Neden ümitvârım?
Soru: İslâm’ın istikbaliyle ilgili kötümser görüşlere karşılık ümit verici vaazlarınızı dinliyoruz. Bu ümidinizin kaynağı nedir?
Ben, kendimi bedbin ve karamsar bir insan bilirim. Ancak bir şey var ki, onu da inkâr edemem. Şöyle ki, eğer Cenab-ı Vacibu’l-Vücud ve Tekaddes Hazretlerinin konuşturduğu bir insan olan Resûl-i Ekrem (aleyhissalâtü vesselâm), ümmetinin son günleri adına bir bişâret vermişse,[1] ben onu kendi karamsar dünyam içinde karartamam. Bana düşen, onu kendi berraklığına has keyfiyette takdim etmektir.
Sâniyen, ümitsizliğe düşecek çok ciddi bir durum olmadığı gibi, aksine ümidimizi besleyecek pek çok gelişme var. Her ne kadar ben ve benim emsalim kendimizi mahvolmuş bir nesil olarak görsek de gelecek nesil için bir köprü durumundayız. Gelecek neslin ise, hadis-i şeriflerin verdiği müjdeler içinde, Cenab-ı Hakk’ın hususi iltifatına nâil olacağına inanıyoruz. Ben de onca cürmüm ve günahıma rağmen bu iltifatlardan istifade etme ümidini taşımaktayım. Şahsen hep bu hususu düşünerek, hiçbir zaman ümitsizliğe düşmedim. Bir karanlık dönemde hiç yoktan başlayıp gelişen, mesafe üstüne mesafe kat eden, hatta daha gerilere dönüp baktığında, dün ufkunda yalancı bir şimşeğin çakmadığını, kâzip bir fecrin tulû etmediğini gören ve bugün bir zahre-i şemse ulaşan ve Güneş’in parlaklığı başını okşayan bir neslin ümitsizliğe düşmeyeceğine inanıyorum. Zira bizden evvelki nesillerin kupkuru ve kapkaranlık bir dünyaları vardı. Hâlbuki şimdi az da olsa aydın bir dünyamız var ve bizi, inşâallah, aydınlık bir istikbal beklemektedir. Bu hususu teyit eden pek çok emare var. Hiç kimse bunları inkâr edemez. Esasında bunları inkâr, nankörlük sayılır.
Ayrıca unutulmamalıdır ki, mâzi bu türlü iniş ve çıkışlarla doludur. Biz ne ilk defa inen ve devrilen kimseleriz ne de ilk defa bir çukurdan çıkma mecburiyetinde olan kimseler. Evet, bizden evvel nice milletler hep aynı inişleri, düşüşleri yaşamış ve Allah’ın (celle celâluhu) lütfuyla değişik şekilde çıkışlar yapmışlardır. Hazreti Nuh (aleyhisselâm), ümmeti içinde bin seneye yakın irşat ve tebliğde bulunmuştu. İşte o ümmet öyle bir çukura düşmüştü ki, beş büyük peygamberden (ulü’l-azm) birisi olan Hazreti Nuh, bu kadar yıl sa’y ve gayret etmesine mukabil sefine-i selâmete binerken yanında ancak yetmiş-seksen kadar insan vardı.[2] Hatta mevcut Tevrat ve İncil’de Hazreti Nuh’un yanında olan sekiz kişiden bahsedilir.[3]
Hazreti Âdem’in (aleyhisselâm) irşadıyla başlayan beşerin din hakikatini tanımama devresi, Hazreti Nuh (aleyhisselâm) döneminde son kerteye ulaşmıştı. Âdeta her şey bitip tükenmişken Hazreti Nuh ile yeni bir irşat devri başlamıştı. Hazreti Hud (aleyhisselâm) devrine doğru yeniden bir iniş devri olmuştur. Hazreti Hud, bir kere daha insanları imana çağırmıştır. Hazreti Salih (aleyhisselâm), muasırlarına belli mucizelerle Hakk’ı anlatmış; onlar ise Hazreti Salih’in devesini dillerine dolamış, peygamberden gelen tehdidi görmezden gelmişlerdir. Sonra o da ümmetine çeki düzen vermiş ve yeniden bir kez daha küre-i arza nur serpiştirmiştir.
