Allah'ın himâyesine sığın!
Günümüzde birçok şey gibi insanın dünya ve ukba hayatı adına değer vermesi gerekli olan şeyler maalesef olması gereken konumda değil. Her nedense insanlar en çok düşünmeleri gerekli olan şeyleri en az düşünüyor, en önemli şeyleri en sonda bir yere koyuyorlar. Fıkıh usulü diliyle ifade edilecek olursa, "zarûriyât" gerilerin gerisinde, "hâciyât" onun önünde, "tekmiliyât" ve "tahsiniyât" kadem kadem hâciyatın önünde ve işin en garibi "fuzûliyât" hepsinin önünde. Öte taraftan onlar bu gerçeği fark etmiyor, fark etmeme bir yana yaptıklarına mutlaka bir bahane, bir neden bulup bu düşüncelerini, inançlarını ve onlara bağlı olarak yaptıkları amellerini meşru bir mekâna oturtmaya çalışıyorlar.
Hâlbuki önemli olan Allah'ın öncelikleridir, O'nun bize, önem verin dediği şeyleri yine O'nun sıralaması içinde kabullenmedir. Bu sıralamaya önem vermek, Allah'ı tazim demektir. Onun için ayette buyrulur ki; "...Kim Allah'ın şeâirini tazim ederse, şüphe yok ki bu, kalplerin takva duygusundandır (yani Allah ile olan irtibatındandır)." (Hac, 22/32) Takva kelimesi "vikâye"den gelir ki bu Allah'ın himayesine sığınma demektir. Demek bu sıralamaya önem vermeme, yerlerini değiştirme Allah'ın himâyesinden çıkma manasını taşır.
Evet, kanaat-i acizanemce biz her şeyi alt-üst ediyor, kendi heva ve hevesimize bağlıyoruz. Din yine ortada aslî hüviyeti ile duruyor ama bizim bu terk-i mevkilerle (durulması gereken yerleri terk etmekle), izhar ettiğimiz dindarlığın murad-ı İlahiye uygun olduğunu söylemek çok zor olsa gerek.
Dinde zaruri olanlar
Dinde, halk arasında imanın şartları olarak bilinen altı esasa inanmak temeldir. Bu temeller üzerinde fazla teferruata dalınması, aralarında siyah-beyazı yansıtacak ölçüde derin ve farklı yorumlara girilmesi çok doğru değildir. Yalnız bu demek değildir ki farklı yorumlar olmayacak. Hayır, olabilir. Mesela Zât-ı Ulûhiyet'le alâkalı tasavvufçuların bir kısım farklı mütalâaları, hakikî ulûhiyet telakkisine dokunmuyorsa onlar mazur olabilirler. Veya Fahrüddin Râzî ve İmam Gazâlî örneğinde olduğu gibi haşir mevzuunda küçük yorum farklılıkları her zaman olabilir; ancak bir tek şartla: "Temellerin sarsılmaması". Fakat temel esaslara taalluk ettiği zaman her ne kadar küçük de olsa söz konusu farklılıkları ve tartışmaları bazı ulema dalâlet kategorisi içinde saymışlardır. Çünkü imana müteallik meseleler, nazarî de olsa inanılması, öylece kabul edilmesi lazım gelen şeylerdir. Bunlar, olmazsa olmaz hakikatlerdir, yani zarûriyâttır.
- Dinde, halk arasında 'imanın şartları' olarak bilinen altı esasa inanmak temeldir. Bu temeller üzerinde farklı yorumlara girilmesi çok doğru değildir.
- Günümüzde birçok şey gibi, insanın dünya ve ukba hayatı adına değer vermesi gerekli olan şeyler maalesef olması gereken konumda değil.
- Herkes bir gün cehennemle yüz yüze geleceği gerçeğini hatırından çıkarmamalı. O günün, o anın endişesini taşımalı ve korkmalı.
