Küfre sürükleyen ameller
İnanılması gereken şeyleri icmalen veya tafsilen inkâr etmek insanı küfre düşürür. Muhal farz bir mümin, Allah’ı veya Peygamberi inkâr etse veya zorlama olmadan tekzip etse küfre girer. Esasen bir mümin için -inşallah- böyle bir şey düşünülmez. Çünkü bunlar insanı sarih küfre sokucu şeylerdir. Bunun dışında bir de kastı küfür olmamakla beraber küfür içeren söz ve davranışlar vardır. Mesela bir müminin, zorlama olmadan ağzından –el-iyâzubillah- mukaddesatı hafife alıcı bir laf çıkarsa o da küfre düşmüş olur. Söz gelimi, “Kur’an da ne oluyor ki…” diyen bir kişi iman dairesinden çıkmış olur. “Resul-i Ekrem’e bu noktada ittibada zaruret vardır” sözüne karşı bir kimse “Ben bu noktada ittiba etmiyorum” derse o da küfre girer. Veyahut “Allah Resulü şunu severdi” sözüne mukabil “O seviyorsa ben onu sevmiyorum” derse yine küfre girmiş olur. Bunun gibi daha pek çok küfür lafızları vardır ki, bunlara elfaz-ı küfür denir.
Bir de insanı küfre sokan bazı davranışlar vardır ve bunlara da ef’âl-i küfür denir. Mesela imana müteallik bir mesele yapılırken veya söylenirken omuz silkme, ezan-ı Muhammedi okunurken herkesin camiye gelip gitmesini davranışlarıyla hafife alma, el-ayak hareketleri ile dince muazzez ve muhterem sayılan şeyleri davranışlarıyla istihfaf etme gibi davranışlar insanı küfre götürür. Bunlar çok ciddi hususlardır. Ancak çoğu zaman dikkat edilmeyebiliyor. Hâlbuki fıkıh kitaplarında elfaz-ı küfür ve ef’âl-i küfür başlıkları altında uzun boylu bu hususlardan bahsedilir. Cenab-ı Hak, herkesle beraber bizim de imanımızı muhafaza buyursun.
İmana mukabil küfür
İman, nasıl ki küfre ait her şeyi siler süpürür, insana tamamen kendi boyasını çalar ve Allah’la münasebet kurabileceği bir dairede insanın hükümferma olmasını temin ederse; küfür de bir bakıma insan üzerinde bir şeytan hâkimiyeti tesis eder, imana ve imanın teferruatına ait her şeyi siler-süpürür, götürür de insan, bilerek veya bilmeyerek ağzından çıkan bu türlü lafla küfre girmiş olur. Şunu da ifade edeyim ki, fıkıh kitaplarında bu mevzudaki hükmün terhib yani korkutmak için olmadığı açıktır. Bir insan davranışlarıyla veya sözleriyle küfre girerse o dakikaya kadar yaptığı bütün ibadet ü taati de gidiverir.
Asrımızda küfrü işmam eden söz ve davranışlar pek çoktur. Fıkıh kitaplarında, din ve dinle alakalı herhangi bir hususu hafife alma küfür sayılır. Mesela bir yerde bir hoca, sarığı ile hafife alınıyorsa, orada hocanın kendisi değil, hocalık şahs-ı manevisi hafife alınıyordur. Bir fıkra anlatırlar: Manda ile molla tarlaya girmiş. Mandayı bırak mollayı çıkar demişler. Bu fıkrayı anlatan da, buna gülen de küfre girmiş olur. Mesela kendisine dini bir mesele getirilen bir insan, “Kara ciltli kitaba bir bakayım” derse ve “kara ciltli kitap” sözü kütüb-ü fıkhiye ve dinî eserleri hafife almayı kast ederse kâfir olur. Bunu sahneye aktaran ve bu sahnelere gülen de kâfir olur. Fıkıh kitaplarındaki hüküm böyledir.
Din hafife alınamaz
Aslında bütün bunlar İslam düşmanları tarafından içimize sokulmuştur ve bu örnekleri çoğaltmak da mümkündür. Konyalı meşhur Hâdimî, Tarikat-ı Muhammediye şerhi Berîka’sında elfaz-ı küfrü sıraladığı bir yerde şu hususu bizzat kaydeder: “Bir kimse, Efendimiz’in sevdiği şeyleri kendisi bizzat sevse de fakat bir muhavere esnasında O’nun sevdiği bir şeyin bahis mevzu edildiği yerde kendisinin onu sevmediğini ifade ederse kâfir olur. Ancak kişi böyle bir durumda Efendimiz’in sevdiğini sevmeme durumuna düştüğünden kâfir olur. Onun için usul-u dinden yani Allah’a, meleklere, kitaplara, ahirete ve haşre imandan alın da teferruat-ı şeriata kadar hangisi inkâr edilirse insanı küfre sokacağı gibi bunların hafife alınması da onu küfre sokar.”
