Kaos, imtihan ve ümit
Günümüzde hâdiseler, sırf dış yüzleri itibarıyla değerlendirilmekte; sürekli korku, telâş, endişe ve ürperten bir belirsizlik var olup-biten her işte. Niyetler olabildiğine karanlık, söz ve davranışlar aldatıcı, emeller hırsların güdümünde ve şu koca dünya fevkalâde hassas dengeler üzerindeki o iğreti duruşuyla birkaç macerapereste emanet. Kimin ne yaptığı, ne yapacağı belli değil; arzular başka, sözler-vaatler başka; aldatan aldatana. Kimse inanmasa da, öldürenler ve ezenler bir sürü bahane uydurabiliyor; mazlum ve mağdurlar ise olup biten şeylerden bütün bütün habersiz. Ölene şehit diyorlar, kalana da gazi. Aslında bunlarla teselli olmak için de imana ihtiyaç var. Böyle bir desteği olmayanlar da ödüllerle, madalyalarla avutuluyor.
Bunların yanında, gözleri fizik ötesi âlemlere açık, başları mumlar gibi önlerinde ve gönüllerinden kopup gelen çığlıklarla Hakk’a arz-ı hâl edenlerin sayısı da az değil. İmanları sağlam, ümitleri pek, her işlerini hesaba bağlı götüren, hesapları da tam bu insanlar, hâdiselerin sadece dış yüzlerine bakarak ve her şeyi hâle sıkıştırarak değil; varlığı, varlık içinde de kendilerini doğru okuyarak, doğru yorumlayarak onları maddî-mânevî bütün derinlikleriyle ve bir küll halinde mütalâa ediyor; çirkin gibi görülen şeylerin arkasındaki güzellikleri de seziyor; ızdıraplara terettüp eden ledünnî zevkleri duyuyor ve sürekli musibet kâselerinden kevserler yudumluyorlar.
Hayır rengini alan şerler
Aslında, nâhoş görünen her ilâhî icraatın gizli bir kısım güzel yanları da var; evet bazen öyle ilâhî iş ve faaliyetler oluyor ki, dış yüzleri itibarıyla insan onlarda hiçbir güzellik göremiyor; ama iç yüzleri, neticeleri ve herkese, her şeye bakan farklı yanları itibarıyla bunlar o kadar yerinde ve nefistirler ki, bunu böyle görüp sezebilenler, ah-of yerine, “Dahası olamaz.” deyip hayranlık izhar ediyorlar.
Gökte ve yerde ne varsa hepsinin, ilmî bir programa göre Yaratan’ın meşîetine bağlı cereyan ettiğini sezip anlayanlar, her şeyi daha farklı görür ve daha farklı değerlendirirler. Onların ufkunda guruplar tulû televvünlü, felaketler saadet renkli, elemler muvaffakiyet edalı, elde olmayan mazlumiyet ve mağduriyetler de müstakbel mutlulukların vesilesidir. Onlar, hâdiselerin o ekşi çehrelerinden daha çok gülen yüzüne bakar ve olayların acı yanları yanında tatlı taraflarını da görmeye çalışırlar. Dolayısıyla da, onların o aydınlık dimağlarında, yerinde toprak altın kesilir; zehir, şeker-şerbet olur; tipi-boran rahmet rengine bürünür; elemler emellerin koridorları hâline gelir ve ızdıraplar da birer doğum sancısına dönüşür.
Şerler, böylelerinin atmosferinde hayır rengini alır; ızdırap ve acılar da onların saflaşıp özlerine ermelerini netice verir. Havaların kararması, ortamın yaşanmaz hâle gelmesi onların gerilimlerini artırarak daha bir teyakkuza sevk eder. Zalimlerin zulmü, müstebitlerin ardı arkası kesilmeyen dayatmaları, aleyhlerinde komploları komploların takip etmesi ve bir ölçüde sebeplerin sukûtuyla çarelerin bütün bütün bitmesi onları daha bir yürekten Çaresizler Çaresi’ne yönlendirir ve kendi kendilerine: “Nâçâr kaldığın yerde / Nâgâh açar ol perde / Derman olur her derde” (İ. Hakkı) der; her şeyi daha iyi okur, daha iyi değerlendirir ve kaybetmeler kuşağında iç içe kazançlar yaşarlar.
Fitne ve fesada karşı koymak şiarımızdır
Yıllar var bizler, hep bu anlayışa sadık kalmaya çalıştık: Fitne ve fesada karşı koymak şiarımız oldu. Milletin selâmeti adına, tecavüzlere, tasallutlara ses çıkarmadan fenalıkları sürekli iyiliklerle savmaya uğraştık. Bize zulmedenlere, akla-hayale gelmedik komplolar kuranlara tek bir sözle olsun mukabelede bulunmadık. İftira ve tezvîre kilitlenmiş olanlara dahi bir kerecik olsun “Allah onları kahretsin.” demedik.
