Allah sevgisinin kullukla taçlandırılması ya da aşkta zirve ibadet ü taatte şahika olma
Müzakere Çizgimizi Hecelerken'de ilahiyatçı Cemal Türk ve Abdullah Şeref, Fethullah Gülen Hocaefendi’nin perspektifini ve Hizmet’in ilham kaynaklarını yorumluyor. Müzakere ‘Çizgimizi Hecelerken’de bu referanslar ışığında ufkumuzu açacak okumalar gerçekleştiriliyor.
Programın bu bölümünde Fethullah Gülen Hocaefendi’nin Kalbin Zümrüt Tepeleri eserinde bahsettiği “Tevhid, Tahkik, Vâsıl, Seyr-u Sülûk ve Fenâ Fillah” kavramları açıklanmaya çalışılırken, imanda derinleşip marifeti tabiatımızın bir derinliği haline getirmenin önemi ve metotları hakkındaki düşünce ve deneyimleri de analiz ediliyor..
İmanını mârifetle bezeyemeyen, yol yorgunluğundan kurtulamaz. Mârifetini aşk u muhabbetle derinleştiremeyen, formalitelerin ağında can çekişir durur. Aşk ve muhabbeti Sevgiliye ulaşma yolunda kulluğa bağlamayanlar da, sadakatlerini ifade etmiş sayılmazlar. Bu mülâhazalarımızı, aşkta zirve, ibadet ü taatte şahika büyük kadın, Râbiatü’l-Adeviyye’nin sözleriyle noktalayıp, konuyu bağlayalım:
“‘Allah’ı sevdim’ diyorsun; sonra da, O’na isyan ediyorsun. Yemin ederim ki, bu anlaşılması zor, tuhaf bir tavır. Eğer sen gerçekten O’nu sevseydin, O’na itaat ederdin; zira seven, sevdiğine kul-köle olur ve itaat eder.”[1]
* * *
Hakikî bir hak yolcusu, seyr u sülûk-i ruhanîde terakki ettikçe, ibadet ü taata karşı şehvet ölçüsünde bir düşkünlük göstermeye başlar.. mârifet ve muhabbeti arttıkça, dua ve münacatlarıyla coşar ve Hak dergâhının her zaman şakıyan bir bülbülü hâlini alır; oturur-kalkar ve kalbinin diliyle hep O’nu mırıldanır. Ama, ne burada durup öteleri temâşâ etmesi ne de kuşlar gibi göklerde kanat çırpıp mesafelerle savaşması, onun mebdeden müntehâya mahviyet, tevazu ve hacalet içinde sürdürdüğü kulluktaki temkin ve âhengine asla zarar vermez.[2]
* * *
Böyle bir tahkik kahramanı hep Hak yolunda, Hak için Hak iledir. Hak dostları arasında böyle bir pâye “makam-ı mahbûbiyet”e ait bir pâyedir ve Hazreti Mahbûb’un hususî bir teveccühünün remzidir. Başı bu pâyeye eren bir tahkik eri, Hakk’ın mahbubu olduğu gibi, onun gök ehlince sevilmesi ve yerde temiz kalblerin ona teveccüh etmesi de ona karşı Hak teveccühünün bir aks-i sadâsıdır. Bu bâtınî alâkanın zâhirî emaresine gelince o da, farzların kusursuz olarak yerine getirilmesi üzerine bina edilmiş bir nafile tutkusudur.
Sâdisen: Eşyanın yaratılışında ve masnuatın san’atındaki latif incelik ve nazenin güzellikleri temaşa ile tenzih makamında Fâtır-ı Zülcelal, Sâni’-i Zülcemal’lerine muhabbet ve iştiyak vazifesine girdiler.
Demek kâinata ve âsâra bakıp, gaibane muamele-i ubudiyetle mezkûr makamatta mezkûr vezaifi eda ettikten sonra Sâni’-i Hakîm’in dahi muamelesine ve ef’aline bakmak derecesine çıktılar ki, hazırane bir muamele suretinde evvelâ Hâlık-ı Zülcelal’in kendi san’atının mu’cizeleriyle kendini zîşuura tanıttırmasına karşı hayret içinde bir marifet ile mukabele ederek سُبْحَانَكَ مَا عَرَفْنَاكَ حَقَّ مَعْرِفَتِكَ dediler. “Senin tarif edicilerin bütün masnuatındaki mu’cizelerindir.”
Sonra o Rahman’ın kendi rahmetinin güzel meyveleriyle kendini sevdirmesine karşı, muhabbet ve aşk ile mukabele edip اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ dediler.
