Hazreti Ali’nin halifeliği
Soru: Diyorlar ki Hazreti Ali, dört halifenin en efdali idi. Fakat halifelik ondan gasp edildi. Bu doğru mudur?
Bu sözü söyleyenler her zaman olmuştur ve olabilir de. Ancak Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat olan bizim insanımız arasında böyle bir meselenin bahis mevzuu olmaması gerekir. Bu konuda bazı kimseler Hazreti Ali’yi (radıyallâhu anh) sevmede ölçüyü kavrayamamıştır. İster ölçüyü kavrayamayan kimseler, ister Şiîler, ister Hulefa-i Râşidîn’in diğerlerinin düşmanlığıyla oturup-kalkan zihniyet olsun bunlar, Ehl-i Sünnet Cemaati’nin dışındaki kimselerdir. Nitekim biz, hususi veya şahsî fazilette bazısı bazısına üstün gelse de Hulefa-i Râşidîn’i Allah (celle celâluhu) ve Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) katında müsavi tutar ve bunların birini öbürüne tercih etmeyiz. Evet, bazı noktalarda biri râcih, bazı noktalarda ise diğeri râcih olabilir. Fakat biz kat’iyen bunların münakaşasını yapmaya girmeyiz. Çünkü bu, Allah’la onlar arasında olan bir husustur. Aslında Cenab-ı Hakk’ın, o büyük zevatı bir sıraya ve tertibe tâbi tutması, evvela Hazreti Ebû Bekir’i (radıyallâhu anh), sonra Hazreti Ömer’i (radıyallâhu anh), sonra Hazreti Osman’ı (radıyallâhu anh) ve ardından Hazreti Ali’yi (radıyallâhu anh) getirmesi bize şu kanaati vermektedir: Demek ki evvela Hazreti Ebû Bekir, sonra Hazreti Ömer, sonra Hazreti Osman, sonra da Hazreti Ali geliyor. Ancak hususi fazilette, Ehl-i Beyt-i Resûlullah’ı temsil etmede, Allah Resûlü’nün ahfâdına (torunlarına), kıyamete kadar gelecek bütün aktâba baba olmada Hazreti Ali’nin taşıdığı bir hususiyet vardır ki, o, hilâfet-i İslâm noktasında geride olsa bile bu noktada çok ileridir. Belki bu noktada Hazreti Ali meleklerle eş değerdedir. Zira o, Hazreti Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) tertemiz neslini devam ettiren altın bir oluktur. Bu noktada da o ilerilerin ilerisindedir. Bu konuda biz işte böyle düşünürüz. Bu düşüncemize itiraz edip reaksiyon gösterecek ne Alevî ne de Ömerî hiçbir cemaat çıkamaz. Kimsenin bu noktada bir reaksiyon göstermeye de hakkı yoktur.
Fakir, burada iki husus üzerinde daha durmak istiyorum: Evvela, –soruda olmasa bile– Şiîlerin gulat kısmı içinde, “Cibril, peygamberlik vazifesini Hazreti Ali’ye götüreceği yerde Resûlullah’a götürdü.”[1] gibi safsataları olanlar vardır ki, bunlar aşırılardır. Zira Cibril (aleyhisselâm), “Melekler asla Allah’a isyan etmez ve kendilerine verilen bütün emirleri tam yerine getirirler.” (Tahrim sûresi, 66/6) ferman-ı sübhânisi ile tavsif edilen müstesna bir melektir. Emredildiği bir meselede Allah’a (celle celâluhu) isyan, onun için asla bahis mevzuu değildir. Nitekim Kur’ân-ı Kerim ona “Emin” demiştir.[2] O, melekler içinde en emindir ki peygamberlere peygamberlik vazifesini getirmekle tavzif edilmiştir. Böyle bir meleğin kendi vazifesine hıyanet etmesini düşünmek büyük bir safsata ve ahmaklıktır. Bu inanış, Şiîlerin gulat kısmının bakış açısı olup, ölçü bilmeyen taşkınlar bu güzergâhı yol edinmişlerdir.
