Önden giden atlılar...
İlk Müslümanların, İslâm'ı dünyanın dört bir yanına götürmeleri sırasında nasıl davrandıklarına dair teferruatlı bilgiye sahip değiliz. Gittikleri yerlerdeki hâkim dinler, mezhepler, düşünceler ve müessir kültür kalıntılarına rağmen çok kısa bir zamanda İslâm'ın gönüllere girmesi insana hayret veriyor. Onların, bu konuda çok başarılı oldukları anlaşılıyor. Bu başarıyı, kâhir orduların, girdikleri yerlerde halka baskı yapmasıyla ve kılıç zoruyla açıklamaya çalışmak akıl ve mantığın kabul edeceği bir şey değildir.
Buyurun bugün gelişmiş bir millet olmanın imkânları ile medeni insanlar olarak Hindistan'a gidin; ilk Müslümanların o zamana nisbeten elli senede yaptıklarının ne kadarını yapabileceğinizi bir deneyin. Zaten, bugün Hindistan'daki mevcut Müslüman nüfus da, o dönemde Müslüman olanların çocukları. Müslümanlar daha hicret-i seniyyenin kırkıncı senesinde Sindâbâd'a girdiler ve o günden bu yana Hindistan'da Müslümanlık var. Buhâra, Semerkand gibi beldelere hicret-i seniyyenin sekseninci senesi girilmiş. Buhârî'nin dedesi, kendi hocası meşhur hadisçi Müsnedî'nin dedesinin vesilesiyle Müslüman olmuş. Buhârî, üçüncü asrın yarısına kadar yaşadığına ve üçüncü asırda o muazzam eserini ortaya koyacak verimliliği gösterdiğine göre diyebiliriz ki, o coğrafyada bulunan insanlar çok erken dönemde Müslümanlaşmışlar, dahası dinin dilini benimsemişler, o dilin büyük üstadlarını yetiştirmişler ve Hicaz'da yaşayan hadisçilerden daha güçlü muhaddisler Asya'da ortaya çıkmış. Hatta denebilir ki, İmam Malik gibi Muvatta sahibi büyük bir âlim istisna edilecek olursa, ondan sonrakiler -İmam Şafiî de dâhil- Asya kültürüyle yetişmiştir.
Evet, İmam Şafiî, Irak, İran, Bağdat civarında dolaşmış; İmam A'zam Ebû Hanife'nin talebelerinden ders almıştır. Buhârî, Müslim, Nesâî... Bunların her birisi Asya'nın bir yerinde neş'et etmiştir. Buhâra ve Tirmiz birbirine yakın yerlerdir. Ebu Davud, Sicistan'dan; Nesâî, Nesâ'dan... Hadisçilerden başka onca fakih yetişmiştir buralarda. İkinci asrın ortalarına doğru devâsâ hukukçular sahnede yerini almış, fıkıh metodolojisi gelişmiş ve üçüncü asra doğru dünyada eşi-emsâli olmayacak şekilde bir rönesans yaşanmıştır.
Erken devirlerdeki Müslümanlar oralara kılıç zoruyla, baskıyla girmiş değillerdir. Gönülleri fethetmiş, kalplere taht kurmuş, akılları durduran hayretengiz bir performans ortaya koymuşlardır. Şimdi günümüzün, daha sağlam düşünüyor gibi görünen, daha iyi imkânlara sahip insanına bakalım. Günümüz insanı daha çok malzemeye, daha çok dokümana sahip; muhâbere ve muvâsala (haberleşme) şartları daha rahat; telekomünikasyon imkânları oldukça ilerlemiş, teknoloji insanların emrine âmâde fakat acaba günümüzün Müslümanları, ilklerin ortaya koyduğu cehd ve gayretin ne kadarını sergiliyor? Kaç insanın hidayetine vesile olmuş ve bundan sonra da kaç insanı iman nuruna taşımayı planlıyor?
İbretlik misaller...
Evet, selef-i salihînin elinde bizdeki imkânlar yoktu. Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretleri İstanbul'a ulaşıncaya kadar kim bilir neler çekti? Yezid döneminde yaptıkları bu seferde, herhalde oraya gelinceye kadar altı ay yol yürümek zorundaydılar. Ebû Eyyûb Hazretleri çok yaşlıydı. Efendimiz (sav) Medine'ye hicret buyurdukları zaman Ebû Eyyûb el-Ensari Hazretleri'nin çoluk çocuğu vardı. O zamanlar otuz küsur yaşında var idiyse ve katıldığı İstanbul seferi, hicret-i seniyyenin aşağı yukarı kırkıncı senesinde olduğuna göre, yaşı yetmiş-yetmiş beş civarındaydı. Yetmiş yaşın üzerindeki o insan dinini î'lâ uğruna kendisini atın üzerine bağlatıyor ve o uzun mesafeyi o şekilde aşıyordu.
Aynen onun gibi, Ebû Talha Hazretleri de oldukça yaşlanmıştı; ama hâlâ cihad aşkıyla yanıyordu. Atın üstünde duramayacak halde olmasına rağmen cihada gitmek isteyince torunları diyordu ki, "Sen Allah Resûlü hayatta iken yeterince savaştın. Bedir'de, Uhud'da bulundun. Artık sen dinlen; biz senin yerine cihad ederiz. Hem yürüyecek dermanın bile kalmadı!" Ebû Talha (ra): "Hayır" diye cevap veriyor, Tevbe Sûresi'nin kırk birinci ayetini okuyor ve "Allah öyle bir tefrik yapmıyor ki. Yaya ya da binitli olarak, piyade veya süvari olarak Allah yolunda seferberlik yapın buyuruyor." (Tevbe, 9/41) diyordu. "Sen atın üstünde duracak halde de değilsin!" dediklerinde ise "Bağlayın beni atın üstüne, öyle gideyim." cevabını veriyordu. Ve o haliyle, Kıbrıs'a yapılan deniz seferine katılıyordu. Gemide ağır hastalanmış ve birkaç gün sonra da vefat etmişti. Geminin karaya ulaşmasını bekledikleri için defnini yedi gün sonra yapmışlar; ama cesedinin bozulmadığını görmüşlerdi.
