstü bir farz haline geldiği bir zamanda “Neme lâzım, çekileyim bir mağaraya, kendi ibadetimi yapayım...” diye düşünmenin tokatlanmaya sebep olacağını ihtar ediyor.
Demek ki, bizim nefislerimizin arzu ve istekleri değil, hatta şahsî füyûzat hislerimiz de değil, Allah’ın (celle celâluhû) adının yüceltilmesi en büyük mesele. Bazı zamanlar olacak ki, Rabb’imize karşı şahsî ubudiyetimiz bir adım geriye çekilecek, el bağlayacak ve şöyle diyecek; “Ben şimdi tâbiyim, ey Rabb’imi başkalarına sevdirme vazifesi, sen metbûsun; îlâ-yı kelimetullah, sen metbûsun; hakkın yüceltilmesi, sen metbûsun!...”
Cennete sekiz kapıdan birden girmek, bildiğimiz kadarıyla sadece Hz. Ebû Bekir’e (radiyallahu anh) nasip olacaktır. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), bir tek insana işaret etmiş; “Ebû Bekir, sen sekiz kapının hepsinden birden gireceksin” demiştir. Bu giriş, Miraç’ta Efendimizin (sallallahu aleyhi ve sellem), bir anda her yerde bulunması gibi nuraniyet sırrıyla olacaktır. Peygamberlerden başka hiç kimseye verilmemiş bir pâyedir bu. Belki de, peygamberlere bile verilmeyecektir bu ihsan. Mutlak fazilette peygamberler daha üstün olsalar da, sadece bu hususta, Hz. Ebû Bekir bazı enbiyâ-i izâmdan daha faziletli olabilir. Çünkü Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), “Hz. İsa, Hz. Musa…” demiyor; “Sen” diyor, Hz. Ebû Bekir’e, “Sen sekiz kapıdan birden gireceksin.” İşte, eğer biz bir yüksek mefkûreye gönül vermişsek, cennetin sekiz kapısı birden açılsa, onu kendine has güzellikleriyle görsek ve bize, girip orada kalmakla dünyaya dönmek arasında seçme hakkı verilse, bu hak verilirken de “Dünyada kalırsanız Allah’ın (celle celâluhû) adının yüceltilmesi yolunda istihdam edileceksiniz” dense, tercihimizin ne tarafta olacağı bellidir.
Bazıları, Yunus Emre’nin “İsteyene ver sen onu, bana seni gerek seni” demesini tenkit ediyorlar. Bu sözü, cennet gibi bir nimeti beğenmeme şeklinde değerlendiriyorlar. Hayır, Yunus’un sözünde de, bizim, bir tercih yapmamız istense, “cenneti bile muvakkaten bırakıp Cenâb-ı Hakk’ın adını muhtaç sinelere duyurma”yı seçmemizde de –hâşâ- cenneti hafife alma söz konusu değildir. Biz, bir yüce idealin nasıl bilinmesi ve ona nasıl sahip çıkılması lâzım geldiğini anlatmaya çalışıyoruz.
Gönlümün bu istikamette attığını hissediyor ve bu tercihin aksini hiç düşünemiyorum. Dostlarımın da aksini düşüneceğine ihtimal vermek istemiyorum.
Öyleyse, bu mühim vazife karşısında “Ben dedim de, bir muhkem kaide gibi sözler söyledim de, beyanım kulak ardı edildi ya da yoruma tâbi tutuldu, dinlenmedi...” Hiç lâfı olur mu bu küçük şeylerin? Cennete bile “Darılma ama biraz bekle” demesi gereken insanların, “Benim sözüm, benim fikrim, benim zekam, benim anlayışım...” demesi pek çirkin değil mi?
Ne olur, bir defa da, sizi tenkit eden, sözlerinizi beğenmeyen ve yüzünüze kaba lâflar savuran insanlara karşı bile “Ne iyi ettin... Tam beni anlattın, çok teşekkür ederim” demeyi ve nefsinizi kınamayı deneyin! Hele bir de muhataplarınızın doğruluğuna inandırın kendinizi... On defa, yirmi defa, “Sen haklısın, ben de müstehak” deyin. Rabb’imin rahmetine itimat ederek söyleyebilirim ki, siz uhuvvet ve ittifak için bu kadarcık bir iradî gayret gösterirseniz, Cenâb-ı Hakk da muhatabınızın gönlünü yumuşatacak, kalblerinizde sevgi hâsıl edecek ve işlerinizi başarılı kılacaktır.
Tebliğ vazifesi ve ciddiyet
Soru: Bazı insanlar, dinî düşünceye kapalı ve inanca karşı şartlanmış muhitlerde yetişiyorlar. Bunların doğruyu bulmaları hususunda mü’minlerin ne yapması gerekiyor?
Cevap: Dine ve inanca olan ihtiyaç, insanın tabiatında vardır. O durumdaki insanlara düşen şey, tabiatlarındaki o sese kulak vermek ve inananlara karşı en azından “Bunlarda da doğruluk payı olabilir” düşüncesiyle yaklaşmaktır.
