Sohbet-i Cânân’ın önemi ve bazı Sohbet-i Cânân metinleri
İnsan, iman esaslarını ilk kabul ve ikrarından sonra, iman hakikatlerini inkişaf ettirme gayretine girmelidir. Çocuklar için haftasına, ayına ve yaşına uygun yiyecekler ayarlandığı gibi, insanların herbirinin, kendi durumuna göre imanî ve fikrî inkişafını temin edebilecek bilgilerle donanmaya çalışması gerekir. Akıl, kalb, his, şuur, irade ve hatta zihinde herhangi bir boşluk bırakmayacak şekilde, sürekli bir donanım peşinde olması iktiza eder. Beden ve cismaniyet yönüyle devamlı terakki eden ve gelişen insanın, kalbî ve ruhî hayatı itibariyle de sürekli bir inkişaf içinde olması lazımdır. İnsan imanını marifete çevirme gayreti içinde olmalı, inanmayı tabiatına mâl etmeli.[1]
* * *
İslâm’ın temeli ve mebdei iman ve iz’an, müntehâsı da ihsan ve ihlâstır: Ulûhiyet hakikatine, aksine ihtimal vermeyecek şekilde inanıp gönlünü Hakk’a bağlamak; sorumluluklarını O’nu görüyor ve O’nun tarafından görülüyor gibi kemâl-i hassasiyetle yerine getirmek ve yaptığı/yapacağı her işini rıza eksenli götürmeye çalışmak İslâm hakikatinin icmâlî ifadesidir.[2]
* * *
Tevhid iki çeşittir:
Biri tevhid-i âmî ve zahirîdir ki, "Cenâb-ı Hak birdir; şeriki, naziri yoktur. Bu kâinat onundur."
İkincisi tevhid-i hakikîdir ki, herşey üstünde sikke-i kudretini ve hâtem-i rububiyetini ve nakş-ı kalemini görmekle, doğrudan doğruya herşeyden Onun nuruna karşı bir pencere açıp, Onun birliğine ve herşey Onun dest-i kudretinden çıktığına ve ulûhiyetinde ve rububiyetinde ve mülkünde hiçbir vecihle hiçbir şeriki ve muini olmadığına, şuhuda yakın bir yakinle tasdik edip iman getirmektir ve bir nevi huzur-u daimî elde etmektir.
Biz dahi, şu Sözde, o halis ve âli tevhid-i hakikîyi gösterecek şuaları zikredeceğiz.[3]
* * *
İman, yalnız icmâlî ve taklîdî bir tasdike münhasır değil; bir çekirdekten, tâ büyük hurma ağacına kadar ve eldeki aynada görünen misalî güneşten tâ deniz yüzündeki aksine, tâ güneşe kadar mertebeleri ve inkişafları olduğu gibi; imanın o derece kesretli hakikatleri var ki, bin bir esmâ-i İlâhiye ve sair erkân-ı imaniyenin kâinat hakikatleriyle alâkadar çok hakikatleri var ki, "Bütün ilimlerin ve mârifetlerin ve kemalât-ı insaniyenin en büyüğü imandır ve iman-ı tahkikîden gelen tafsilli ve burhanlı mârifet-i kudsiyedir" diye ehl-i hakikat ittifak etmişler.
Evet, iman-ı taklidî, çabuk şüphelere mağlûp olur. Ondan çok kuvvetli ve çok geniş olan iman-ı tahkikîde pek çok meratip var. O meratiplerden ilmelyakîn mertebesi, çok bürhanlarının kuvvetleriyle binler şüphelere karşı dayanır. Hâlbuki taklidî iman bir şüpheye karşı bazan mağlûp olur.
Hem iman-ı tahkikînin bir mertebesi de aynelyakîn derecesidir ki, pek çok mertebeleri var. Belki esmâ-i İlâhiye adedince tezahür dereceleri var. Bütün kâinatı bir Kur'ân gibi okuyabilecek derecesine gelir.
