Şükür hayatın gayesidir
Bediüzzaman hazretleri, Lem’alar’da, kâinatın gayesinin hayat, hayatın gayesinin de şükür olduğunu ve bunun aksine, hayatın gayesini “rahatça yaşamak; gafletle lezzet peşinden koşmak ve heveskârâne nimetlenmektir” şeklinde tarif edenlerin hayat hakikatine karşı küfrân-ı nimette bulunduklarını ifade eder. Mektubat’ta da, hilkatin en yüksek gayesi ve fıtratın en yüce neticesinin iman-ı billâh olduğunu belirtir.
Klasik kitaplarda şükrün nevileri çerçevesinde kavlî, fiilî ve hâlî şekillerinin olduğu üzerinde durulmuştur. Vakıa bunlara fikrî şükrü eklemek de mümkündür. Evet, insan, kafasında sürekli olarak topyekûn varlık ve insanlığın mazhariyetlerini düşünmesi, bütün bunlar Cenab-ı Hakk’ın nimetleri olması itibarıyla fikrî birer şükürdür. Bunları, yer yer diline dolayıp tekrar etmesi kavlî şükür; diliyle söyleyip ibadet ü taatla mukabelede bulunması fiilî bir şükür ve bütün bu hususları sürekli vicdanında duyup yaşaması ve bu duyuşlarını tavırlarıyla ifade etmesi de hâlî bir şükürdür.
Ayrıca meseleye tasavvufî bir buud kazandırılarak şükür, hâl ve makam açısından ele alınıp daha değişik yorumlar da getirilebilir. Bu manada ele alınan bir şükür çok ihatalı bir hususiyet arz eder ki, bu aynı zamanda Risale-i Nur’da üzerinde durulan dört önemli esastan biri olarak hakiki kulluğun gayesi demektir. Bu esaslardan ikisi (acz ve fakr), bizi diğer önemli iki esas olan şevk ü şüküre ulaştırmak için birer basamak nevindendir. Bu esaslarla kalpteki nokta-i istinadı kavrama söz konusudur. Yani insan, vicdanında aczini hissedince bir güce dayanma lüzumu hisseder ve bu hisle hemen Allah’a dayanır ve O’na sığınır. Üstad hazretleri, Mesnevî-i Nûriye’de bunlardan birine nokta-i istinad, diğerine de nokta-i istimdât demiştir. Bu yaklaşımı daha önce seslendiren bir başka âlimin olduğunu hatırlamıyorum. Üstad, bu meseleyi açıklarken bunların insanı imana götüren önemli iki dil olduğunu ifade eder.
İşte bize bu istinât ve isdimdât noktalarını hatırlatan husus bizim aczimiz ve fakrımızdır. Zira insan bir manada aczini idrak ettiği ölçüde her şeyden elini ve eteğini çeker, sadece O’na yönelir. Seyr-i sülûklarına devam edenler, inayetin sadece O’ndan geldiğini duydukları her yerde sürekli bu noktaya yönelirler ki bu şükrün envaını cami bir noktaya yönelme demektir.
- Bediüzzaman hazretlerinin de belirttiğine göre; kâinatın gayesi hayat, hayatın gayesi ise Allah’a karşı şükürdür.
- Klasik kitaplarda şükrün; kavlî, fiilî ve hâlî olmak üzere üç çeşidi zikredilir. Bunlara fikrî şükrü de eklemek gerekir.
- Şükür, nimet karşılığında Allah’a mukabelede bulunma demektir. Hamdde ise bir mukabele söz konusu değildir.
O hazretin beyanında kulluğun esaslarını ifade eden bu dört hususun (acz, fakr, şevk ve şükür) sıralamasında şükür en sona bırakılmıştır. Çünkü şükür, kendisi de ayrı bir şükrü gerektirmenin yanında bütün nimet ve mevahibe karşı vazife, sorumluluk ve kadirşinaslığın bir ifadesidir. Yani bir insan, eli olmadığı halde birilerini kündeye getiriyor veya ayağı olmadan mesafe alabiliyorsa, yani o, bütün kudret ve kuvvet O’ndan olduğu iz’anı içinde ise servet O’nun, o da onunla zengin olduğunun şuurunda ise, işte o zaman o insan asla ye’se düşmez, zira böyle biri kendini hep O’nun servetiyle gani görür ve sürekli şevkle şahlanır ve mazhariyetlerini şükürle taçlandırır. Bizler her zaman Allah’a böyle şükretmeli ve; “aczimizi bizim için ayn-ı kuvvet, fakrımızı ayn-ı gınâ haline getiren, bizi şükürle sürekli coşturan Allah’a binlerce hamd ve sena olsun” demeliyiz.