Bu mevzuda asıl vazife, hakikati temsil eden insanlara düşüyor. Onlar, hakikati temsil adına daha esnek, daha yumuşak, daha sıcak davranmalı ve daha kucaklayıcı olmalıdır. Mü’minler tebliğle beraber temsilin gücünü kullanmalıdır. Yani, öyle örnek bir hayat tarzı ortaya koymalıdır ki, diğer insanlara “Bu farklılığın kaynağı nedir, nereden geliyor bu mükemmellik?” dedirtmelidir. Bunu da, sadece Hakk’ın hatırı için, ona olan saygısından dolayı yapmalıdır.
Siz, halkın içinden, sıradan bir insan olarak alınsanız, değişik makamları yıldırım hızıyla geçseniz ve Üstad’ın tabiriyle birden müşirliğe getirilseniz; artık yepyeni, bambaşka bir insansınızdır ve tavırlarınız da bu yeni konumunuza göre olmalıdır. Sizin yirmi dört saat evvel bulunduğunuz bir yer olabilir. Fakat artık siz, o yerin gerektirdiği tavırlarla veya o yerdeki insanların hal ve davranışlarıyla hareket edemezsiniz. Müşirliğe getirildiğiniz andan itibaren konumunuzun hakkını vermeniz, o konuma göre bir duruş belirlemeniz lâzımdır. Mü’min için de durum böyledir. O, hayat nimetiyle serfiraz olmuş; ama cemâdât mertebesinde, hayvaniyet basamağında veya sadece mücerret insan rütbesinde kalmamış. Onların ötesinde kendisine değişik mazhariyetler ihsan edilmiş. İşte, bu ihsan ve nimetlere şükretmenin yanında ona düşen, konumuna göre bir duruş belirlemek, bulunduğu yerin hakkını vermektir.
Kanaat-i acizânemce, bizim en büyük eksikliğimiz, test ediliyor gibi hassas hareket etmeyişimizdir. Mü’min, kendini sürekli bir imtihanda bilmelidir. Hayatının hiçbir safhasında; muamelelerinde, konuşmalarında ya da nüktelerinde kat’iyen meseleleri sulandırmamalıdır. Allah’a inanmış bir insana yaraşır tarzda ciddî davranmalıdır.
Bu, hiç nükte yapmayacaksın demek değildir. Nükte tavzih için, meseleleri iyice açıklamak maksadına matuf olarak yapılır. Sadece muhatapları güldürmek gayesiyle “Bakın, size bir nükte anlatayım... Bir tane daha...” demek gevezelik ve münasebetsizlik olur. Bazen, mesela, Nasrettin Hoca’dan bir nükte anlatırsınız. Ama o nükte, temel mantığınızda, fikrinizde ve konuşmanızdaki bir boşluğu doldurmak için olmalıdır.
Size daha önce –bağışlayın- bir arslan ile bir tilkinin hikâyesini arz etmiştim. Tilki, aç bir arslanın kocaman bizonu parçaladığını görüyor ve onu taklit etmek istiyor. Yakındaki bir köye gidiyor, karşısına çıkan bir danayı parçalamaya kalkıyor. Fakat daha ona yaklaşır yaklaşmaz bir tekme yiyor ve gözünden oluyor. İşte öyle bir münasebet geliyor ki, tam bu nükteyi söylemenin zamanı. Mesela, bazıları kalkıp Filistin meselesini çözeceklerini iddia ediyor ve kahramanlık gösterilerine soyunuyorlar. Siz de diyorsunuz ki, “Yahu siz Hz. Ömer’in işine, Selahaddin’in misyonuna talip oluyorsunuz. Kudüs’ün anahtarları bir devirde Hz. Ömer’e, Selahaddin’e teslim edilmiş; şehrin büyükleri anahtarları başkasına vermemiş, sahibine vermeyi beklemişler. Bir Ömer, bir Selahaddin değilseniz onların misyonuna nasıl talip olursunuz?” Bu sözü söylerken tam zamanı deyip arslan ile tilki meselesini misal olarak anlatıyorsunuz. “Bu, tilkinin halledebileceği bir iş değil” diyorsunuz. Muhatabınız ne dese beğenirsiniz; “Ben de size bir ayı ile tilki hikâyesi anlatayım...” İşte böyle bir tavır, münasebetsizliktir, işi sulandırmak demektir.
Evet, mü’min tavrı çok önemlidir. Mü’min, her tavrıyla yüksek ideallerin ve ulvî hakikatlerin temsilcisi olmalıdır; olmalı ve o haliyle dine en uzak kimseleri bile kendisine hayran etmelidir. O nükte yapmaz, fıkra anlatmaz değildir. Ehlullah bile çoğu zaman değişik menkıbeler anlatmış, onlarla bir boşluk doldurmuş ve bir meseleyi tavzih etmiştir.
