Hayret ediyorum ve kırgınım...
Şimdilerde ben, bugüne kadar yapılan onca güzel iş ve gayretin baltalanmasını, ihlâsla vatana millete hizmet eden samimî insanların birer parya muamelesi görmesini ve onca olumlu gelişmenin tahrip edilmesini ruhumda olsun duymamak için olup bitenler ne zaman aklıma gelse, hayalimin yüzünü başka tarafa çeviriyor ve realitelerden kaçarak hafakanlarımı bastırmaya çalışıyorum. Kalbimde sıkışmalar hâsıl eden, tansiyonumu yükselten, vücudumda yerleşmeye karar vermiş hastalıklara taarruz gedikleri açan böyle öldürücü hayallerden ne kadar uzak durmaya çalışsam da, yine bu hayaller birer zehirli ok gibi kalbime saplanıyor… İnliyor, kıvranıyor ve kimbilir günde kaç defa Rabb’ime el kaldırıyor, “Rabbenâ, feracen ve mahracen!...” deyip sızlanıyorum.
Benim şimdiye kadar bütün duam, bütün ıstırabım, insanların Allah’ı (celle celâluhû) bulması, ona inanması yolunda oldu. Her gün, yana yakıla dua ediyorum: “Allah’ım, ne olur, bahtına düştüm!” diye sızlanıyor ve “Ne olur Allah’ım, insanlar seni tanısın, sana inansın!” diyorum. O kadar ki, bunun için her gün birkaç defa ölüp ölüp dirilmeye razıyım. Bunu anlamayanlar, imanın ne olduğunu bilmeyenler, onun hâsıl ettiği zevk-i ruhanîyi tatmamış olanlar, cennetin lezzetini, cehennemin işkencelerini ruhlarında hissetmeyenler, insanlığın ıstırabını bir defa olsun vicdanında duymamış olanlar kalkıyor, sizin ıstırabınızı, derdinizi, çabanızı başka mecralarda görmek istiyorlar. Devletmiş, hükümetmiş, siyasetmiş... Maksatları bunlar olup bütün hayatlarını bu yolla elde edecekleri menfaate bağlamış bulunanlar, iman adına, Kur’ân adına çekilen ıstırapları da aynı kategoride değerlendiriyorlar.
Bizim hiçbir zaman terörle, anarşiyle, yolsuzlukla, gayr-i kanunî herhangi bir işle de alâkamız olmadı. Beni, Türkiye’yi ele geçirmeye çalışmakla suçladılar. Ben dünyevî hiçbir şeye talip değilim; dünyanın sultanlığını teklif etseler, gözümü o tarafa çevirip bakmam. Bu türden suçlamalar karşısında, “Yâ Rabbi!” diyorum, “acaba sana kullukta, senin rızan istikametinde bir şeyler yapmaya çalışırken hata mı ettim; ihlâsta kusurum mu oldu da, hayatımda hiç düşünmediğim, rüyalarıma bile girmemiş, hülyasını bile kurmadığım gayelerle beni suçluyorlar?!”
Fakat bu suçlamaların arkasında, böylesi ithamlarla resmî makamları aleyhimize kışkırtanların arkasında, cinnî şeytanlardan ders alan bir takım insî şeytanlar var ki, onlar hem İslâm’a düşmanlar, hem de yolsuzluklardan sıyrılmış, meselelerini halletmiş ve dünya muvazenesinde gerçek yerini almış bir Türkiye istemiyorlar. Türkiye’nin şu an içinde bulunduğu durumda olması, kendi maksatlarını gerçekleştirmede onlara daha muvafık geliyor.
Onları bir ölçüde anlıyor ve “Kendi fıtratlarının gereğini sergiliyor, kötü tabiatlarını ortaya koyuyorlar” diyorum; fakat milletimizin gelişip büyümesini istemeyen bazı dış güçlerin piyonluğunu yapan bu zavallılara kanıp onların ardına takılanları anlamıyorum. Marjinal bir grup tarafından kandırılıp Türkiye’nin aydınlık geleceğini karartma hususunda onlarla beraber çalışanlara hayret ediyorum ve belli senaryolarla ortaya konan milyonda bir ihtimali dahi değerlendirip bu hizmetlerin altında menfi garazlar aramalarına rağmen önlerindeki binlerce güzel örnekten hiçbirini görmeyen, bir kere bile olsa müsbet düşünmeye yanaşmayanlara şaşırıyor ve gönül koyuyorum. Kendi kendine “Acaba on binlerce kilometre uzakta İstiklâl Marşı’mızın okunması, siyahî çocukların bile Türkçe konuşması kimlerin hoşuna gitmez; millî kültürümüzün tanıtılması ve temsil edilmesi kimleri rahatsız eder?” sorusunu bir kerecik olsun sormayan ve vicdanındaki cevabı dile getirmeyen kendi insanımıza kırgınım. Geleceğin sosyal tarihçileri tarafından da yadırganacak olan bu insanların bu umursamaz ve hatta bazen aleyhte tavırlarının körlük değilse de nankörlük olduğuna inanıyorum.
Hastalıklarla sarmaş dolaş yaşadığım, hayatı bir yük gibi omzumda taşıdığım şu günlerde tek dileğim, milyonda bir ihtimali bile değerlendirip bu hayırlı işlerin altında başka gayeler arayanların bir kere de binlerce güzel misalden hiç olmazsa birini görmeleri ve birkaç dakikalığına da olsa müsbet düşünmeleri. Ben, dünya namına bir şeye sahip değilim ve Hacı Kemal’le sözleştiğim gibi kendime ait bir evim bile olmadan ötelere yürüme muradındayım. Bir başka münasebetle dediğim gibi, “Kendime ait bir zeytin dalım bile yoktur. Eğer olsaydı, onu da barış namına onlara uzatırdım.”
İşte, ölümü ruhunun derinliklerinde her zaman duyan ve dünyevî bir beklentisi de olmayan birisi, hiçbir şeyden korkup çekinmez. Daha önce de değişik münasebetlerle ifade ettiğim gibi şahsen, zillete, hakarete, kötü söze asla tahammülüm yoktur. Çocukluğumda bile, değil bu ölçüde maruz kaldığım yalan, tezvir, itham ve iftiralara, en küçük bir hakarete dahi tahammül edemezdim; yine de edemem. Hiç çekinmeden kalkar, bütün dünyanın duyacağı şekilde bana yapılan hakaretleri, yapanların yüzlerine vurabilirim. Ne var ki, bugün yapılması gereken bu değildir. Herkesin kavgaya kilitlendiği, ülkemizin ve dünyanın her zamankinden daha çok sulhe, sükûna, iç huzura, devlet-millet kaynaşmasına muhtaç olduğu bir zamanda, nefsimize yapılanlar ne olursa olsun, katlanmak mecburiyetinde olduğumuz kanaatindeyim. Bir reh-i sevdaya girmişiz ve “bize ar-namus lâzım değil” demişiz, milletimizin bugününü de geleceğini de düşünmek mecburiyetindeyiz.
- tarihinde hazırlandı.