Aynı sefere katılanlardan birisi de "Hala Sultan" dediğimiz Ümmü Haram validemizdir. Bu sefere katılacağı müjdesini seneler önce Allah Resûlü'nün (sav) fem-i mübârekinden alan anamız; o gün, seksen altı yaşında olmasına rağmen aynı i'lâ-yı kelimetullah aşkı onu da evinde oturmaktan alıkoymuş ve Kıbrıs'a kadar götürmüştü. Karaya çıkıldığında atının ayaklarının sürçmesiyle düşmüş ve şehit olmuştu. Kıbrıs Rum kesiminin Larnaka şehrinde bulunan kabr-i şerîfi, adayı fetheden Osmanlılar tarafından 1570 senesinde türbe ve cami yapımıyla genişletilmiş ve onarılmıştı.
Temsilin zirvesindekiler
Sahabeden Abdullah ibn-i Huzâfetü's-Sehmî vardır: Başını kaynayan suya sokuyorlar, yüzünün etleri dökülüyor, "Benim başıma bunlar geldi." diye şikâyet etmiyor.
Bizler hiçbirimiz dinimizden dolayı bu ölçüde sıkıntı çekmedik. Çok rahatız. Bunun karşılığında, Cenâb-ı Hakk'ın bunca nimetine karşı bir şükür ifadesi olarak bize lütfettiği o teknik imkânları O'nu duyurma adına kullanmıyorsak bu apaçık nankörlük olur. Hem körlük olur, hem nankörlük olur. Nan, ekmek demektir. Nankör olma, ekmeği nimet mânâsına alırsanız, nimeti görmeme demektir.
İşte günümüzün her bir mümini de elindeki geniş imkânları ve olumlu şartları değerlendirerek, nereye ulaşabilecekse Allah'ın izniyle oraya ulaşmaya bakmalıdır. Ve elinden gelen her şeyi yapıp sonuçta demelidir ki: "Bizim neslimiz bu meseleyi ancak şu noktaya götürmeye müsaitti; donanımı ancak ona yetiyordu. Hele biz oraya bırakalım, arkadan gelenler de alır daha ileriye götürürler, daha arkadan gelenler de alır daha öteye taşırlar..."
Öyleyse, herkes din-i mübîn-i İslâm'ı tebliğ ve temsil etme vazifesini sırtlanacak; ömrünün, gücünün, kabiliyetinin ve imkânların el vermesi ölçüsünde yürüyebildiği kadar yürüyecek ve yorulup tükendiği yerde o kutsî emaneti arkadan gelen bir tanesi alıp yola devam edecek. Şimdiye kadar hep öyle olmuş. Dini temsil etme ve başkalarına anlatma işini sahâbi efendilerimiz Emevîlere, Emevîler Abbasilere bırakmış; daha sonra Abbasiler sarsıntı yaşarken, hicret-i seniyyenin üçüncü asrından dördüncü asrına girilirken, Asya'dan gelen Türk boyları işin altına girmiş. Tuğrul Bey'in önderliğinde, 1050'lerde Bağdat'ı korumuşlar ve 1071 gibi çok erken bir tarihte Malazgirt'te İslâm'ın koruyuculuğunu üzerlerine almışlar.
"Onlar bir mübarek topluluktu, kazandıkları şeylerle yürüdüler Allah'a... Siz de kazandıklarınızla, kesbinizle veya iktisâbınızla; ya yanlışlarınızla, hatalarınızla ya da sevaplarınızla bir gün Allah'a yürüyeceksiniz." (Bakara, 2/134, 141) Vazife yapmış olarak yürüme de var, vazifeden kaçmış olan firârîler gibi derdest edilerek oraya celbedilme de var. Öyle bir celbedilmeden Allah'a sığınırız.
Haftanın duası
Ey her zaman güzellikler izhar edip çirkinlikleri örten Güzeller Güzeli! Basar ve basiretimin önündeki günah ve isyan perdelerini kaldır; doğruları görmeme ve eşyanın hakikatini bilmeme mani olan bütün engelleri def et. Evvel-âhir bütün hamd ü senâlar, şükürler Âlemlerin Rabbi Cenâb-ı Allah'a, nihayetsiz salât ü selam da kâinatın medar-ı iftiharı Efendimiz'in, ehl-i beytinin ve ashâb-ı güzîninin üzerine olsun!
Sözün özü
Allah, insanı 'a'lâ-yı illiyyîn' ile 'esfel-i sâfilîn' arasında gidip gelebilecek bir mahiyette yaratmıştır. İnsanların ve topyekûn dünyanın İslâm'a uyanması için, Hz. Sadık-u Masdûk'un takip ettiği çizgide bir yol ve metot takip etmek gerekir. Hz. Sâhib-i Hakikat'in ifadesiyle, bir tek insanın hak ve hakikate uyanması, yeryüzünde yığın yığın koyunların ve develerin tasaddukundan daha hayırlıdır.
- tarihinde hazırlandı.