Allah yolunda çekilen çileler
Soru: Kur’ân-ı Kerim’de “Yoksa siz, daha önce geçmiş ümmetlerin başlarına gelen durumlara maruz kalmadan Cennet’e gireceğinizi mi sandınız?” (Bakara sûresi, 2/214) buyruluyor. Oysa bu mevzuda bizim kafamız ağrımadığı gibi burnumuz da kanamıyor. Rabbimizin dinine hizmette bulunduğumuzdan ötürü bir hakaret bile görmedik. Bunu ne ile telif edebiliriz?
Evvela, ifade etmek gerekir ki, din-i mübin-i İslâm’a hizmet ve bu yolda muvaffakiyet hep aynı metotla olmuş ve bu uğurda hep benzer sıkıntılar çekilmiştir. Allah (celle celâluhu) yolunda olmanın beraberinde getirdiği o çileli hayata dair misaller yıllarca, asırlarca, belki milyonlarca sene önce yaşayan ilk insanların ve onların nebilerinin hayatlarında da müşâhede edilmektedir.
Mesela, Kur’ân’da anlatıldığına göre, kavminin, Seyyidina Hazreti Nuh’a (aleyhisselâm) dedikleri sözler, sokakta bizim herhangi birimize söylense ve bize bu şekilde bir hakarette bulunulsa, öyle zannediyorum ki, rahatsızlıktan iki büklüm oluruz. Beş büyük peygamberden biri olan o şanı yüce nebi, her gün kapı kapı dolaşarak insanların kapılarının tokmağına dokunmuş, “Lâ ilâhe illallah deyin, kurtulun!” demiş, onlar ise bazen onun ayağına ip bağlayıp sürüklemişler, bazen üzerine üşüşüp dövmüşler, başına toz-toprak atmışlar, bazen de hakaretin en acımasızını yapmışlardır. Keza, Hazreti İbrahim’in (aleyhisselâm) hayatı incelendiğinde onun da ne büyük sıkıntılar çektiği görülecektir. Evet o, ateşe atılma, zevcesini götürüp bir tarafa bırakma ve oğlunu kesmeye memur edilme gibi en ağır imtihanlara maruz kalmıştır. Hatta Hazreti İbrahim, o zamanlar Şam önlerinde yaşayan ve bir kısım tarihçilerin adına Sâdûk dedikleri[1] Firavun tarafından zevcesi ile tehdit edilmiştir.[2]
Hazreti Musa’nın (aleyhisselâm) hayatı da bu çeşit imtihanlarla doludur. İrşat etmek için karşısına dikildiği Firavun O’nu ölümle tehdit etmiştir. Daha sonra ise o, halkını kurtarmaya gelmiş, fakat kavminden yine de yüz bulamamıştır. Onun halkı bir sürü mucize karşısında bile tam teslim olamamış, sürekli problem çıkarmıştır. Hep böyle olmuştur ve hep böyle olacaktır. Ama bütün bunlara rağmen gidilecek yol, peygamberlerin yolu olduğundan, başa gelen her şeye katlanılmalıdır.
Hazreti İsa’ya (aleyhisselâm), on iki kişi olan ümmetinden birisi de ihanet etmişti. Hatta kavmi, onun evini haince sarmış ve kendi nebilerini çarmıha germek için âdeta yarış yaparcasına koşuşmuşlardı... Evet, bütün nebiler hep çile çekmişlerdi ve çile çekilecekti. Zira yol, onların gittiği yoldur. Konuyla alâkalı Yunus Emre şöyle der:
Bu yol uzaktır,
Menzili çoktur,
Geçidi yoktur,
Derin sular var.