Hâciyât olan şeylere gelince -ki bunlar bir ölçüde dini koruma adına dış kale, dış surlar gibi şeylerdir- bunlarda iş biraz daha esnekliğe müsaittir. İnsana geniş sayılabilecek ölçüde düşünme alanı tanınmıştır burada. Meselâ sıfât-ı sübhaniye, esma-i İlahiye mevzularında, onların hakikatleri ve yeryüzündeki tecellileri adına mütalâada bulunma gibi. Yalnız bu alanda dahi olsa yorumlamalarda bulunurken takınılacak tavır çok önemlidir. Kaldı ki bu tavır ilgili kişinin imanı ile doğrudan alâkalıdır. Biz selef-i salihinden, bırakın bir ayet hakkında yorum yapmayı, o ayete kendini muhatap gördüğü için okuduğu an kendinden geçen ve sonra da farklı mütalâalara kapalı kalıp bir türlü ikna olmayan yüce ruhları biliyoruz. Mesela bunlardan birisi: "Sizden hiç kimse yoktur ki cehenneme varmasın. Bu Rabbinin katında kesinleşmiş bir hükümdür." (Meryem, 19/71) ayetini okuyunca tir tir titremiş ve ayetin gerisini okuyamamış. Çevresindekiler; "Devamı var bunun" deyip ayeti okumuşlar: "Sonra Allah'tan korkup fenalıklardan sakınan müttakileri kurtararak zalimleri diz üstü çökmüş vaziyette orada bırakacağız." (Meryem, 19/72); ama tavrı değişmemiş.
Gerektiği gibi inanma
"İman edip imanlarına zulüm bulaştırmayanlar var ya, işte korkudan emin olma onların hakkıdır, doğru yolda olanlar da onlardır." (En'âm, 6/82) ayeti söz konusu olduğunda da aynı tavrı sergilemiş çokları: Bu ayeti okuyan sahabiler, Efendimiz'e gelmişler ve tahassür içinde "hangimiz zulme bulaşmamıştır ki?" demişlerdir. Zira zulüm, nihayetinde geniş bir kavramdır. Nefsine zulmetme, mahiyetine zulmetme, zamanına zulmetme, Allah'ın tayin-takdir buyurduğu hayata zulmetme vs. Haddini bilmemek, ona tecavüz etmek, aşırı gitmek zulmün başka göstergeleri. "Şimdi zalim miyim ben? Aşırı gidiyor muyum? Zalim olmadığıma, aşırı gitmediğime kim teminat verecek?" demişler. Buna karşılık Efendimiz ayetteki zulümden maksadın şirk olduğunu beyan ederek onları rahatlatmıştır. Kat'iyen ihraz edeceğimiz yerler hakkında rahmet-i İlahiye ve O'nun hakkındaki ümidimizin dışında hiçbir sermayemiz yok. Kaldı ki Cennet istihkak alanı değildir. O Cenab-ı Hakk'ın fazlıdır, ihsanıdır. Cehennem'e gelince orası istihkak alanıdır. İnsan yaptığı amelleri ile hak eder orayı. Dolayısıyla herkes Cehennem'le yüz yüze geleceği gerçeğini hatırından çıkarmamalı. O günün, o anın endişesini taşımalı ve korkmalı. Korkmuyorsa bir insan, öyle bir endişesi yoksa, akıbetinden endişe edilir onun. İçinde duygularına hâkim böyle bir korku yoksa korkulur ondan. Gerektiği gibi inanmamıştır denebilir bu tip insanlar için.