Evet, Müslümanlığın izzetine uygun bir görüntü sergilemek çok önemlidir. Başlangıçta insan biraz zorlanabilir; tekellüflere girebilir. Fakat unutmamak lâzımdır ki, her mutâvaat, tekellüfün bağrında yeşerir, gelişir, kök salar ve bir çınar haline gelir. Evet, insan tabiatının bir mesele karşısında boyun eğmesi ve onu kabullenmesi (mutâvaat) biraz zorlanma ve az sun’îliklere girme (tekellüf) sonrasında mümkün olur.
Melekler tesbihle yaşar, Peygamber Efendilerimiz de tebliğle…
Soru: “Melekler nasıl tesbihle yaşarsa, peygamber efendilerimiz de tebliğle yaşamıştır” sözünü nasıl anlamalıyız?
Cevap: Melâike-i kirâm, Allah’ın nurdan yarattığı, dolayısıyla nuranîliğe ve nuranîliğin açık olduğu şeylere açık, güzel şeylerden istifade etmek ve güzel şeylerle iştigal etmek üzere programlanmış, nuranî ve lâtif varlıklardır. Revâih-i tayyibe (güzel kokular) ve kelimât-ı tayyibe (güzel sözler) gibi, selim fıtratın hoşuna gidecek koku, söz ve davranışlar onların da hoşlandığı şeylerdir.
“Güzel ve temiz sözler ona yükselir” (Fâtır, 35/10) ilâhî beyanında buyrulduğu gibi “Sübhânallah”, “Elhamdülillah”, “Allahu Ekber”, “Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh” gibi mübarek sözler ona yükselir ve ulaşır. Zannediyorum “Lâ ilâhe illallah, Muhammedün Rasûlullah” zikr-i celîli bütün bu güzel sözlerin başında gelir. Sonra da biri binlere bedel “Sübhânallahi ve bi hamdihi Sübhânallahi’l-Azim” zikrini hatırlamak gerekir ki, Cenâb-ı Hakk’ı tesbih mahiyetinde ifade edilen bu söz, Mesnevî-i Nuriye’de de işaret edildiği gibi celâlî, cemâlî, vâhidî ve ehadî tecellileri bünyesinde toplar.
İşte bütün bu tesbih, ta’zim, tahmîd, tekbir ve zikirler bir yönüyle meleklerin gıdasıdır. Bu kerim şeyler, melâike-i kirâmın sürekli aradıkları, baktıkları, bulmak istedikleri ve onlara yakın bulunmaya çalıştıkları hususlardır.
Fakat melâike-i kirâmın özel bir yanları daha vardır. Öyle anlaşılıyor ki, onların vazife ve sorumlulukları içinde en önemli mesele “tesbih”tir. Bundan dolayıdır ki, Hz. Adem’in onlara hususî bir meselede rüçhâniyeti (üstün olması) karşısında “Sübhansın yâ Rab! Senin bize bildirdiğinden başka ne bilebiliriz ki? Her şeyi hakkıyla bilen, her şeyi hikmetle yapan sensin” (Bakara, 2/32) demişlerdir. Bu söz bir hamd veya tekbir değil, tesbihtir. Böyle bir noktada hususiyle tesbihi seçmeleri bize, onların nezâhet-i fıtriyelerine, esas mahiyet ve tabiatlarına, varlığa ait bir kısım levsiyâtın hiç bulaşmadığını gösterir. Âyette hem bu durumun ifadesini görürüz, hem de Cenâb-ı Hakk’ın onların bu nezahetlerini göstermeye matuf suali ve meleklerin bu suale verdikleri cevapla yine temiz çıkmalarına ve aklanmalarına şahit oluruz.
Öyleyse, melâike-i kirâmın nezahetini ifadede tesbih çok önemlidir. İnsanlar tabiatlarının gereği bazen esbâbı işin içine karıştırabilirler. Açık veya kapalı, küllî veya cüz’î naturalizme girebilirler. “Varlık” der, “kozmos” der; aklî oyunlar ve aklın hokkabazlıklarıyla rasyonalizmi işin içine sokabilirler. Fakat meleklerin mahiyetinde öyle bir nezahet vardır ki, Zât-ı Ulûhiyet nasıl mukaddes, münezzeh, müsebbeh (tesbih edilen) ise, onlar da bunu ifade etmek için özel mahiyette donanımlı, bu işin memuru varlıklardır. İradeleri, yüzde doksan dokuz hayır istikametinde işler. Kendilerine de bir irade verilmesi açısından iradenin hakkı diyebileceğimiz, yüzde bir oranında, meyelanlarını, meyelanlarındaki tasarruflarını kullanma hakları varsa da bu çok yanıltıcı değildir.
Beşeri kendi tabiatıyla baş başa bıraktığınız zaman temayülleri nasıl tabiatının etrafında döner durursa; melâike-i kirâm da herhangi bir emirle mükellef olmasalar, yaratılış ve donanımları itibarıyla tabiatlarına terk edilseler bile nezahet etrafında pervaz ederler, hep nezahete koşarlar. Bu hususlar göz önünde tutulduğunda, melâike-i kirâmın tesbihten gıda aldıkları söylenebilir.
