Fedakârlık Yâ hû!
Adanmışlık düşüncesi ve fedakârlık ruhunun, bir mefkûreyi ayakta tutan, onun devam ve temadisini sağlayan temel dinamikler olduğu muhakkak. Bundan dolayıdır ki, Kur’an-ı Kerim, ideal bir nesil olarak, Ensar ve Muhacir’i anlattığı hemen her yerde, onları, hep “evet” diyen, hep veren ve hep fedakârlığın zirvesinde adanmışlık düşüncesiyle hareket eden insanlar olarak nazara verir.
Mesela Kur’an-ı Kerim’de, bir yerde, onların, infak edecek imkânları olmadığı halde, “ah olsaydı da verseydik” anlayışıyla mahzun olup gözyaşı akıttıkları takdirle yâd edilir. (Tevbe Sûresi, 9/92) Ensar-ı kiramın, Akabe biatindeki sözleri de bu hususa çarpıcı bir misal teşkil eder. Bildiğiniz üzere, onlar, bu biatte Resûl-i Ekrem Efendimiz’i (sallallâhu aleyhi ve sellem), her türlü şartta ve hayatları pahasına koruyup himaye edeceklerine ve O’nun davası uğrunda hırz-ı canda bulunacaklarına dair söz vermişlerdi. Hâlbuki onlar böyle bir söz verdiklerinde, “Bu işin sonunda elde edeceğimiz mükâfat ve semere nedir?” diye hiç mi hiç düşünmemişlerdi. Vakıa, o gün onlara, yaptıklarının karşılığında cennetle mükâfatlandırılacakları müjdesi verilmişti. Fakat denilebilir ki, başlangıç itibarıyla onların o günkü icmalî cennet bilgileri, bugün bizim, Kur’an ve sünnette tafsiline erdiğimiz, selef-i sâlihînin o mevzuda ortaya koyduğu malumatla enginliğine vâkıf olduğumuz ölçüde de değildi. Fakat bütün bunlara rağmen onlar, tam bir sadakat ve engin bir fedakârlık anlayışıyla, yapılan bu biatin çok güzel bir alış-veriş olduğunu ifade etmiş, başka herhangi bir beklentiye girmemiş ve sadece Cenab-ı Hakk’ın rızasını hedefleyerek, kendilerini bu işin içine atmışlardı.
O halde yüce bir mefkûreye dilbeste olmuş, bir yönüyle ona göre kendi düşünce dünyasını yeniden inşa etmeye çalışan ve böylece başta kendi milleti olmak üzere topyekûn insanlığa yeni bir diriliş yaşatma istikametinde didinip duran bir insan, dünyevî herhangi bir beklenti içine girmemesi gerektiği gibi, çok defa belki cennete girme ve cehennemden uzak kalma gibi, Cenab-ı Hakk’ın fazlından beklenen manevî beklentilere dahi girmemelidir. Zaten sahih hadislerde de ifade edildiği üzere, insanın yaptığı ibadetlerle cennete hak kazanması mümkün değildir. Evet, adanmış bir ruh, yaptığı yatırımın vaat ettikleriyle alakadar olmayacak, toprağa saçtığı tohumların kendi döneminde filize yürüyüp yürümemesine takılmayacaktır. O, sadece kendi vazifesine bakacak, onu bilecek ve sonucu yaratmanın hep Allah’a ait olduğu şuuruyla hareket edecektir. Bu hususta Celaleddin Harzemşah’ın bir mülahazası nakledilir. Sefere çıkarken, bu zata, muvaffak olacağı söylendiğinde o, muvaffakiyet gibi bir neticenin Allah’ın şe’nine ait olduğunu, dolayısıyla kendi vazifesini yapıp şe’n-i Rubûbiyet’in gereğine karışmayacağını ifade eder.