Hem bir mertebesi de hakkalyakîndir. Onun da çok mertebeleri var. Böyle imanlı zatlara şübehat orduları hücum da etse bir halt edemez.
Ve ulemâ-i ilm-i kelâmın binler cild kitapları, akla ve mantığa istinaden telif edilip, yalnız o mârifet-i imaniyenin burhanlı ve aklî bir yolunu göstermişler. Ve ehl-i hakikatin yüzer kitapları keşfe, zevke istinaden o mârifet-i imaniyeyi daha başka bir cihette izhar etmişler. Fakat, Kur'ân'ın mucizekâr cadde-i kübrâsı, gösterdiği hakaik-i imaniye ve mârifet-i kudsiye, o ulemâ ve evliyanın pek çok fevkinde bir kuvvet ve yüksekliktedir.
İşte, Risale-i Nur bu cami ve küllî ve yüksek mârifet caddesini tefsir etmektedir.[4]
* * *
Tevhid; vahdet kökünden, birleştirme, bir kılma, bir sayma, Allah’ı birleme, “Lâ ilâhe illallah” hakikatine inanma ve bu yüce hakikati sürekli tekrarlayıp durma mânâlarına gelir. Sofiye ıstılahında, tevhide, bu mânâların yanında; yalnız Bir’i görme, Bir’i bilme, Bir’i söyleme, Bir’i isteme, Bir’i çağırma, Bir’i talep etme ve O’ndan başkasıyla olan münasebetlerini de hep O’na bağlama, her şeye O’ndan ötürü alâka duyma anlamları da yüklenmiştir.
Tevhid, Kur’ân ve Sünnet i Sahiha’nın ısrarla üzerinde durduğu ana temalardandır. Kur’ân ve Allah Resûlü, (s.a.s.) sık sık Cenâb-ı Hakk’ın zât, sıfât, esmâ ve ef’âlini, keyfiyeti meçhul “Arş” üzerinde istivâsını, enbiyâ-i izâm ve rusül-ü fihâmla konuşmasını, keza istediğine, Kendiyle konuşma imkân ve şerefini bahşetmesini pek çok yerde zikreder ve O’nun hayatını, ilmini, sem’ini, basarını, kudretini, iradesini, kelâmını, yaratmasını, öldürmesini, öldürdükten sonra diriltmesini, rızık vermesini sürekli hatırlatır ve tevhidi bütün bunların hepsine bağlayarak bizi böyle bir kabul ve iz’ana çağırır.
اَللهُ لَا إِلٰهَ إِلَّا هُوَ اَلْحَيُّ الْقَيُّومُ لَا تَأْخُذُهُ سِنَةٌ وَلَا نَوْمٌ...الخ (Bakara sûresi, 2/255). Âyetinden قُلِ اللّٰهُمَّ مَالِكَ الْمُلْكِ تُؤْتِي الْمُلْكَ مَنْ تَشَۤاءُ وَتَنْزِعُ الْمُلْكَ مِمَّنْ تَشَۤاءُ...الخ (Âl-i İmrân sûresi, 3/26) âyetine, اَلرَّحْمٰنُ عَلَى الْعَرْشِ اسْتَوٰى (Tâhâ sûresi, 20/5) beyanından الۤـمۤاَللهُ لَۤا إِلٰهَ إِلَّا هُوَ الْحَيُّ الْقَيُّومُ (Âl-i İmrân sûresi, 3/1-2) fermanına, وَقُلِ الْحَمْدُ للهِ الَّذي لَمْ يَتَّخِذْ وَلَدًا...الخ (İsrâ sûresi, 17/111) âyetinden İhlâs Sûre-i Muazzaması’na kadar hemen bütün Kur’ân’da O’nun rubûbiyet mazmununun bir nabız gibi attığını, O’nun vücud ve rubûbiyet nurlarının bütün eşya ve hâdiselerin çehresinde yıldızlar gibi her zaman parıldayıp durduğunu görmek mümkündür.[5]
* * *
Fıtratı aşkla yoğrulmuş gibi sermest-i câm-ı aşk olan Mevlâna Câmî, kesretten vahdete yüzleri çevirmek için, bak ne güzel söylemiş:
يَكِى خَواهْ يَكِى خَوانْ يَكِى جُوىْ يَكِى بِينْ يَكِى دَانْ يَكِى كُوىْ
demiştir.