Binaenaleyh bu yönüyle baktığımız zaman, Hak yolunda yürüyenler, bazen tekme tokat yiyeceklerine, hakaretlere maruz kalacaklarına ve yüzlerine tükürüleceğine hazır olmalıdırlar. Fakat bunları istemek ve beklemek doğru değildir. Vâkıa, mü’min, yaptığı hizmetler neticesinde her zaman hakaret de görmeyebilir. Zira Cenab-ı Hak, mü’minleri bazen lütfuyla bu tür belalarla imtihan etmeyebilir de. Bunun yanında mü’minlerin büyük ölçüde maruz kaldıkları şeyler, Hak yolunda çalışanların her zaman refüze olduklarını da göstermez. Aksine onların başlarına buna benzer durumlar gelince şu âyetin mealini düşünmeleri gerektiği bildirilir: “Yoksa siz, daha önce geçmiş ümmetlerin başlarına gelen durumlara maruz kalmadan Cennet’e gireceğinizi mi sandınız? Onlar öyle ezici mihnetlere, öyle zorluklara dûçar oldular, öyle şiddetle sarsıldılar ki, peygamber ile yanındaki mü’minler bile ‘Allah’ın vaat ettiği yardım ne zaman yetişecek?’ diyecek duruma geldiler. İyi bilin ki, Allah’ın yardımı yakındır.” (Bakara sûresi, 2/214)
Burada mevzu ile alâkalı şu hususa da değinmek istiyorum: İnanan insanlar, din-i mübin-i İslâm’ın âfâk-ı âlemde şehbal açması istikametinde bütün cehd ve gayretlerini göstermelidirler. Hak yolunda başlarına her zaman gelebilecek belaların olabileceğini peşinen kabul etmeli ve bunlara katlanmaları gerektiğini çok iyi bilip buna razı olmalıdırlar. Şu kadar da var ki, Cenab-ı Hak uzun süre Kendi yolunda olanlara bela ve musibet vermeyebilir ve onları sıkmayabilir; hatta bu kimseler, uzun bir müddet rahat edip bir sıkıntıya maruz kalmayabilirler de. Önemli olan husus, musibetler ilk tosladığında onlara karşı sabredebilmektir. Bir hadis-i şerifin ifadesiyle, musibeti ve belayı istememek gerekir. Efendimiz (aleyhissalâtü vesselâm) buyuruyor ki: “Düşmanla karşılaşmayı arzu etmeyiniz… Karşılaştığınız zaman da sabrediniz.”[3] (Bu hakikate Kur’ân-ı Kerim’in bir âyetinde de işaret edilir.)[4] O bakımdan, başımızda değirmen taşları çevirseler, bizi makaslarla doğrasalar, –Nesimî’nin tabiriyle– külümüzü kavurup savursalar, başımıza erre koysalar, testere ile bizi ikiye ayırsalar, “Yâr yapa bunları!” deyip Allah’tan gelen bu imtihanlara sabretmemliyiz.
Binaenaleyh mü’min, Fuzûlî’nin yaptığı gibi Rabbisinden başına bela yağmurunu yağdırmasını istememelidir. O şöyle der:
Yâ Rab, belâ-i aşk ile kıl âşinâ beni,
Bir dem belâ-i aşktan etme cüdâ beni.
Az eyleme inâyetini ehl-i derdden,
Yani ki çok belâlara kıl mübtelâ beni.
Burada şu hususu da belirtmek gerekir ki, selefimizle kıyaslandığında günümüzde Hak yolunda hizmet edenlerin büyük imtihan ve musibetlere çok maruz kaldığını söylemek de mümkün değildir. Bu uğurda belki sadece evlerini değiştirmiş ve bazıları itibarıyla da hapse atılmış olsalar bile kendilerine yatak ve yiyecek verilmiştir. Bu gibi hususları çile ve ızdırap sayanlar, çile ve ızdırabın ne demek olduğunu tam bilmiyorlar demektir. Zira ifade edilen durum, istirahatten ibarettir. Tabi ki duamız, Hak kervanında yolculuk edenlerin başına bu tür belaların da gelmemesi istikametindedir. Ama bir kere daha kemal-i samimiyetle ifade etmek gerekir ki, bizim insanımız bu mevzuda gerçekten çile sayılabilecek ciddi bir durumla karşı karşıya kalmamıştır.
