Cehalet kaynaklı inkâr
Soru: Şiddetli muhabbet ve korku niçin inkâra sebep olur? Bu mesele, insanlar arasındaki ölçüsüz, aşırı sevgi ve korkuyla mı alâkalıdır? Yoksa tevhid ile alâkalı bir mesele midir?
Bu meseleyi tam olarak anlayabilmek için evvela inkâr kelimesi üzerinde durmak gerekir. İnkâr denilen şey, Allah’ı kabul etmeme mânâsına gelebileceği gibi, bir insanı irdeleme mânâsına da gelmektedir. Ancak biz, kendisine yapılan iyiliği görmezden gelene veya kendine muhabbet gösterildiği hâlde buna karşı ilgisiz ve gafil kalana daha çok “münkir” yerine “nankör” ve “kadirnâşinas” deriz. Bunun yanında, Allah’ı (celle celâluhu) inkâr edene de “münkir” diyoruz. Binaenaleyh inkâr tavrını takınan insanlara “münkir” demek ve onların hareketlerini “inkâr” olarak isimlendirmek, hâl-i hazırda kullandığımız dilimizde çok bilinen bir husus değil. Haddizâtında, birine karşı alâka duyuluyor ve o kişi bu alâkaya cevap vermiyorsa, o kimseye karşı bir inkâr tavrının olduğunu söylemek de pekâlâ mümkündür. Bu misalde alâka duyana insaflı manasına “münsif”, karşılık vermeyene de “münkir” denir. Fakat biz, dilimizde çok meşhur olmadığından “münkir” tabirini değil de daha ziyade “vefasız” ve “kadir bilmez” gibi tabirleri kullanmayı tercih ederiz.
Ne var ki, buradaki meselenin, daha ziyade Zât-ı Ulûhiyet’e ait yönüyle ele alınması lazımdır. Evet, nasıl ki inkâra sebep olan pek çok husus vardır, öyle de bazen şiddetli muhabbet de inkâra sebep olabilir. Mesela siz, bir şeye karşı fevkalâde muhabbet gösteriyorsunuz; bu şey, bir şahıs olduğu zaman, çok defa o muhabbete liyakati olmadığından –ki liyakati olmadığını yer yer gösteriyor– ondan beklediğiniz vefa ve dostluğu bulamıyor, dahası onda, dosta yaraşmayacak vefasız insan tavırlarını görüyorsunuz. Ona, bir taraftan yürekten dostluk ve vefa gibi en ulvî hislerinizle yöneliyorsunuz, diğer taraftan da o size karşı gayet hissiz, soğuk, –bağışlayın– mahkeme duvarı gibi bakıyor. Bu durum karşısında sizin içinizdeki o alâka birden bire inkâra dönüşüyor ve “Böyle vefasız bir insana muhabbet edeceğime gider taşa-toprağa muhabbet ederim daha iyidir.” diyorsunuz.
Mevzu ile alâkalı ikinci bir husus da şudur: İnsan, Kaf dağının arkasındaki bir sevgiliye gönül verdiği gibi bazen de hiç elde edemeyeceği bir şeye gönlünü kaptırabilir. Onun peşinde koşup durur, onu hep hayalinde yaşatır, daha sonra da vaslına erilmez, ulaşılmaz bir cânan olduğu ortaya çıkınca, ondan alâkasını keser ve vâsıl olabileceği başka bir mahbubeye yönelir. Yani mecazi muhabbetin işe yaramadığını anlayınca hakiki muhabbet yoluna yönelir. Mecazi mahbublardan kat-ı alâka eder ve لَۤا أُحِبُّ الْاٰفِلِينَ “Allahım, batıp gidenleri, alâkasızları, benim âh u efgânımı dinlemeyenleri, duymayanları, derdime derman olmayanları terk ettim, yüzümü, gökleri ve yeri yaratana tevcih ettim, ben müşriklerden değilim, O’na eş ve ortak koşmuyorum.”[1] diyerek bir şems-i sermede (sonsuz güneş) yönelir. Ancak biz, bu hususu Sünnet çizgisindeki Müslümanlık ölçüleri içinde düşünemesek de Hallâc-ı Mansûr, Tavâsîn’inde (Bu arada Tavâsîn’in çok sırlı bir kitap olduğunu söylemek gerekir. Hallâc bu eserinde Ehl-i Sünnet’in düsturlarına dokunuyor gibi görülse de çok aşkın şeyler söylemektedir.) şeytanın, aşkının kurbanı olduğunu söyler. Onun Allah’a (celle celâluhu) öyle bir fart-ı muhabbeti vardı ki, Hazreti Âdem’in (aleyhisselâm), Allah ile kendi arasına girdiğini görünce isyan ederek “Ben Sen’den başkasına secde etmem!” demiştir.[2] Hazretin bu mevzudaki beyanı bizim için de sorgulanacak mahiyettedir ve bu ifadeleri Ehl-i Sünnet ölçüleri içinde anlamak, izah etmek oldukça güçtür. Ancak onun hangi âleme göre, hangi mânâya göre böyle bir şey söylediği üzerinde düşünmek gerekmektedir. O, başka bir keresinde de, aşkı şeytandan, itaatteki inceliği de Âdem’den öğrenmek lazım geldiğini söyler. Bize göre sözün ikinci şıkkı doğru olmakla beraber birincisini muhakeme etmeye muhakememiz yetmemektedir. Binaenaleyh Zât-ı Ulûhiyet’e karşı böyle bir şey düşünülebilmesine rağmen bunun bizce objektif olmadığını söylemek yerinde olur.