1- Yâni: Yalnız biri iste, başkaları istenmeye değmiyor.
2- Biri çağır, başkaları imdada gelmiyor.
3- Biri taleb et, başkalar lâyık değiller.
4- Biri gör, başkalar her vakit görünmüyorlar, zeval perdesinde saklanıyorlar.
5- Biri bil, mârifetine yardım etmeyen başka bilmekler faydasızdır.
6- Biri söyle, ona aid olmayan sözler mâlâyanî sayılabilir.[6]
* * *
Bu Risâle-i Münacat, hem vücub-u vücud, hem vahdet, hem ehadiyet, hem haşmet-i rububiyet, hem azamet-i kudret, hem vüs'at-i rahmet, hem umumiyet-i hâkimiyet, hem ihata-i ilim, hem şümul-ü hikmet gibi en mühim esasat-ı îmaniyeyi harika bir îcaz içinde fevkalâde bir kat'iyet ve hâlisiyet ve yakîniyet ile ispat eder.[7]
* * *
Kat'iyen bil ki, hilkatin en yüksek gayesi ve fıtratın en yüce neticesi, iman-ı billâhtır. Ve insaniyetin en âli mertebesi ve beşeriyetin en büyük makamı, iman-ı billâh içindeki marifetullahtır. Cin ve insin en parlak saadeti ve en tatlı nimeti, o marifetullah içindeki muhabbetullahtır. Ve ruh-u beşer için en hâlis sürur ve kalb-i insan için en sâfi sevinç, o muhabbetullah içindeki lezzet-i ruhaniyedir. Evet, bütün hakikî saadet ve hâlis sürur ve şirin nimet ve sâfi lezzet, elbette marifetullah ve muhabbetullahtadır. Onlar, onsuz olamaz. Cenâb-ı Hakkı tanıyan ve seven, nihayetsiz saadete, nimete, envâra, esrara, ya bilkuvve veya bilfiil mazhardır. Onu hakikî tanımayan, sevmeyen, nihayetsiz şekavete, âlâma ve evhama mânen ve maddeten müptelâ olur.
Evet, şu perişan dünyada, âvâre nev-i beşer içinde, semeresiz bir hayatta, sahipsiz, hâmisiz bir surette, âciz, miskin bir insan, bütün dünyanın sultanı da olsa kaç para eder? İşte bu âvâre nev-i beşer içinde, bu perişan, fâni dünyada, insan sahibini tanımazsa, mâlikini bulmazsa, ne kadar biçare sergerdan olduğunu herkes anlar. Eğer sahibini bulsa, mâlikini tanısa, o vakit rahmetine iltica eder, kudretine istinad eder. O vahşetgâh dünya, bir tenezzühgâha döner ve bir ticaretgâh olur.[8]
* * *
Yakîn; şekten, şüpheden kurtulmak; doğru, sağlam ve kesinlerden kesin bir bilgiye, hem de herhangi bir tereddüt ve kuşkuya düşmeyecek şekilde ulaşmak ve o bilgiyi ruha mâl etmek demektir.
Hakikat ehlince yakîn; iman esaslarını ve bilhassa, imanın kutb-u âzamını, aksine ihtimal vermeyecek şekilde bilmek, kabullenmek, duyup hissetmek ve onun insan benliğiyle bütünleştiği irfan ufkuna ulaşmak demektir.