Sonra o Mün’im-i Hakikî’nin tatlı nimetleriyle terahhum ve şefkatini göstermesine karşı şükür ve hamd ile mukabele ettiler; dediler: سُبْحَانَكَ وَبِحَمْدِكَ “Senin hak şükrünü nasıl eda edebiliriz? (…)
Sonra şu kâinatın yüzlerinde değişen mevcudat âyinelerinde cemal ve celal ve kemal ve kibriyasının izharına karşı, اَللّهُ اَكْبَرُ deyip ta’zim içinde bir aczle rükua gidip mahviyet içinde bir muhabbet ve hayretle secde edip mukabele ettiler. (…)
Sonra o Sâni’-i Zülcelal’in kendi san’atının latiflerini, hârikalarını, antikalarını, sergilerle teşhirgâh-ı enamda neşrine karşı مَاشَاءَ اللّهُ deyip takdir ederek, “Ne güzel yapılmış!” deyip istihsan ederek, بَارَكَ اللّهُ deyip müşahede etmek, آمَنَّا deyip şehadet etmek; “Geliniz, bakınız!” hayran olarak حَىَّ عَلَى الْفَلاَحِ deyip herkesi şahid tutmakla mukabele ettiler. Hem o Sultan-ı Ezel ve Ebed, kâinatın aktarında kendi rububiyetinin saltanatını ilânına ve vahdaniyetinin izharına karşı; tevhid ve tasdik edip سَمِعْنَا وَ اَطَعْنَا diyerek itaat ve inkıyad ile mukabele ettiler. Sonra o Rabb-ül Âlemîn’in uluhiyetinin izharına karşı; za’f içinde aczlerini, ihtiyaç içinde fakrlerini ilândan ibaret olan ubudiyet ile ve ubudiyetin hülâsası olan “namaz” ile mukabele ettiler. (11. Söz) [3]
* * *
İkinci Vecih, huzur ve hitab makamıdır ki; eserden müessire geçer, görür ki: Bir Sâni’-i Zülcelal, kendi san’atının mu’cizeleri ile kendini tanıttırmak ve bildirmek ister. O da iman ile, marifet ile mukabele eder.
Sonra görür ki: Bir Rabb-ı Rahîm, rahmetinin güzel meyveleriyle kendini sevdirmek ister. O da ona hasr-ı muhabbetle, tahsis-i taabbüdle kendini ona sevdirir.
Sonra görüyor ki: Bir Mün’im-i Kerim, maddî ve manevî nimetlerin lezizleriyle onu perverde ediyor. O da ona mukabil; fiiliyle, haliyle, kaliyle, hattâ elinden gelse bütün hasseleri ile, cihazatı ile şükür ve hamd ü sena eder.
Sonra görüyor ki: Bir Celil-i Cemil, şu mevcudatın âyinelerinde kibriya ve kemalini ve celal ve cemalini izhar edip nazar-ı dikkati celbediyor. O da ona mukabil: “Allahü Ekber, Sübhanallah” deyip, mahviyet içinde hayret ve muhabbet ile secde eder. (23. Söz, 2. Mebhas, 5. Nükte)
Vâsıl, mârifet zirvesinin en son basamağı itibarıyla Allah’ı bilen ve bilgisinin derinliği ölçüsünde O’nun emir ve yasakları mevzuunda her zaman titiz davranan; iç dünyası açısından, diğer bir ifadeyle, kalb ve ruh ufkunun en son tarassut mahallinden ilâhî tecellîler matlaına hâlen, zevken ve keşfen ulaşan gönül eri demektir. (…)
Vâsıllar, hem yol süresince hem de vuslat ufkuna ulaştıklarında hemen her zaman kemal-i hassasiyetle Allah’ın emir ve yasakları üzerinde fevkalâde bir titizlikle durur ve ibadet ü taatlerini de hep O’nun büyüklüğüne bağlı götürmeye çalışırlar. Dahası, ne kadar içten ve hâlisâne de davransalar, yine de “hukukullah”a tam riayet edememiş olma endişesiyle tir tir titrerler. Bu itibarla da onlar, her zaman gayretlerine denk bir duyarlılık içindedirler ve Hakk’a karşı sorumluluklarını, aşkın bir derinlikle yerine getirme peşindedirler. Böylesine samimî ve içten bir himmete ve böylesine ciddî ve mütemâdî bir gayrete her zaman Hak’tan ekstra lütuflar söz konusudur ki, فَإذَا أَحْبَبْتُهُ كُنْتُ سَمْعَهُ الَّذي يَسْمَعُ بِه وَبَصَرَهُ الَّذي يُبْصِرُ بِه.. Onu sevince de, onun işiten kulağı, gören gözü, … olurum. (Buhârî, rikak, 38) fehvâsınca, Cenâb-ı Feyyâz, onlara duyurulacak şeyleri duyurarak ve görülecek şeyleri de göstererek, onları sürekli mahbûbiyet makamı etrafında dolaştırır ve sonunda götürür, marziyyâtını duyuracağı ufuklara ulaştırır. (…)