Enbiyâ-i izâma gelince, onların asıl vazifeleri tebliğdir. Bunu da yine meleklerde olduğu gibi mahiyet ve donanıma irca etmek mümkündür. Melâike-i kirâm, iradelerinin hakkını verme alanı diyebileceğimiz o yüzde bir nisbetindeki iradelerini, Cenâb-ı Hakk’ın ikaz, irşad ve tenbihleriyle yanlışlık istikametinde kullanmazlar. Onlar hakkında; “Onlar Allah’ın emirlerinde ona isyan etmezler ve ancak emrolundukları şeyleri yaparlar” buyrulmaktadır (Tahrim, 66/6). Enbiyâ-i izâm ise insan olmaları yönüyle ve taşıdıkları tabiatları itibarıyla fenalıklara karşı melâike-i kirâm kadar kapalı görünmemektedirler. Fakat Allah (celle celâluhû) onları hem mâsum, hem de masûn kılmıştır. Vazife ve misyonları, masûniyetin yanında mâsumiyeti; mâsumiyetin yanında da masûniyeti gerektirir. İşte onların melâike-i kirâma benzeyen böyle bir yanları vardır.
Fakat enbiyâ-i izâmı en büyük yapan şey, çok azîm bir imtihan olan tebliğ vazifesi ve bu tebliği kendi iradelerinin hakkını vererek kavramaları, anlamaları ve değerlendirmeleridir. Bu, kendi hayatiyetleri için de çok önemlidir. Yani, o vazifeyi yapmasalar yaşayamazlar; çünkü peygamberlik adına kondukları yerde durmamış, konumlarının hakkını vermemiş olurlar. Bundan dolayı âyet-i kerîmede “Ey Resul, Rabb’inden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan, risalet vazifeni yerine getirmemiş olursun” (Maide, 5/67) buyrulmaktadır.
Bu âyette peygamberler için zımnî, olabilecek en yumuşak bir itab üslûbu vardır. Bunu kendi zaviyemizden ele alacak olursak diyebiliriz ki, bu misyon eda edilmediği zaman çok derin bir çukura düşmek ihtimali vardır. Yani peygamberken, âlâ-i illiyyîn-i kemâlâttayken, velinin kavs-i uruclarıyla ulaşabileceği noktayı mebde’ yapmışken, başkalarının ulaştığı son noktada işe başlamış bir insanken öyle bir yere düşersiniz ki, o yer düz insan yeri bile değildir. Düz zemine değil, kovulmuş insan yerine düşersiniz. Bu talihsizliği yaşayan, yani o dergâhtan kovulan ve ilelebed matrud olan varlık da vardır.
Evet, tebliğ vazifesi peygamberlerin hayatiyetleriyle alâkalıdır. Bir peygamberin hayatiyeti, vazifesini yapma hayatiyetidir. Onlar, kendilerine verilen soluklarla ne kadar vazife eda edebileceklerse onun hesabını yapar; soluklarını bir takvime bağlayarak kullanırlar. Vazifeleri adına yapacak bir şey kalmayınca da derler ki, “Artık bu solukları alıp vermemin bir anlamı yoktur.” İsterseniz bunu da “Allahümme er-refika’l-â’lâ” mülâhazasına bağlayabilirsiniz. Çünkü, dünya ufku itibarıyla Peygamber Efendimizin (sallallahu aleyhi ve sellem) yükseleceği yer kalmamıştır; dünya hayatı açısından, kendi kemalâtının arşına ulaşmıştır. Öyleyse o, terakkisine ancak öbür âlemde devam edecektir. Yani, öyle bir inkişafa, ancak kudret ve meşîetin cereyan ettiği öbür âlem müsaittir. Hikmet ve esbab gibi belli perdelerin olduğu bu âlem, artık Hakîkat-ı Ahmediye’nin (aleyhissalatu vesselam) terakkisine müsait değildir. O, bir insanın yükselebileceği kubbeye yükselmiş, hatta kubbenin bazı yerlerini de çatlatmıştır. İşte onun yükselmesi “kâb-ı kavseyn”, kubbeyi çatlatması da “ev ednâ” sırrını gösterir.
Evet, enbiyâ-i izâm kendilerine verilmiş olan sayılı solukları hiç boşa kullanmamaya çalışırlar. Bu şuur, vazifeleri gereği böyledir. Peygamber olarak canlı kalmaları ve hayatiyetlerini devam ettirmeleri adına bu gereklidir. Onlar asla emekli olmazlar. Allah (celle celâluhû) nezdinde en önemli vazifeyi yapacak, hem de o vazifeyi dolu dolu yapacak, sonra da emekli etmiş gibi siz onu geriye çekeceksiniz!... Bu hal, onun kendi kıymetine göre bir hayat seviyesi değildir; ayakları üzerinde yürüyorken sürünme demektir; uçuyorken yerde emekleme demektir. Dolayısıyla, yaşama demek değildir. Öyleyse peygamberin peygamberce yaşaması da aslında tebliğ vazifesine bağlıdır.