Asıl, iltifat marifete tabidir
Bu açıdan daha baştan adanmışlık düşüncesiyle işin içine girmiş bir fert, ilerleyen zamanla birlikte, meselenin geriye dönüşüyle alakalı herhangi bir beklenti içinde olmayacaktır. Mesela, yaptığı hizmetler karşılığında insanların teveccühüne mazhar olma, takdir toplama, alkışlanma, iltifat görme gibi beklentiler onun hayal dünyasına dahi misafir olamayacaktır. Halk arasında, “Marifet iltifata tabidir.” şeklinde yaygın olarak kullanılan bir söz vardır. Belki pek çok insan için böyle bir disiplin söz konusu olabilir. Yani halk iltifatta bulunduğu takdirde bazı insanlar marifetlerini döktürür, kabiliyetlerini sergilerler. Mesela bir resim yapar, eğer yaptığı bu resim alaka görürse buna bağlı olarak yeni çalışmalar içine girer. Gördüğü iltifat onun azim ve gayretini tetikler. İşte bu tür iltifatlar, umumi manada insanlar için teşvik edici bir unsur, hatta bir ihtiyaç olarak görülebilir. Fakat adanmış bir ruha göre, iltifat marifete tabidir. Siz yapmanız gerekeni yapar, ortaya koymanız gerekeni ortaya koyarsınız; bunun sonucunda âlem ister iltifat eder, isterse etmez; meseleyi asla buna bağlı götürmezsiniz.
Dolayısıyla başta beklentisiz olarak işin içine girme, vermeyle meseleye başlama, adanmışlık duygusu ile hareket etme öyle ciddi bir güç kaynağıdır ki, bunlara sahip olan insan, Allah’ın izni ve inayetiyle, hiçbir zaman ye’se kapılmaz, hâdiselerin karşısında her zaman dimdik durur ve sarsılmaz bir iman ve ümitle onların üzerine yürür. Bu aynı zamanda acz u fakr yoludur. Yani insan önce acizlik ve fakirliğinin farkında olacak, sonra da adanmışlık mülahazasıyla hareket edecek ve “yaptıklarım geriye dönmedi, iltifat ve teveccüh olmadı, demek ki başarılı olamadım” diye bir anlayışa kapılmayacak; kapılmayacak ve bundan dolayı hır-gür çıkarmayacak, streslere girmeyecek, anguazlar yaşamayacak ve kaderi tenkit etmeyecektir. O, hep
Gelse celalinden cefa
Yahut cemalinden vefa,
İkisi de cana safa,
Lütfun da hoş, kahrın da hoş.
mülahazasına bağlı hareket edecektir.
O halde insan, ahirete ait amellerin mükâ-fatını, Cenab-ı Hakk’ın sonsuz lütuf ve ihsanına bırakarak, onu dünyanın fani, geçici ve dar kıstaslarına hapsetmemelidir. Mesela İstanbul’un fethini dünyanın darlığı içinde düşündüğünüzde, sadece İstanbul’un fatihi olma söz konusudur. Ancak böyle bir fetihte beklentiler Cenab-ı Hakk’ın teveccühüne bağlandığında, ahirette fethe terettüp eden varidat, ganimet ve mele-i âlânın ona karşı duyduğu alaka neyse bütün bunlar dünyanın darlığı içinde değil de, ukbanın enginliği içinde insana verilir. O halde burada bir “sübhanallah” deyip ötede bir cennet bahçesine sahip olma varken, neden meseleyi burada sadece bir “sübhanallah” ölçüsünde mükâfata bağlayalım ki!