Hazreti İbrahim (aleyhisselâm), Firavun tarafından (Bazı tarihçiler o Firavun’un adının Sâdûk olduğunu söylerler)[4] zevcesi ile tehdit edildiğinde içinde bulunduğu durumu zevcesine açarak şöyle seslenmişti: “Ey Sâra, biliyorsun ki, yeryüzünde sen ve benden başka Müslüman yok. (Eğer biz de mahvolursak Allah’ın adını anan kimse kalmayacaktır!)”[5] Onun bu sözlerinden, Hazreti İbrahim devrinde de inananların bir kere daha dalâlete sürüklendikleri anlaşılmaktadır. Sonra bu dönemde Hazreti İbrahim’le yeni bir aşk, heyecan ve coşkunluk devri başlamıştır. Hazreti Musa (aleyhisselâm) bu işi devlet çapında plânlamış, rayına oturtmuş, İsrailoğullarıyla bir devlet kurarak firavunlara baş kaldırmış ve gürül gürül Hakk’ı ilan etmiştir. Bu süreç, Hazreti Davud ve Hazreti Süleyman (aleyhimesselâm) devirlerinde muhteşem bir devlet olarak yerine oturmuş ve cihan çapında bir hâkimiyet kurulmuştur. Hazreti Mesih’e (aleyhisselâm) doğru gelindiğinde Hak duygusu yeniden yıkılmış ve Hazreti Mesih’in etrafında sağlam inanmış on bir buçuk insan kalmıştı. (Vâkıa havariler on iki kişidir, ancak birisi ihanet ettiği için “on bir buçuk” ifadesini kullandım.) Hazreti Mesih’in elçi olarak gönderildiği cemaat, kendilerine peygamber olarak gelen ve kendi ırklarından olan Hazreti Zekeriya ve Hazreti Yahya’yı (aleyhimesselâm) tereddüt etmeden şehit edecek kadar asi bir toplumdu. Hazreti Mesih, bu cemaati Hakk’a çağırarak Efendimiz’e giden yolu açmıştı.
Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), dünyaya teşrif ettiği zaman her yanda bambaşka bir hava vardı. Beşer bütün bütün şirazeden çıkmış, insanlık tamamen haktan, hakikatten uzaklaşmıştı. O kadar ki, yerdeki en mukaddes bina olan Kâbe’yi kadınlar çırılçıplak tavaf ediyor,[6] Mekke sokakları fuhşiyatla inliyordu. (Bâtılı tasvir olur düşüncesiyle daha fazla açmak istemiyorum.) Hazreti Muhammed (aleyhissalâtü vesselâm), beşeri son kez bir daha gayyâdan alıp belli bir doruğa ulaştırırken aynı zamanda insanlığın bir gün yeniden dirileceği müjdesini de vermişti. Bu hakikati M. Akif, şu altın ifadelerle ne güzel resmeder:
Sırtlanları geçmişti beşer yırtıcılıkta,
Dişsiz mi bir insan, onu kardeşleri yerdi.
Fevzâ bütün âfâkını sarmıştı zeminin,
Salgındı, bugün Şark’ı yıkan tefrika derdi.
Derken, büyümüş kırkına gelmişti ki öksüz,
Başlarda gezen kanlı ayaklar suya erdi!
Bir nefhada insanlığı kurtardı o Masum,
Bir hamlede kayserleri, kisraları yere serdi!
Aczin ki, ezilmekti bütün hakkı, dirildi;
Zulmün ki, zeval aklına gelmezdi, geberdi!
Âlemlere rahmetti evet şer-i mübini,
Şehbalini adl isteyenin yurduna gerdi.
Dünya neye sahipse, O’nun vergisidir hep;
Medyun O’na cemiyyeti, medyun O’na ferdi.
Medyundur o Masum’a bütün bir beşeriyet
Ya Rab, bizi mahşerde bu ikrar ile haşret!
İşte benim ümidimin kaynağı, bu iniş ve çıkışların devamındaki temel espridir! Biz, iki asır evvel “Batılılaşacağız” diye gafletle bir kuyuya baş aşağı dalmaya durduk. Biz indikçe birileri bize “Merdiven çıkıyorsunuz.” diyor ve âdeta her yüz metre düşüşte bize bir madalya takıyorlardı. Bütün bunlar, bizim maskaralığımızın ifadesiydi. Ancak Allah’ın lütuf ve keremiyle yirminci asırda birden bire İslâm âleminin makus tali’i yeniden değişmeye durdu. Bir kere daha Cenab-ı Hak (celle celâluhu), mürşid ve mübelliğler göndererek Kur’ân’ın mübarek yüzünden perdeyi açıverdi ve yeniden Tur’da berk çakar gibi oldu, Hira’da vahyin sesi gürlemeye başladı. Arap şairi;
أَبَرْقٌ بَدَا مِنْ جَانِبِ الطُّورِ لاَمِعُ ... أَمْ اِرْتَفَعَتْ عَنْ وَجْهِ لَيْلَى الْبَرَاقِعُ
“Tur tarafından bir nur mu çaktı / Yoksa Leyla, yüzünden perdeyi mi kaldırdı?”