Diğer taraftan, tebliğ vazifesi, peygamberlik misyonu olarak eda edilmesinin yanında insanların dirilmesi açısından ele alındığında daha fazla önem arz eder. Herkes üstünden bir mesajı alıp kendi seviyesinde ve dûnundaki insanlara ulaştırabilir; böylelikle vazifesini yapmış ve o sorumluluğun gereğini yerine getirmiş olabilir. Fakat aynı zamanda tebliğin kendi esprisi içinde, inandırıcı olarak, ısrarla, hiçbir beklentiye girmeden, “Sizden hiçbir istek ve beklentim yoktur; mükâfatımı sadece Allah’tan beklerim, ondan istediğim de benden hoşnut olmasıdır” (Şuarâ, 26/109, 127, 145, 164, 180) denilerek yapılması, başkalarının dirilmesi adına çok önemlidir. Yani her şeyden önce mübelliğin kendisi diri olacaktır o tebliğ vazifesini yapmakla. Sonra da, bu vazifenin çok önemli bir buudunu başkalarını diriltme teşkil edecektir. İnsanların içinde bulunacak, peygamberâne bir hayat yaşayacak ve böylece hiç kimse ona “gözünün üstünde kaşın var” demeyecek. Onun haline bakan herkes, şeytanî mantığı, şeytanî aklı itiraz etse bile, melekî vicdanıyla diyecek ki, “Ben böyle diyor, böyle düşünüyorum; ama âlem de biliyor ki ben doğru değilim.”
Bir âyet-i kerimede mealen “Ey Resûlüm, onların söylediklerinin seni üzeceğini elbette biliyoruz. Doğrusu onlar seni yalancı saymıyorlar. Fakat o zalimler bile bile Allah’ın âyetlerini inkar ediyorlar” buyruluyor. Yani, o zalimler esasen seni tekzib etmiyorlar. Çünkü senin tavırlarında yadırganacak, “Bu doğru değildir” denebilecek hiçbir şey yoktur. Demek ki, o insanlar da elli defa test etmişler ve Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) bu denenmelerden daima doğru, sadık ve emin çıkmış. Fakat onlar yine de Allah’ın âyetlerini inkâr etmişler ve daha büyük bir cinayet işlemişler. Onu Allah’ın elçisi olarak değerlendirmemişler de, “Ebû Talib’in yetimi” olarak görmüşler. Bundan dolayı da “Sen...”, “Sen...”, “Sen...” demişler. Ben onların çirkin sözlerini söyleyemeyeceğim, çünkü ona karşı bağlılık ve sadâkatim müsait değil onları ifade etmeye.
Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) doğruluğu bilinen, güvenilirliği kabul edilen bir insandı. Tebliğ vazifesini eksiksiz yapıyordu. Bununla beraber, onun tebliğden daha önemli bir yanı, başka bir yerde de denildiği gibi, hatta tebliğin birkaç kadem önünde bir yanı vardı; o da temsildi. Temsil, onun hayat-ı dünyeviyesi ve hayat-ı uhreviyesi adına işleyen ve daima gelişip inkişaf eden, onun hasenât hanesine sürekli bereket akıtan bir husustur. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), tebliği ile mutlaka ümmetinin dualarından istifade ediyordur. Fakat ellerinden tutup insanları doğru yola götürmede kendi güzel ahlâkıyla hüsn-ü misal olmasından dolayı, “es-sebebü ke’l-fâil” sırrınca herkesin yaptığı işten onun defter-i hasenatına da bir şeyler akmaktadır ve bu yönüyle de Efendimizin (sallallahu aleyhi ve sellem) temsili, tebliğinin önünde gelir.
Fahr-i kainât Efendimiz bir peygamber ve peygamberlerin en büyüğü olduğu halde, ahvâl-i dünyeviye veya peygamberlik vazifesi itibarıyla maruz kaldığı şeyler karşısında, kendinden evvel gelen seleflerini okumaya çağrılmıştır. Çünkü, bizzat peygamberlik mefhumu örnek olmaya şayeste planlanmıştır. Kur’an-ı Kerim’de “Adem’i oku…” (Mâide, 5/279), “Nuh’u oku…” (Yunus, 10/71) “Hûd’u oku...” şeklindeki ifadelerle Hz. Nuh, Hûd, Sâlih, Şuayb ve Lût (aleyhimusselam) efendilerimiz ve bazı yerlerde de Hz. İbrahim (Şuarâ, 26/69) ve Hz. Musa (aleyhimesselam) hatırlatılarak yedi tane çok önemli örnekten bahsedilmektedir. Efendimize (sallallahu aleyhi ve sellem), Hz. Musa, Hz. İbrahim ve Hz. Lut gibi peygamberlerin hayat serencâmları vesilesiyle onların şahıslarında temsil edilen peygamberliği bir kere daha okuması emredilmiştir.