Yalnız O’nun rızası
Ubûdiyet sırrını kavramış bir mü’min, bütün amellerini sadece Allah’ın hoşnutluğuna bağlar. Sadece Allah Teâlâ’nın rızasına giden kapıyı açmaya, koridoru kullanmaya çalışır. Cenab-ı Hak, onun ruhuna da kendi gücünü kazandırırsa ve aynı zamanda onu kalbî hayat seviyesine çıkarırsa, bunu Rahman u Rahîm’in ayrı bir lütfu olarak görür. Böyle bir neticeyi hâsıl etse de etmese de, o Yüce Yaratıcı’ya tahsis-i nazar ederek kullukta direnir. Hatta bazı harikuladeliklere karşı, halisane bir tavırla, ehlullahın baktığı gibi bakar; “Değildir bu bana layık bu bende, Bana bu lütf ile ihsan nedendir. Ben istenmesi gerekli olan şeylerin en büyüğünü istemiştim. Ben Seni istemiştim. Sen benim ol, başka hiçbir şeyim olmasa da olur. Çünkü ancak Seni bulursam her şeyi bulmuş, fakirlikten kurtulmuş olurum.” mülahazasını seslendirir ve tam bir ubudiyet şuuruyla yaşar.
Bu çetin yolda yalnızca beklentisiz olanlar takılıp yollarda kalmaz, diğerleri her zaman aldanabilirler. Beklentisiz insanın kalbi hep şu mülahazalarla atar: “Ya Rabbi, Sen bana meccanen sonsuz nimetler vermişsin. Ben her şeyi zaten peşinen almışım. Bana hayat nimetini vermişsin; insan olmakla şereflendirmişsin, İslâmiyet nuruyla gönlümü aydınlatmışsın, marifet ve muhabbet koridorunda yürüme imkânı lütuf buyurmuşsun. Dine, vatan ve millete hizmet etme imkânları bahşetmişsin. Ben alacağımı zaten almışım. Ve bütün bu nimetlere karşı ubûdiyet gibi lezzetli, rahat ve hafif bir hizmetle mükellef kılmışsın. İşte şimdi bana düşen, Senin o ihsanlarını iyi değerlendirmek suretiyle hoşnutluğunu kazanmak. Gücümün yettiğince Sana kul olmak, sonra da Senin rahmet ve keremine iltica etmek.”
Evet, Cenab-ı Hakk’ı nasıl bilmemiz lazım geliyorsa o ölçüde bilmemiz çok önemlidir. Bize baktığı gibi O’na bakmamız; bize teveccüh ettiği gibi teveccühte bulunmamız çok önemlidir. Daha ne diyeyim, bunu da yine O’nun kapısında arıyor, “Ya Rabbi! Bize Kendini tanıt, marifetini gönüllerimize duyur, muhabbetinle ruhlarımızı doyur. Kalplerimiz hiç inhiraf etmesin. Bize şeytan ve nefs-i emmârenin üstesinden gelme irade gücü ver!” diyorum.
Haftanın duası
Ya Rabbi! İhtiyacımız yokken, Sen bize ihtiyacımız olmayan şeyleri bile nimet olarak verdin. Şimdiyse hâlisâne kulluğa ihtiyacımız var. Biz yoktuk, var olmayı da hiç düşünemezdik. Sen kereminle lütfettin. Oysaki bundan sonra sürçmemek, düşmemek için Sana muhtacız. Cennet yolunda kalabilmek için Sana çok muhtacız; zaaflarımıza takılmamak ve rızana yürümek için Sana çok muhtacız. Ey ihtiyacımız olmayan şeyleri nasip eden Allah’ım! İhtiyacımız olan şeyleri de Senden dileniyoruz.
Sözün özü
Dava erlerinin, adanmış ruhların ihlâs, samimiyet ve dünyevî beklenti içinde bulunmamaları gibi vasıflarının yanında, dünyaya bakış açıları çok önemlidir. Tarihe baktığımız zaman Firavun, Nemrut, Karun... gibi insanlar dünyaya karşı bakış açılarını tam tespit edemedikleri için kaybetmişlerdir. Böyle bir kayıp herkes için de her zaman bahis mevzuudur. Onun için dünyanın inanç ve amel itibarıyla hem çok iyi beslenmesi hem de çok iyi yönlendirilmesi elzemdir.
- tarihinde hazırlandı.