Bir kısım Kur’ân âyetlerinde işaret buyrulduğu gibi, yakîn, tasavvuf erbâbınca üç bölüm içinde mütalâa edilmiştir:
Bir insanın ölmeden ölümü bilmesi “ilme’l-yakîn”, gözünden perdenin kaldırılıp canını almaya gelen melekleri görmesi ve sekerat öncesi bir kısım metafizik hâdiselere şahit olması “ayne’l-yakîn”, ölümün kendine has keyfiyetini tadıp duyması da “hakka’l-yakîn”dir. Buna göre bir insanın, ilmî istidlâl yoluyla herhangi bir mevzuda elde ettiği kesin bilgiye ilme’l-yakîn, gözüyle, kulağıyla ve diğer salim duygularıyla ulaştığı mârifete ayne’l-yakîn, istidlâl ve müşâhede üstü ve doğrudan doğruya onun vicdanına gelen, vicdanından fışkıran ve bütün zâhir-bâtın duygularının ufkunu saran irfana da hakka’l-yakîn denir.[9]
* * *
اَللّٰهُمَّ اقْسِمْ لَنَا مِنْ خَشْيَتِكَ مَا تحُولُ بِهِ بَيْنَنَا وبَيْنَ مَعَاصِيكَ، وَمِنْ طَاعَتِكَ ماتُبَلِّغُنَا بِهِ جَنَّتَكَ، ومِنَ اْليَقِينِ مَاتُهَوِّنُ بِهِ عَلَيْنَا مَصَائِبَ الدُّنْيَا. اَللّٰهُمَّ مَتِّعْنَا بِأَسْمَاعِناَ، وأَبْصَارِناَ، وَقُوَّتِنَا مَا أَحْيَيْتَنَا ، وَاجْعَلْهُ الْوَارِثَ مِنَّا، وَاجْعَلْ ثَأْرَنَا عَلٰى مَنْ ظَلَمَنَا، وَانْصُرْنَا عَلٰى مَنْ عَادَانَا، وَلاَ تَجْعَلْ مُصِيَبتَنَا فِي دِينِنَا، وَلاَ تَجْعَلِ الدُّنْيَا أَكْبَرَ هَمِّنَا وَلاَ مَبْلَغَ عِلْمِنَا، وَلاَ تُسَلِّطْ عَلَيْنَا مَنْ لَا يَرْحَمُناَ * سُبْحَانَكَ اَللّٰهُمَّ وَبِحَمْدِكَ أَشْهَدُ أَنْ لَا إِلٰهَ إلاَّ أنْتَ أَسْتَغْفِرُكَ وأتُوبُ إِلَيْكَ.
[1] M. Fethullah Gülen, İman Sarayının Fikir Mimarı Sen Olmalısın, ÜMİT BURCU, s. 266-272
[2] M. Fethullah Gülen, İslam’a İcmali Bir Bakış, KENDİ DÜNYAMIZA DOĞRU, s. 175
[3] Bediüzzaman Said Nursi, SÖZLER, 22. Söz, 1. Lem’a
[4] Bediüzzaman Said Nursi, EMİRDAĞ LAHİKASI
[5] M. Fethullah Gülen, Tevhid, KALBİN ZÜMRÜT TEPELERİ, 2/214-226
[6] Bediüzzaman Said Nursi, SÖZLER, 17. Söz, 2. Makam
[7] Bediüzzaman Said Nursi, ŞUALAR, Münacat Risalesi, 3. Şua Mukaddime
[8] Bediüzzaman Said Nursi, MEKTUBAT, 20. Mektup, Mukaddime
[9] M. Fethullah Gülen, Yakîn, KALBİN ZÜMRÜT TEPELERİ, 1/204-208
Not: Bu dosya, 5 Haziran 2014 tarihinde Mehtap TV’de “Çizgimizi Hecelerken” programında müzakere edildi.
- tarihinde hazırlandı.