Bu emirle şahıslar değil, peygamberlik mefhumu ve mazmunu nazara verilmek suretiyle “Bu yolun erkânı budur; bu yolda -tekerrür ede ede matlaşmış, renk atmış bir sözle ifade edeceğim- kandan irinden deryaları geçme var, dikenli tarlalarda yürüme var” denilmiştir. Böyle çetin ve çetrefilli bir yolda yürürken, ona daha önce aynı yol üzerinde yürüyenler gösterilmiş ve onların mukavemetleri, sarsılmadıkları vurgulanmıştır. Mesela; Kur’an, ağır imtihanlara göğüs gerip yılmadan vazifesini yapması karşısında Eyyub (aleyhisselam) için takdirini ortaya koymakta; “O ne güzel kuldu! Zira, sürekli (Allah’a) rücudaydı” (Sâd, 38/44) buyurmaktadır.
İşte, Allah Teâlâ’nın, Peygamberini o vazife ile tavzif eden ve o vazifeye göre donatan bir “Sultan”ın, kapı kullarından birisine -o kul başımızın tacıdır bizim- “O ne güzel kul, bakın kul böyle olur!” demesi ve Efendimizi (sallallahu aleyhi ve sellem) onları yeniden bir kere daha okumaya çağırması temsil açısından çok önemlidir. Enbiyâ-i izâmın temsili sürekli nazara verilmiştir. Verilmiş ve âdeta “Geçmişte yaşayanlar öyle yaşadılar, Sultan-ı Enbiyâ da öyle yaşadı; eğer siz de birilerini yaşatma gibi bir mesuliyet altına girmişseniz, bir adanmışlığı kabul etmişseniz, sizin için de yol budur” denmiştir. Dolayısıyla Efendimize (sallallahu aleyhi ve sellem) vazifesi hatırlatılırken geçmiş peygamberlere yapılan göndermeler, bizim için de söz konusudur. Hz. Nuh bizim için de örnektir. Hz. Hud’un, Hz. Sâlih’in hayatından bizim de alacağımız pek çok ibret vardır. Allah’ın salât u selâmı “İnsanlığın İftihar Tablosu” ve onların üzerine olsun.
Ayrıca, peygamber efendilerimiz vazifelerinin gereği, tebliğ ve temsil işini kemâl-i hassasiyetle öylesine yerine getirirler ki, bu mesele zamanla onların tabiatları haline gelir. Hem bu vazife onların tabiatıyla öyle bir bütünleşir ki; bunu, yemek yeme gibi bir şeye, hatta ailevî ahvâl içinde herhangi bir duruma da benzetemeyiz; bunlar çok küçük kalır temsilin fıtrat haline gelişi yanında. Çok küçük kalır, zira peygamberlerin dünyayı hafife alarak, onu zerre kadar umursamayarak ve evi-yurdu hiçe sayarak çok ciddî bir tehâlük içinde bu vazifeye koştukları görülür.
Mesela, Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), Hz. Hatice’nin vefatıyla hicretten evvel ve hicretten sonra beş senelik bir dönemde yalnız kalmıştır. Fakat Hz. Hatice validemize sadâkat ve vefası mahfuz, o meseleyi hiçbir zaman problem olarak düşünmemiştir. Hicret ederken kızları vardır: Zeynep, Ümmü Gülsüm, Fâtıma... Hicreti tek başına gerçekleştirmiştir ve kerîmelerini arkada bırakıyor olması vazifesine engel teşkil etmemiştir. Çocuklarını müşriklerin bulunduğu yerde; kendisine kılıçlarını, bıçaklarını gayzla bileyenlerin içinde bırakmıştır. Yolda onlardan bir tanesi taarruza maruz kalmış, erken doğum yapmış ve o sebepten ölmüştür. Fakat Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) hayatı boyunca bunları bir kere bile mesele yapmamış, bunlar hakkında hiç konuşmamış, “Benim kızım şöyle, oğlum böyle...” dememiştir.
Eğer siyerciler, tarihçiler söylemese onların ne zaman öldüklerini dahi bilemeyeceğiz. Hayatlarının ayrıntılarından haberdar değiliz. Çünkü onun bize bildirdiği şey, bildirilmesi gerekli olan şey, davasıdır; dinidir. Ve o, hayatını bu büyük vazifesine göre programlamıştır. Yurdunu davası için terk etmiş, davası için terk etme mevsimi geleceği ana kadar da her gün ölümle burun buruna yaşamıştır.
Evet, Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) kendisini tebliğe o kadar vermişti ki, tebliğ onun tabiatı haline gelmişti. Bizim sabah kalktığımız zaman, “Acaba bugün yedide mi, yedi buçukta mı, sekizde mi kahvaltı yapacağız?” türünden şeyler düşünmemize mukabil, o bunları hiç düşünmemişti. Yemeği unutmuş ve hatta bazen bir eşi olduğunu bile unutmuştu vazifesi hatırına. Allah (celle celâluhû) “Aralarında adaletle muamele yapın, onların sizin üzerinizde hakları vardır.” buyurunca, bu konunun Allah hakkı olduğu ve bir Allah hakkı olarak onlara riayet edilmesi gerektiği için eşlerine karşı da mesuliyetinin gereğini yapmıştı. Ama bunun dışında temelde daima gözünde tüten ve tüllenen tek şey vardı, o da “Dinimi daha açık, daha geniş nasıl tebliğ ederim?” derdiydi.