Cennete iştiyak
Kur'an'da Allah'ın azab ve te'dib ile alâkalı ortaya koyduğu meseleler küllî şeylerdir. Meselâ; "İşte o gün kişi kardeşinden, annesinden ve babasından, eşinden ve evlâtlarından bile kaçar. O gün onlardan her birinin başından aşkın derdi ve tasası vardır." (Abese, 80/34-37) ayeti bu hakikate küçük bir örnek. Fakat şu da unutulmamalı; hiçbir umumî hüküm yoktur ki onun içinden hususî bir şey istisna edilmiş olmasın. Dolayısıyla ayet kâfir-mü'min ayırdetmeksizin herkesi kapsar. Ancak istisnai mahiyette Cenab-ı Hakk'ın siyanet buyurduğu bazı kimseler olabilir. Zira onlar masum ve aynı zamanda masûndur. Ama buna rağmen onların da meselenin küllîliği karşısında endişe taşıdıklarını görüyoruz. Kıyamet sahnelerini anlatan hadis-i şeriflere bakın. Bütün enbiya-i izam mahşerde "Allahümme sellim, sellim" diyorlar. Sıratta aynı şeyi söylüyorlar. Cennet'e adımlarını atacakları ana kadar bu duayı tekrar ediyorlar. Demek meseleyi umumî olarak kabul ediyorlar.
Bununla beraber Cenab-ı Hakk'ın kahrı, te'dibi, lütufları adına istisnaları olabileceğini hatırdan çıkarmadan meseleleri küllî olarak ele almak lazım. Onun için her mü'min ben de o müstesnalardan biri olabilirim ümidini taşımalıdır. Tıpkı hadiste anlatılan insan örneğinde olduğu gibi: Bir zat Cehennem'e çok yakın bir yerde durduruluyor. Yüzü cehenneme müteveccih. "Ya Rabbi! Yüzümü bir döndür de cennete bakayım." der. "Daha ötesini istemeyeceğine dair söz ver bana" diyor Cenab-ı Hak. Yüzü çevrilince; "Ya Rabbi! Az yaklaştır" diyor. Yine söz alıyor Allah (cc) başka bir şey istemeyeceğine. Az yaklaşıyor oraya. İçeriyi müşahede ediyor kapıdan. İçerde baş döndüren güzellikleri, hadisin ifadesiyle "Gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ve hiçbir beşerin aklından bile geçirmediği" güzellikleri bütün ihtişamıyla, gözleri kamaştıracak şekilde görünce; "Ya Rabbi! İçeriye koyar mısın?" diyor. Çünkü tahammül edilecek gibi değil. Bir tarafta dünyanın binlerce sene mes'ûdâne hayatının, dakikasına mukabil gelmediği bir cennet hayatı, beri tarafta cehennem var. Hadisin ravisi olan Hazreti Ebu Hureyre diyor ki: "Cenab-ı Hak, "Pekâlâ sen de gir içeri!" der ve tebessüm eder. Tebessüm, Allah'ın münezzehiyeti, mukaddesiyeti, mübecceliyeti, muazzamiyeti içinde bir tebessüm.
Haftanın duası
Allah'ım! Beni, bütün mü'min kardeşlerimi, mü'mine bacılarımı ve arkadaşlarımı kurbiyetinin halâveti ve üns esintileriyle rızıklandır. Eziyet ve ızdırap veren saiklerden halas eyle. Sen benim Rabb-i Rahimimsin; ben ise Senin zavallı ve boynu tasmalı bir kapıkulunum. Evliya ve asfiyaya lütuf buyurduğun faziletleri bana ve benimle beraber bulunanlara da nasip et. Akıbet açısından hayırlı olan dualarımı kabul buyur.
Sözün özü
İçinizde, güzelliği temsil eden, Allah'ın güzel dediğini güzel kabul eden, çirkin dediklerini de çirkin sayan ve gönülleri fetheden ve her sîneye iyilik bayrağını diken kutlu bir cemaat olsun.. olsun ve gittikleri her yere burcu burcu Hz. Muhammed Mustafa'nın (sallallahu aleyhi ve sellem) gül kokusunu götürsünler. Bunu yaparken de sadece ve sadece Cenâb-ı Hakk'ın ululuk ve izzetini duyurmanın heyecan ve helecanını yaşasın başka hiçbir mülâhazaya da bağlanmasınlar.
- tarihinde hazırlandı.