Hakk’ın bu mükerrem ibâdı, mebde’de ilâhî emir ve yasaklar mevzuunda hassaslardan hassas davrandıkları gibi, nihayetler nihayetine ulaştıklarında da hep aynı titizliği gösterir.. ve ne cezb u incizab yaşarken ne de sübühât-ı vechin her şeyi yakıp kül ettiği müşâhede ve mükâşefe zirvelerinde kat’iyen şatahata girmez ve kulluk tavırlarında asla kusur etmezler; kusur etmez de hep, وَاعْبُدْ رَبَّكَ حَتّٰى يَاْتِيَكَ الْيَقينُ “Ölüm gelip sana çatıncaya kadar Rabbine ibadet içinde ol.” (Hicr sûresi, 15/99) fehvâsınca, mârifet ve muhabbetleri, aşk u şevkleri, cezb u incizabları ölçüsünde hemen her zaman Allah’a kulluk adına iradelerinin hakkını tamı tamına yerine getirmeye çalışır ve Hak kapısının bendeleri olmayı bütün pâyelere tercih ederler.[4]
* * *
Muvahhid mü’min, her şeyden evvel, her şeyden sonra, her şeyin önünde, her şeyin arkasında mutlak Mahbub, mut¬lak Maksud, mutlak Mâbud olarak Allah’a dilbeste olur; O’nu diler ve her hâliyle O’nun kulu olduğunu haykırır (…)
Hak yörüngeli bir sevgi, iman kaynaklı, ibadet edalı, ihsan televvünlü kutsal bir sevgidir ve kâmil mü’minlerin şiârıdır. (…)
Aslında muhabbet bir sultan, tahtı gönüller, sesi soluğu da en tenha yerlerde ve sadece O’na açık dakikalarda seccadelere boşalan ümit, hasret ve hicran iniltileridir. (…)
Hak âşıkları gürültüsüz ve içtendirler; başlarını O’nun eşiğine kor, içlerini O’na döker ve yer yer kendilerinden geçerler; ama, kat’iyen sırlarını fâş etmezler. (…) Sevgilerini O’na itaatle seslendirir, aşklarını O’na vefa ve sadakatle dillendirir ve kalblerinin kapılarını ağyar düşüncesine karşı sürgü sürgü üstüne öyle bir sürgülerler ki giremez artık başka hayal o beyt-i mâmura. (…)
Sevgisini O’na saygı ve itaatle taçlandırır. Kalbi sürekli O’na inkıyat duygusuyla çarpar ve sevdiğine muhalif düşme korkusuyla tir tir titrer; titrer ve devrilmemek için de yine o biricik istinad ve istimdat kaynağına sığınır. (…)
Seven için aşk u iştiyak en yüksek bir pâye, sevgilinin arzu ve isteklerinde eriyip gitmek de en erişilmez bir mazhariyettir. (…) Bunlar, âşık u sadıklardır ve belli hususiyetleri haizdirler.[5]
* * *
Sâlikin gönlü, vuslat iştiyakıyla yanar-tutuşur; yanar-tutuşur ve hissin, aklın, fikrin âciz kaldığı sırlı ve derin bir müşâhede arzusuyla îmân rampasına dayanarak irfan semalarına yükselmeye çalışır; muhabbetini aşka çevirir.. aşkını şevkle besler.. cezb ü incizabın kanatlarıyla sonsuzun enginliklerine açılır.. (…) Mârifette hangi seviyeye ulaşırsa ulaşsın مَا عَرَفْنَاكَ حَقَّ مَعْرِفَتِكَ يَا مَعْرُوفُ mülâhazasıyla eğilir ve künh-i Bârî’nin nâkâbil-i idrak olduğunu haykırır; ne ölçüde kullukta bulunursa bulunsun مَا عَبَدْنَاكَ حَقَّ عِبَادَتِكَ يَا مَعْبُودُ itiraflarıyla inler aczini seslendirir; ne kadar çok ve içten O’nu anarsa ansın مَا ذَكَرْنَاكَ حَقَّ ذِكْرِكَ يَا مَذْكُورُ sözleriyle zikirdeki yetersizliğini mırıldanır ve sürekli yüzü yerde yaşar.[6]
* * *
İnsanoğlu, Cenâb-ı Hakk’ın varlığa talâkatli bir tercümanı, topyekün varlık da, okuyup değerlendirmek, yararlanıp şükretmek için ona Yüceler Yücesi’nin ayrı bir lütfu ve armağanıdır: Bütün semalar ve ondaki aylar, güneşler, yıldızlar; bütün küre-i arz ve ondaki canlı-cansız her varlık: hava, su, toprak, topraktaki değişik madenler; ağaçlar-otlar, kuşlar-kurtlar, ovalar-obalar ve her yanda tüllenen güzellikler, tüllenip herkesi büyüleyen renkler, iç içe desenler, çeşitli telden nağmeler, her bucakta duyulan sihirli şiveler, Yaratan’dan, “Halifem!” dediği zata, onun donanım ve konumunu işaretleyen birer teveccüh ve iltifattır.