Hâsılı, meleğin tesbihten zevk ve lezzet aldığı gibi, o ve diğer peygamberler de tebliğle beslenmişler, tebliğle oturup kalkmışlar, tebliğle hareket etmişler ve hayatlarını bir tebliğ takvimi içinde yaşamışlardı.
Onun adıyla oturup kalkmak
Selef-i sâlihîn arasında, gerçekten çok ciddî şekilde, rekâike tevcih gayreti vardı. Zühd mülâhazasını yerleştirme, kalbin zümrüt tepelerinin eteklerinde dolaşma, sonra o zümrütten yamaçlara tırmanma ve nihayet o tepenin zirvelerine ulaşma; Üstad’ın yaklaşımıyla, insanları hayvaniyetten çıkarma, cismâniyetten kurtarma, kalb ve ruhun derece-i hayat seviyesine yükseltme gayreti vardı. Hatta onlar arasında yaşayan öyle kalb, muhasebe, murakabe ve haşyet insanlarından bahsedilmektedir ki, ötelere ait bir mesele okurken korkudan kalbleri duruvermiştir. Mesela, Abdullah b. Vehb, kıyametin yüreklere ürperti salan sahnelerini okuduğu bir anda kalbi havf ve haşyetle dolmuş, hıçkırığa tutulmuş, kendinden geçmişti. Kollarına girip evine götürdükleri zaman korkudan dolayı kalbinin durduğunu görmüşlerdi. Ebû Osman en-Nehdî, bayılana kadar namaz kılıyor, bazen okuduğu âyetlerin tesiriyle bayılıp düşüyordu. İnsanlar o kadar hüşyar ve yürekler de öyle titrekti.
İşte, namaz, oruç, hac gibi ibadetlerin de, “emri bi’l-ma’ruf, nehyi ani’l-münker”in de kendilerine göre ayrı birer yeri vardır; fakat ibadetin ruhu ihlâs ise, ibadet ü tâatın damarlarında dolaşan kan da zikirdir. Zikir; hem lisân, hem kalb, hem beden ve hem de vicdanın bütün erkânıyla yerine getirilen bir vazife ve bir kulluk borcudur. Cenâb-ı Hakk’ı bütün esmâ-i hüsnâsıyla, bütün sıfât-ı kudsiyesiyle yâd etmek, hamd ü senâyla gürlemek, tesbih u temcîdlerle gerilmek, kitabını okumak, onun rehberliğine sığınmak; kâinat kitâbındaki âyât-ı tekvîniyesini mânâ-yı harfiyle mırıldanmak; acz u fakrı duâ ve münâcât lisânıyla ilân etmek... Evet, bunların hepsi, lisâna âit birer zikirdir.
Emir ve yasakları ciddî bir duyarlılıkla hayata taşıyıp yaşamak; her emir ve her yasakla kendisine yapılan teklifleri vicdanında hissederek, iştiyakla emirlerin ifâsına koşmak ve derin bir mes’ûliyet şuuruyla yasaklardan kaçınmak da bedenî zikirdir ki, lisânla yapılan zikrin derinliği de büyük ölçüde bu ikinci zikirden kaynaklanmakta ve bu “anil’-merkez” güçle bir ölümsüz ses hâline gelmektedir. Öyleyse asıl olan, lisana ait zikri ve bedenî zikir diyebileceğimiz aksiyonu beraber götürmektir.
Ashâb-ı kiram ve selef-i sâlihîn efendilerimiz zikrullahı en zor şartlarda ve harp meydanlarında bile terk etmemişlerdir. Hatta onlar, cihada giderken bile, öyle yüksek sesle Allah’ı (celle celâluhû) anıyor, onun esmâ-i ilâhiyesini, sıfât-ı sübhâniyesini zikrediyorlardı ki, teşbih caizse, âdeta bir mehter takımıyla cûşiş temin ediyor gibi, zikirle gönüller heyecanlanıyor; dört bir yanda yankılanan evrâd ü ezkâr sesleriyle öteler iştiyakı köpürüyordu insanların içinde. Gürül gürül Kur’ân ve dua okuyor, avaz avaz Allah’ı (celle celâluhû) anıyorlardı. Onların bu halini gören Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), “Siz sesinizi duymayan, yakarışlarınızı işitmeyen birisine seslenmiyorsunuz; sesinizi indirin, kendinize biraz şefkat edin” deme lüzumunu hissetmişti.