Dinde Sahib-i Şeriat’ı hatırlatacak mahiyette, dinin şahs-ı manevisi olarak usul ve füruuna müteallik herhangi bir meseleyi inkâr, tezyif, tekzip ve istihfaf küfrü gerektirir. Hâlbuki bir insan bir sünneti veya vacibi terk ettiği zaman kâfir olmaz. Hatta belki bir farzı terk ettiği zaman da kâfir olmaz. Ancak farzın terk edilmesi mevzuunda mülahaza dairesi açıktır. Kasten terk etmek bahis mevzu olursa durum değişebilir. Cenab-ı Hak elimizi ve dilimizi elfaz-ı ve ahval-ı küfürden muhafaza buyursun. Onun için sık sık gönülden tecdid-i imana çok ihtiyacımız vardır. Çocukluk devresinde biz de bu türlü fıkralar dinlerdik. Belki bilmeyerek filmler de seyretmiş, hatta dudağımız geriye de gitmiş olabilir. Bu vesileyle temiz gönüllerinizi vasıta ve şefaatçi yaparak Cenab-ı Hakk’ın beni sizlerle beraber affetmesini dilerim. Elimize ve dilimize sahip olmada çok ihtiyatlı olalım. Din çok ciddi bir mevzudur ve onun hiç şakası yoktur. Allah hâzır ve nâzırdır. Din, O’nun sistemidir. Biz ise o sistemi yaşayan piyonlarız ve her an O’nun nigâhbanlığı altında bulunuyoruz.
Allah’ın güzel isimleri
Esma kelimesi ‘isimler’ manasına gelir. Zılliyet planında bizim isimlerimiz olduğu gibi, asliyet kaydıyla Allah’ın da (cc) isimleri vardır. Ancak bizim ismimizi anne-babamız veya hocalarımız koyar. Allah’ın isimleri ise şuunat-ı Zâtiyesinin gereği bizzat Kendisi tarafından verilmiş ve bazıları bize de bildirilmiştir. Cenab-ı Hak, bu isimlerin bir kısmını peygamberlere bildirmiştir. Geçmiş peygamberlerin hepsine bir kısım isimler söylemiş fakat bunların bütününü bir peygambere bildirmemiştir. Allah’ın öyle isimleri vardır ki -bu bilgiyi Efendimiz’den öğreniyoruz- Cenab-ı Hak, bu isimleri kendi nezd-i ehadiyetinde muhafaza etmiş, hiç kimseye söylememiştir. O isimler, benzetmek olmasın, adeta kapağı açılmamış birer hazine hükmündedir. Ahirette hakâik-i eşya inkişaf edince Cenab-ı Hak -inşallah- bizi de muttali kılar ve Rabb’imizi esmasıyla tam tanıma irfanına ereriz.
İnsanlar, kendi marifet ve hünerlerinden dolayı bazı isimler alırlar. Mesela çok iyi resim yapan, adeta çizgileri ve renkleri konuşturan bir insan düşünelim. Aynı zamanda bu insan bir de heykeltıraş olsun. Aynı zamanda bu insan bütün güzel sanatlara karşı da fevkalade aşina olsun. Mesela kalemi eline aldığı zaman hat üstatlarının kendisiyle yarışamayacağı güzellikte yazı yığmaları yapıyor olsun. (Malum olduğu üzere Kur’an hattında yazı sanatı başlı başına bir sanattır ki, o kendi devrinde alkışlanmış, bugün de müzelerimizde hâlâ o sanattan anlayanları hayran hayran kendisine baktırmaktadır.) Yine aynı zat, fevkalade arabesk sanatı yapabilecek kadar farklı bir çizgi sergilesin, daha ötesinde kubbelere farklı kombinezonlar işleyebilecek bir sanata aşina bulunsun, bulunsun ve fevkalade sütun başları işlesin, mermeri, peynir oyar gibi oysun ve oraya her türlü hakikatleri hakketsin. Bütün bunların yanında bu zat dülgerlik işinde mahir olsun. Ağaca öyle güzel şeyler işlesin, öyle güzel kakmalar yapsın ki aradan asırlar geçse de yaptığı şeyler asla renk atmasın…
Şimdi kâinatta bin bir şe’nin sahibi, çiçekte bir ressam, insan yapısında bir heykeltıraş, kâinatın yapılışında adeta bir neccar veya dülger olan bir Zat vardır ki, o Zat Allah’tır. Allah’ta bulunana kabiliyet denilemez. Zira o, mukaddes bir şe’ndir.
Haftanın duası
Âlemlerin Rabb’i Yüce Allah’a kâinatın zerreleri adedince hamd ü sena, kulları içinden seçip zirve payelerle şereflendirdiği en doğru sözlü ve en güvenilir elçisi Hazreti Muhammed’e, tertemiz, pırıl pırıl hane halkına, mükerrem ashabına sonsuz salât ü selam olsun! Ya Rabbî! Bize Kendini tanıt, marifetini gönüllerimize duyur, muhabbetinle ruhlarımızı doyur. Kalplerimiz hiç inhiraf etmesin. Bize, şeytan ve nefs-i emmârenin üstesinden gelme irade gücü ver!
Sözün özü
Allah Resûlü, sabah-akşam “Allah’ım, beni göz açıp kapayıncaya kadar nefsimle baş başa bırakma.” duasını dilinden düşürmüyordu. Eğer âlemlere rahmet olarak gönderilen Allah Resûlü böyle davranıyorsa, bu bize bir işarettir ki, kimse garantinin zerresine sahip olduğunu iddia etmemelidir. Eğer O böyle diyorsa, Hz. Musa da Hz. İsa da Hz. Davut da öyle der. Kaldı ki bir başka yerde yine O, “Hiç kimse kendi ameliyle cennete giremez.” buyurur.
Not: Bu metinler, Muhterem Hocaefendi’nin, 1970’li yıllarda, cami cemaatinin sorularına verdiği cevaplardan derlenmiştir.
- tarihinde hazırlandı.