Bütün bunları, kendilerine has derinlikleriyle duyup hissedebilenler, aczlerinin çehrelerinde Rabbilerinin sonsuz kudretini okur; fakr u ihtiyaçlarının simalarında O’nun servet ve zenginliğinin eserlerini görür; tefekkür ve şükür arası gelgitler yaşar, sürekli mârifetle soluklanır, bir aşk u şevk çağlayanı gibi gürler; sonra da yürür mihrabına ve Yaratan’ı karşısında iki büklüm olur. Zamanla böyle bir ruh, bir mârifet ve muhabbet tiryakisi hâlini alır; sever O’nu yürekten, saygıyla anar andığı zaman. Gönlünde magmalaşır aşk u iştiyak; dilinde içinden süzülüp gelen her biri bir kor iştiyak neşîdeleri, lisanında varlığın özünden fışkıran hikmet şiirleri, gözlerinde O’nun sonsuz güzelliğinin değişik dalga boyunda farklı tecellîleri; O’nu söyler her zaman bülbüller gibi şakıyarak; O’nu mırıldanır nazmında, nesrinde, “Bu O’nun hakkı” diyerek ve bir ihsan eri edasıyla O’nu görüyor gibi olmanın mehâfet ve mehâbetiyle oturup kalkmaya durur hayret ve hayranlık duyarak; duymalıdır da, zira o bunları görecek, duyacak, seslendirecek kıvamda yaratılmıştır. O, zâhir ve bâtın hâsseleriyle, yaratılanlar arasında bir farklılığın remzi ve bir teveccühün de işareti gibidir.[7]
* * *
Evet, hemen her mü’min İslam’ın atmosferinde eşyâ ve hâdiselere farklı bakar, farklı değerlendirir ve farklı sonuçlara ulaşır; varlığı, varlık içindeki konumunu, bu konuma göre sorumluluklarını, mebdeini-meâdını ve davranışlarına göre âkıbetini daha bir net görür; mülâhazalarına bağlı yer yer şükranla gürler, zaman zaman muhabbetle coşar, ama mutlaka gider mehâfet ve mehâbete kilitlenir ve saygı soluklamaya durur.[8]
* * *
Hak yolcusu, bir bir fenâ mertebelerini aşıp da tam bir “fenâ fillâh” kahramanı hâline gelince, artık her ufukta ona “bekâ billâh” renkleri tüllenmeye başlar. Böyle bir sâlik, (…) O’na tam yönelmenin şekillerinden tevbe, inâbe ve evbe merdivenleriyle yükselerek O’nun ulûhiyetinin herkese açık nurlarına gömülür; gömülür ve ibadetlerinde olağanüstü bir mehâfet ve mehâbet zevkine müstağrak olur..[9]
[1] M. Fethullah Gülen, Güzellikten Aşka, BEYAN, s. 60
[2] M. Fethullah Gülen, Tevhid, KALBİN ZÜMRÜT TEPELERİ, 2/223
[3] M. Fethullah Gülen, Tahkik, KALBİN ZÜMRÜT TEPELERİ, 2/167-168
[4] M. Fethullah Gülen, Vâsıl, KALBİN ZÜMRÜT TEPELERİ, 3/24-28
[5] M. Fethullah Gülen, Allah Sevgisi, ÖRNEKLERİ KENDİNDEN BİR HAREKET, 2/175-180
[6] M. Fethullah Gülen, Seyr u Süluk, KALBİN ZÜMRÜT TEPELERİ, 2/256-257
[7] M. Fethullah Gülen, Hak Karşısındaki Konumu ve Duruşuyla İnsan, SÜKUTUN ÇIĞLIKLARI, s. 38-39
[8] M. Fethullah Gülen, İslam’ın Engin Ufku, BEYAN, s.188-189
[9] M. Fethullah Gülen, Fena Fillah, KALBİN ZÜMRÜT TEPELERİ, 2/160-161:
Not: Bu dosya, 24 Temmuz 2014 tarihinde Mehtap TV’de “Çizgimizi Hecelerken” programında müzakere edildi.
- tarihinde hazırlandı.