der. Bunun gibi biz de şimdilerde Hazreti Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) –perde arkasından– cemal-i bâkemalini müşâhede ediyor gibi bir neslin berrak, duru, temiz, günahsız ve masum çehrelerini görür olduk ve aradığımızın rüyalarını görmeye başladık; başladık ve onca iniş-çıkışlardan sonra günümüzde kadını ve erkeğiyle kendimiz olmaya yöneldik.
Kanımızla mühürlediğimiz İstiklal savaşından sonra gaddar, cebbar, zalim bazı milletler bize şartlı bir istiklal vermiş ve bizi kendimizden kopararak, Kur’ân’dan uzaklaştırarak kimliksizleştirmek istemişlerdi. Ne var ki, on asırdır dinine-diyanetine sadık ve bağlı bu millet, bir taraftan dünyanın kâfir ve zalimlerini idare ederken diğer taraftan da millet ruhunun gölgesi altında değişik yollarla hizmetini devam ettirmişti. Evet, millet kendi içinden mürde (ölü) gönülleri ihya edebilecek alternatifler çıkarmış ve o gönülleri ihya etmeye çalışmıştı. Derken tabanda ciddi bir gayret olmuş ve bunun neticesinde ahlâklı ve faziletli nesillerin yetişmesine zemin teşkil eden çeşitli müesseseler açılmış; daha sonra da mekteplere Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi dersi konuluvermişti. Önceleri bunları görüp bilen aydın birkaç ruh bulabilmek için mumla insan ararken, elhamdülillah, şimdi binlercesiyle iç içeyiz.
Bir zamanlar lisede okuyan bir talebeyi camide namaz kılarken görmek, içimize Tur’dan esen bir bişâret ve müjde gibi geliyordu. Şimdi ise her şey çok farklı...
Yeri gelmişken burada bir hatıramı sizinle paylaşmak istiyorum. Namaz kılmak için bir camiye gitmiştim. Namazdan sonra lise 1 veya 2. sınıfta olabileceğini tahmin ettiğim bir talebe görünce hislerime hâkim olamadım, elinden tutup ona bir şeyler anlatmak istedim. O, beni gördüğünde önüme bir kâğıt uzattı ve bana, “Şuraya bir imza atar mısınız?” dedi. Bunun ne olduğunu sorunca, “Mekteplere din dersi konması için imza topluyoruz.” diye cevap verdi. Eğer orada durumum müsait olsaydı o talebenin ayaklarına kapanacak ve “Ben de seni bekliyordum!” diyecektim. Ben ona bir şey anlatayım diye beklerken o bana çok şey anlatıvermişti.
Sonuç olarak, işte bu ve bunun gibi daha pek çok güzel gelişmeleri gördükten sonra ümitsizliğe düşmek için hiçbir sebep yok. Ümidimizi besleyici bu kadar faktör içinde elbette ümitli olacağız. Şimdi bu faslı da fikir mimarımızın çok tekrar ettiğim şu ifadeleriyle noktalayalım: “Ümitvâr olunuz. Şu istikbal inkilâbâtı içinde en yüksek ve gür sadâ, İslâm’ın sadâsı olacaktır.”[7]
[1] Bkz.: Müslim, îmân 232; Tirmizî, îmân 13; İbn Mâce, fiten 15.
[2] Bkz.: es-Sa’lebî, el-Keşf ve’l-beyân 5/169; el-Beğavî, Meâlimü’t-tenzîl 2/384.
[3] Kitab-ı Mukaddes, Tekvin, 6:18, 7:7, 13, 8:15, 18; 1. Petrus, 3:20.
[4] Bkz.: İbn Hacer, Fethu’l-bârî 6/392.
[5] Buhârî, enbiyâ 11; Müslim, fezâil 154.
[6] Müslim, tefsir 25; Nesâî, menâsik 161.
[7] Bediüzzaman, Tarihçe-i Hayat s.126 (İlk Hayatı).
- tarihinde hazırlandı.