İkinci olarak; ben, “Hazreti Ali (radıyallâhu anh), hulefa-i erbaanın en efdali idi fakat halifelik ondan gasp edildi.” sözünün de doğru olmadığını ifade edeceğim. Çünkü bunun böyle olmadığını az çok İslâm tarihi okuyanlar bilirler. Vâkıa, Benî Sa’d Sakifesi’nde, yani Ensar ve Muhacirîn’in toplanıp Hazreti Ebû Bekir’e (radıyallâhu anh) biat ettiği yerde Hazreti Ali yoktu. Hazreti Ali o anda cibilli karabeti noktasından Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) teçhiz ve tekfiniyle meşgul idi. Onun yanında Hazreti Fadl (radıyallâhu anh), Hazreti Abbas (radıyallâhu anh), Kusem İbn Abbas (radıyallâhu anh) ve Üsame İbn Zeyd İbn Hârise (radıyallâhu anh) gibi kimseler vardı ki, onlar da Sakife hâdisesinde bulunamamışlardı.[3] Bu nokta-i nazar değerlendirilmek suretiyle “Hazreti Ali’nin hakkı yendi” meselesine gidilemez. Zira Hazreti Ali, Seyyidetina Hazreti Fatıma’nın (radıyallâhu anhâ) vefatını müteakip altı ay sonra mescitten içeriye girmiş, Hazreti Ebû Bekir’in (radıyallâhu anh) önüne oturup elini tutmuş ve herkesin görebileceği şekilde Hazreti Ebû Bekir’e biat etmişti. Ne Sünnîsi ne de Şiîsi bunun aksini iddia edemez.
Şayet burada Hazreti Ali’nin korktuğu için biat ettiği söylenecekse, bunu söyleyenler de korksunlar ve Hazreti Ebû Bekir’e biat etsinler. Şayet Hazreti Ali –hâşâ– şirin görünmek için mümâşat yaptıysa bu durumda onun riya yaptığını kabul etmek gerekir. Hâlbuki Hazreti Ali, mescitte herkesin duyacağı şekilde şöyle demişti: “Şimdiye kadar gelmeyişim, sahibinizi kabul etmediğimden değildi; şimdi gelişim de korkumdan değildir.”[4] Hâşâ ki harp meydanlarının Şâh-ı Merdan’ı, Haydar-ı Kerrar’ı korksun da mümâşat yapsın. Öncelikle Hazreti Ali, Hazreti Fatıma’yı kırmak istemiyordu. Anamız Hazreti Fatıma’nın Hazreti Ebû Bekir’e karşı küçük ve farklı bir düşüncesi vardı. Aynı zamanda birkaç ay sonra babasına ulaşacağı mevzuu kulağına da fısıldanmıştı.[5] Bu sebeple Hazreti Ali bu müddet zarfında beklemeyi tercih etmişti. Ayrıca Hazreti Ali’nin evine gelip gidenler de çok oluyordu ve ona bir şeyler söylüyorlardı. Bir de o, nüzul sırasına göre Kur’ân-ı Kerim’in tertibiyle meşguldü. İşte bu ve benzeri sebeplerden ötürü Hazreti Ali Efendimizin biatı biraz gecikmişti.
Ama o da altı ay sonra biat etmiş ve Hazreti Ebû Bekir ve Ömer’in (radıyallâhu anhümâ) yanında yerini almıştı. Hazreti Ebû Bekir vefat edince de Hazreti Ömer’in kâdı’l-kudat’ı (baş hâkimi) olmuş, yani hüküm kesme ve hüküm verme mualla mevkiine yükseltilmişti. Hazreti Ali, Hazreti Ömer’in kendisini sevmediğini ve hakkının Hazreti Ebû Bekir ve Hazreti Ömer tarafından gasp edildiğini bilemeyecek kadar –hâşâ– safdil bir insan değildi. Aksine o, İslâm devletini idarede en mualla mevkie sahip bir insandır. Hazreti Ali’nin de –hâşâ– mümâşatını ve idaresini yirmi-otuz sene idare ettirecek kadar ikiyüzlü bir insan olmasını düşünmek hiçbir kitaba sığmaz. Aynı zamanda o, Hazreti Osman’ın (radıyallâhu anh) da baş kadılığını yapmıştı. Hazreti Osman vefat ettikten sonra da âsi ve tâğiler cebren kendisine biat etmişlerdi. Ardından ashab hazeratı da (radıyallâhu anhüm ecmaîn) fitne çıkmasın diye ona biat edivermişlerdi. Tarih ve meğâzi mevzuunda en mevsuk ve en sika kimselerden hâdiselerin bize intikal ediş keyfiyeti böyledir. Bunun ötesinde söylenecek söze batıl ve eracif nazarıyla bakar, bir kenara atarız. Zira iddia edilen bir hak gasp edilmesi meselesine evvela tarih karşı çıkar.
[1] Bkz.: Ahmed İbn Abdurrahman el-Malatî, et-Tenbîh ve’r-red ala ehli’l-ehva ve’l-bida’ s.23; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye 14/211.
[2] Tekvir sûresi, 81/21.
[3] Bkz.: Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 1/260; İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ 2/276.
[4] Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiya 1/293-294.
[5] Müslim, fezâilü’s-sahâbe 97; Tirmizî, menâkıb 60.
- tarihinde hazırlandı.