İstidrâdî olarak bir hususu arz ettikten sonra zikre devam etmek istiyorum: Merhum Şâtıbî, ‘İ’tisâm’ında gür sesle zikretme meselesini bid’at sayıyor. Zannediyorum, o dönemde pek çok bid’at yapılıyordu. Bu sebeple o da, bid’at saydığı şeylerin üzerine şiddetle gidiyordu. Cenâb-ı Hakk, Şâtıbî’yi Firdevs’iyle sevindirsin; zira o, dine çok hizmet etmiş, bitevî beyin sancıları çekmiş, miras olarak kıymetli eserler bırakmıştır. Fakat muasırım olsaydı ben ona derdim ki, “A üstad, senin yaşadığın dönemde, Endülüs’te eyalet eyalet üstüne, künde künde üstüne yıkılıp gidiyordu. Orada zalim hükümdarlar, Müslümanları kılıçtan geçiriyordu. Ve sen Müslümanlar arasında İslâmî heyecan uyaracağına, bid’atlara kafanı taktın, hep onlarla uğraştın. O gün yapılması gerekli olan iş o değildi. İşte o gün, senin yaşadığın bölgede birliği temin etme, yüreklerde din gayretinin kor haline gelmiş ateşine güç verme çok öne çıkmıştı. O gün de Müslümanların hastalığı ihtilaf ve tefrika; fakr u zaruret ve cehaletti. Bunlara karşı mücadele vereceğine teferruat sayılabilecek meselelerle uğraştın.”
Eğer o mübarek zâtın, Şâtıbî’nin ruhâniyeti benim söylediğim bu şeylerden rahatsız olduysa Allah (celle celâluhû) beni bağışlasın, Cenâb-ı Hakk’ın binlerce mağfireti de onun üzerine olsun; fakat kafama takılan, çoktan beri zihnimi meşgul eden bir meseleyi söylemiş oldum. Ben, onun İ’tisâm adlı kitabına takıldığımda, o mesele de benim kafama takıldı. Evet, o devirde yazılacak şey başkaydı; o gün, insanlarda İslâmî heyecanı uyarmak, birlik ruhunu diriltmek, ilme ve eğitime önem vermek ve el ele İslâm dünyasının maddî mânevî yükselmesine çalışmak gerekiyordu. Ne var ki, öyle pek çok devirde olduğu gibi, aslı ve temeli dinde olan meselelerde teferruata ait şekillendirme mevzuuyla uğraşılmış ve dolayısıyla da çok şey ihmale uğramıştı.
Evet, sahabe efendilerimizden bugüne kadar her devirde, Hak dostları, zikrullahı damarlarda dolaşan kan gibi kabul etmiş, değişik yollarla Allah’ı (celle celâluhû) anmamayı kan yetmezliğine bir sebep gibi görmüş ve sürekli zikirle beslenmişlerdir. Mesela, Hz. Ali Efendimiz der ki: “Ben Resûlullah’tan şu duayı ve şöyle bir tavsiyeyi duyduktan sonra artık onu hiçbir gece terk etmedim.” Hz. Ali için belki de hayatının en önemli, en ciddî gecesi ve onun en çok meşgul olduğu zaman dilimi, Nehrivan’da Haricîlerle savaştığı geceydi. Birisi Nehrivan’ı işaret ederek, “O gece de unutmadın mı, onca koşuşturma ve meşgale arasında dua ve zikrini terk etmedin mi?” diye sorunca Hz. Ali’nin cevabı, “O gece bile terk etmedim” şeklinde olmuştur.
Evet, belli dönemler itibarıyla bizim dünyamızda, evde, sokakta, camide ve hatta harp meydanlarında Allah (celle celâluhû) anılıyor, her fırsatta zikir halkaları teşkil ediliyor ve Cenâb-ı Allah’ın isim ve sıfatları yâd ediliyordu. Zikrullah, oruç tutarken de, zekât verirken de ihmal edilmiyordu. Hacda gürül gürül zikrullah sesi duyuluyordu. Bayram sabahları ovalar, obalar bir çağlayanın akışına benzeyen zikir sesleriyle doluyordu. Hususiyle de Kurban bayramında yüksek sesle tekbir getirme, şeâiri ilan etme mânâsına geliyordu. İşte bu itibarla zikrullah, hemen her ibadetin damarlarında cereyan eden kan gibiydi; bugün de öyledir. Onsuz hiç olmadı, bugün de onsuz olamaz. Çünkü biz ancak onun sayesinde, Allah’la (celle celâluhû) irtibatımızı kuvvetlendiririz. Zikrullahın, evrâd ü ezkârın terk edilmesi bizde ciddî bir zaaf meydana getirir. Allah’la (celle celâluhû) münasebetlerimizde bir gevşeme hâsıl eder, hafizanallah.
Şu hale bakın!
Birbirimizle kavga ediyor, çekişip duruyoruz. Ve maalesef, birbirimize canımız sıkıldığı kadar Allah’ın adının duyulmayışına canımız sıkılmıyor. Hâlbuki o, bizim var oluş gayemiz.
- tarihinde hazırlandı.