Dünya peşinde koşmayı, sâfiyane Allah yolunda bulunma ile telif edemediğimizden, O’nun rızasına bağlılık içinde i’lâ-yı hak mecburi seçeneğimiz oldu. Yürüdüğümüz yolda hep başkaları için yürüdük ve her zaman onları yaşatma mülâhazaları, yaşama arzularımızın önünde bulundu. İnanmış ve sevgiyle atan sînelere refakatin dışında dünyevî zevk, lezzet adına bir şey duyup tatmadık. Dünyaya ait büyük-küçük herhangi bir talebimiz olmadığı gibi, dünyevî sayılan yanları itibarıyla -siyaset dâhil- her şeye karşı bilerek mesafeli durmaya fevkalâde gayret gösterdik. Saf Allah hoşnutluğunu bulandırır ve Rabb’imizle kulluk münasebetlerimizi zedeler mülâhazasıyla makam, mansıp düşüncelerini kalbî ve ruhî hayatımız adına birer kirlenme sayarak bu tür arzu ve beklentilerden hep uzak durduk.
Zulüm ile âbâd olanın âhiri berbat olur
Bugüne kadar zalimler, önlerine gelen herkesi eziyor, kendileri gibi düşünmeyenlere kan kusturuyor ve ettiklerinin bir gün gayretullaha dokunacağını hiç mi hiç düşünmüyorlardı. Ezilip horlananlarsa, hiçbir şey yapamama hafakanlarını, sadece onları Allah’a havale etmekle yatıştırmaya çalışıyorlardı. Yıllar hep böyle Muharrem gibi geçti; gözyaşları da Revân Nehri gibi çağlayıp durdu.. derken yapılanlar ilâhî izzete dokundu ve Allah zulmedeni de, zulmü alkışlayıp zalimi seveni de, haksızlıklar karşısında sessiz kalanı da toptan te’dîb etti/ediyor ve edecektir de. Atalarımız “Zulm ile âbâd olanın âhiri berbat olur.” demişlerdir ki tarih bunun yüzlerce misaliyle mâlemâldir. Dahası, iğneden ipliğe her şeyin hesabının sorulacağı bir gün var ki, o gün vay haline o zalimlerin! Biz, şimdi her şeyi Sahibine havale ederek bir kere daha:
Zalimin zulmü varsa mazlumun da Allah’ı var,
Bugün halka cevretmek kolay, yarın Hakk’ın divanı var.
deyip geçelim. Allah dünkü zalimleri bugün cezalandırdığı gibi, günümüzün gaddarlarını da çok yakın bir gelecekte mutlaka tecziye edecektir. Bugün, şahlar, şehinşahlar gibi yaşayanlar, günü gelince sürekli ızdırapla kıvranacak ve sefalet içinde yutkunup duracaklardır. Bu dünya, var olduğu günden beri her zaman yarısı ışık, yarısı da karanlık olagelmiştir. Bugün karanlık yaşayanlar, yakın bir gelecekte -eğer iradelerine emanet edilen dinamikleri iyi kullanırlarsa- aydınlıklara yürüyecek, içinde bulundukları zamanı günahlarıyla kirletenler de karanlıklara yuvarlanacaklardır.
Şimdilerde bize, geceleri hep seher kuşları gibi inleyip durmak ve âh u enînlerle gök kapılarını zorlamak düşüyor. Aksine eğer bir an evvel kendimize dönüp, kendi değerlerimizi, kendi dinamiklerimizi harekete geçirmezsek, daha uzun süre mahrumiyetler içinde kıvranıp durmamız kaçınılmaz olacaktır. Evet, bugün kendini rahata salanlar şimdilerin miskinleri, yarınların da zelilleri olmaya mahkûmdurlar. Ömürlerini hissiz ve hareketsiz geçirenler, çevrelerinde ölüm sûrları ötmeye başlayınca çaresizlikle hep şaşkınlık yaşayacaklardır; yaşayacaklardır ama, yaz ve bahardaki fırsatları fevt edenler, kışta âh u vâh etmiş ve nedamet duymuşlar neye yarar ki..! İnsan, bugününü, gelecekte “keşke keşke” demeyecek şekilde değerlendirmeli ve yarınlarını karartmamaya çalışmalıdır.
Not: Bu yazı ilk defa Mayıs 2003’te Sızıntı dergisinde yayımlanmıştır.
Haftanın duası
Allah’ım! Zatında yüce olan dinini bugün de dünyanın her bir köşesinde bir kere daha yücelt; hakkı-hakikati bütün gönüllere duyur.. bizim ve bütün kullarının sinelerini imana, İslam’a, ihsan duygusuna, Kur’an’a ve Hakk’a hizmete aç ve bizi ihlasın özüne ermiş, hep takva hatta onun da ötesinde vera’ duygusuyla hareket eden, yüce nezdinde kurbete mazhar olmuş, Seni sevmiş, icraat-ı Subhaniyenin hepsinden razı ve hoşnut olmuş ve Senin sevdiğin, hoşnut olduğun kullarından eyle!.
Sözün özü
Helâl şeylere aşırı muhabbet küfre sebebiyet vermez. Hatta helâlin çok fazlası ve suiistimali için bile küfre götürür demek doğru değildir. Ancak, insan bazı şeylere alışınca o yolla gelen suiistimalâtın açacağı başka kapılar olabilir. Allah, bir beldeyi helâk etmek istediğinde o beldenin kaderine, ‘mütrefîn’i (dünyevî işlerde aşırı aristokrat davrananlar) hâkim kılar deniyor. Dolayısıyla yeme-içmeyi, yatmayı gâye-i hayal hâline getirmiş insanlar, ilâhî tehdide sebep teşkil ediyor olabilirler.
- tarihinde hazırlandı.