Bununla beraber –Allah’ın bu belaları başımızdan uzak etmesini niyaz ederek diyoruz ki– insanımız başına musibet ve bela gelse bile dişlerini sıkacak ve sabredecek gibi görünmektedir. Bu durum da insanımızın Rabbimize olan tevekkülünün oldukça kavi olduğunu göstermektedir. Hatta onları bu şekilde bir soruyu sormaya zorlayan böyle bir endişe, gerçekten bu mevzuda hiç de azımsanmayacak bir muhasebenin yapıldığına delâlet etmektedir. Evet, bu hâlimizle “kurtulabilir miyiz, kurtulamaz mıyız” endişesini taşıma oldukça düşündürücüdür. Rabbim, omuzumuza tâkat getiremeyeceğimiz yükleri yüklemesin! Başımıza getireceği şeylere karşı bizlere önce sabır, sonra da azim ve ikdam ruhu lütfeylesin ve bizleri hizmetten mahrum bırakmasın.
Burada bir hususu daha ifade ederek mevzuu noktalamak istiyorum. Tâlût’un ordusunda Hazreti Davud’la birlikte 313 inanan insan olduğu rivayet edilmektedir.[5] Dinsiz ordusuyla karşı karşıya kalınca şu şekilde dua etmişlerdi:
رَبَّنَۤا أَفْرِغْ عَلَيْنَا صَبْرًا وَثَبِّتْ أَقْدَامَنَا وَانْصُرْنَا عَلَى الْقَوْمِ الْكَافِرِينَ
“Ey Rabbimiz, başımızdan yağdırır gibi sabrı üzerimizden boşalt, ayaklarımıza sebat ver ve bu kâfir topluluğa karşı bize nusret bahş eyle!” (Bakara sûresi, 2/250)
Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Her kim gece (yatmadan önce) Bakara Sûresi’nin son iki âyetini okursa, bu ona yeter.”[6] şeklinde bizlere tavsiye ettiği Bakara Sûresi’nin son iki âyetinde de buna benzer bir dua yer alır: “Ey bizim Rabbimiz! Eğer unuttuk veya kasıtsız olarak yanlış yaptıysak, bundan dolayı bizi sorumlu tutma. Bizden evvelkilerin sırtına yüklediğin ağır yükleri ve taşınılmaz sorumlulukları omzumuza yükleme! Ya Rabbenâ! Tâkat getiremeyeceğimiz şeylerle bizi yükümlü tutma. Affet bizi, lütfen bağışla kusurlarımızı, merhamet buyur bize! Sensin Mevlâmız, yardımcımız! Ve kâfir topluluklara karşı Sen bize nusret bahş eyle!” (Bakara sûresi, 2/285-286) Efendimiz bu duayı, yatsı namazından sonra, yatarken okumamızı istemektedir. Keşke mü’minler olarak bu duaları şuurla okuyabilsek ve her gün yeni bir metafizik gerilime geçebilsek!
[1] Bkz.: İbn Hacer, Fethu’l-bârî 6/392.
[2] Bkz.: Buhârî, enbiyâ 11; Müslim, fezâil 154.
[3] Buhârî, cihâd 112, temennî 6, 8; Müslim, cihâd 20.
[4] “Onlar Mescid-i Haram’ın yanında sizinle savaşmadıkça, siz de onlarla orada savaşmayın. Fakat onlar size savaş açarlarsa siz de onlarla savaşın. (Bakara sûresi, 2/191).
[5] Ebû Dâvûd, siyer 38; Taberî, Câmiu’l-beyan, 2/631; Şevkânî, Fethu’l-Kadîr, 1/268.
[6] Buhârî, meğâzî 12, fedâilü’l-Kur’ân 10, 27, 34; Müslim, salâtü’l-müsâfirîn 255, 256.
- tarihinde hazırlandı.