Meseleye bir de “İnsan, bilmediğinin düşmanıdır.” zaviyesinden bakmak gerekir. Bir insanın belki Cenab-ı Hakk’a karşı muhabbeti vardır, Allah’ı (celle celâluhu) sever, ama bilme noktasında eksiği olduğundan ve tam olarak O’nun yolunda bulunmadığından dolayı bir türlü O’na vâsıl olamaz veyahut mücerret bir sevgi ve şiddetli bir alâkası olmasına rağmen yine de O’nun istediği gibi olamadığından, beklenen neticeyi bir türlü elde edemez. Daha sonra da muhabbetinde aksamalar olur. Bu mülâhazalar içinden en kuvvetli olan husus, Allah’ı tam bilemediğinden dolayı sevemiyor olmasıdır. Bu hususu şöyle bir misalle açmak istiyorum: Ben birkaç yerde Einstein’i anlatmıştım. Bunun üzerine, anlattığım çevrede ona karşı ciddi bir sempati uyanmıştı. Şöyle ki, fakir onun bir iki zeka oyununu ve tevazuunu dile getirmiştim. Hikâye şu: Bir gün onu Almanya’da sırtında eski bir hırkayla görüp “Üstad bu ne hâl böyle? Sırtında böyle eski bir hırka ile ne yapıyorsun?” demişler. Bunun üzerine o da: “Almanya’da herkes beni tanır, iyi de giysem, kötü de giysem tanırlar.” demiş. Onu İkinci Cihan Harbi’nden sonra Amerika’da üzerinde yine aynı hırka ile görünce aynı soruyu sormuşlar. O da: “Canım, beni Amerika’da kim tanır ki, iyi bir şey giyeyim!” demiş. Şimdi bir insan dünyaya böyle bakarsa, bu insanın –ister inanmış olsun, ister inanmamış– bu hâli, çevresindeki insanların ruhunda muhabbete vesile olabilir.
Bir misal daha arz etmek istiyorum. Gandi kendini Hint halkına adamış mütevazi bir insandır. O, kendi anladığı mânâda, Hint halkı için yer yer onar veya yirmişer günlük oruçlara niyet eder. Bu insan bir gün milletinin mihrabı hâline gelir. Az farklı da olsa Gandi’nin hayalinde, düşüncelerinde ve beyanında, Mâbud-u Mutlak mânâsında bir Zât-ı Ulûhiyet’e teveccüh etme söz konusudur. Her ne kadar bu düşüncelerde puta benzer imajlar veya Zât-ı Ulûhiyet’i ifade için kullanılan put gibi şeyler olsa da, bu ifadelerin tercümeden mi, yoksa hakikaten onun düşünce tarzı mı olduğunun münakaşası yapılabilir. Ancak onun hayatına baktığımızda görürüz ki o, yanında sadece bir kırba bulundurmuş, bir hasır üzerinde yatmış kalkmış ve kendi memleketinde parya hayatı yaşamıştır. Ayrıca bütün dünyanın gözü önünde cereyan eden bir yanı vardır ki, bu sahne her insanın vicdanında ona karşı ciddi bir alâka uyaracak mahiyettedir. Bir zamanlar ezip sömürdükleri Hindistan istiklaline kavuşunca, İngilizler, bilhassa da Lordlar Kamarası, Gandi’yi memleketlerine davet ederler. O, Hint halkının ekserisinin yolculuk yaptığı –bağışlayın– yük vagonlarında yolculuk yapar, altına da bir demet ot atar, otun üstüne oturur ve halkını böyle selâmlar. Bunun karşısında bütün Hindistan yerinden oynar. Onu Lordlar Kamarası’na giderken de takip ederler. Orada da sandalyeye oturmaz, yine otun üzerine oturur. Sebebi sorulunca da Hindistan halkının ancak böyle oturduğu, yediği ve içtiği, sadece bu imkânlara sahip olduğu için kendisinin de böyle yaptığını söyler. Böyle bir insan, Hint halkının gönlünde taht kurduğu gibi hâliyle başkalarının gönlünde de taht kurabilir. Fakat gelmek istediğimiz nokta şudur ki, bütün bunların arkasında “bilme” vardır. Halk onu bildiğinden dolayı sevmektedir.
Yaptığı inkılâbıyla, insanlığa kazandırdığı hediye-i hidâyetle ve Cennet’e giden yollardaki zulümâtı dağıtmakla, Cehennem’in yolunu tıkamakla, göklere yükseltici miraç yolunu ümmetine açmakla ve kendi miracıyla Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), ümmetinin kalbine öyle taht kurmuştur ki, O’nu bu şekilde tanıyan herkes mutlaka sever. Hâlbuki günümüzde O’nu tanımayan, adını duymayan nice kimseler vardır ki, O’nu bilemediklerinden dolayı sevmek şöyle dursun bir gün düşmanlık yapmaları bile ihtimal dairesindedir.
Netice olarak diyebiliriz ki, inkârın asıl sebebi, bilmemektir. Diğer bir tabirle inkâr, daha çok bilmemekten kaynaklanır. Şunu da ekleyelim: Allah’a (celle celâluhu) karşı inkârın ve küfrün altında da bilmemek vardır. İnsanlar için muhabbetin öyle bir inkâra sebep olması bahis mevzuu olsa da bunun Allah’a karşı olmayacağı, olmadığı da bir gerçektir.
[1] Bkz.: En’âm sûresi, 6/76-79.
[2] Bkz.: Hallac-ı Mansur, Tavâsîn, s. 44.
- tarihinde hazırlandı.