Şükür başka hamd başkadır
Burada şükür ile hamdin farklılığına dikkat çekmek de yararlı olacaktır. ‘Şükür’ mevcut bir nimet karşılığında Allah’a mukabelede bulunma demektir. ‘Hamd’de ise bir mukabele meselesi söz konusu değildir. Bu itibarladır ki bu dört esas arasında hamd değil de şükür tabiri kullanılmıştır. Aslında burada ciddî bir şekilde şuura parmak basma hususu da söz konusudur.
Allah’ın, üzerimizde mevcut olan nimetlerine karşı mukabelede bulunma şükür ile eda edilmektedir. ‘Hamd’ kelimesi bundan farklıdır; zira o, hem ‘fedail’ hem de ‘fevadıl’a bakar. Yani Allah Teâlâ, Mabud-u Mutlak olması itibarıyla O’ndan bize, -farz-ı muhal- bir lütfu erişmese de O, kemal ve cemal mutlak sahibi olması itibarıyla “mabûd-u bilhak” ve “maksûd-u bil istihkak”tır. Şükre gelince o, nimet ve teveccühün vücuduna vabestedir. Onun için musibetler karşısında hamd edilir de onlara karşı şükredilmez; evet, şükür, bir nimet mukabilinde olur. Bu açıdan burada şuur ve idrak çok önemlidir. Acz ve fakrın doğru sezilmesi, insanı yönlendiren bu iki faktörle şevke yönelmek ve sürekli hizmet atmosferinde bir metafizik gerilim içinde bulunmak öyle ilâhî bir lütuftur ki bunu tatmayan bilmez. Ancak bu metafizik gerilim bazen insanın bu mevzudaki gayretleriyle olur; bazen de mümin-i âşıkın cezb ü incizâbı ölçüsünde kendini gösterir, gösterir de o, Allah tarafından çekilmeye başlar ve irade edilene faik mazhariyet ve maiyetlere erer, erer de göz açıp-kapayıncaya kadar olsun nefsiyle baş başa bırakılmaz. Bu da Allah’ın insana lütfettiği derinlerden daha derin bir ihsandır. İşte bu lütufların derinliğini idrak eden bir insan artık hep şükreder ve bu şükrüyle bütün ubûdiyetin envâını câmi bir mukabelede bulunmuş olur.
Ben yaptım, ben ettim!
Kimi insanlar, aczini idrak edeceği yerde, kendini güçlü görür ve “Bana verilenler bilgimden ve irfanımdan ötürü verildi.” (Kasas, 28/78) derler. Böyleleri adeta, “Bunları ben kendim planladım, kendim düşündüm, sistemi kendim kurdum ve bu insanları etrafıma ben topladım…” iddialarının katmerli bir şeklini sergilerler. Elli defa evirip çevirerek, ilim ve idraklerini daha bir cazip göstermeye çalışırlar. Haddizatında ‘bana kendi ilmimden dolayı verildi’ demek suretiyle Firavun ve Nemrud’ların soluklarıyla soluklanırlar. Bu insanlar, acz u fakrı ciddî birer sâik bilerek şevke yürüyüp şükre sıçramaları gerekirken daha işin başlangıcında o sâik ve faktörleri görmezlikten gelme körlüğü yaşarlar. Bu öylesine bir körlüktür ki, böyleleri her mazhariyeti kendi imkânları, güçleri ve kuvvetleriyle çözdüklerini sanırlar. İşin başlangıcında bir kere körlük gayyasına yuvarlandıklarından artık bir daha da şevke yürüyemezler.
Allah böylelerine nimet verdiğinde onlar nefsâniyetleri adına sevinir ve küstahlaşırlar. Buna mukabil, her bir olay ve hadisede Allah’ın icraatını gören insanlar ise verilenlerin çehresinde O’nun inayetini okur ve şevk ü şükürle coşarlar. Bu coşma, onların içindeki inşirahtan öte bir zirveye ulaşır. Hatta bunlar içinde daha şuurlu olanlar, bu inşirah içinde uhrevi zevkler yudumlarlar. Onlar bu enginlikleriyle her an ayrı bir ubudiyet buuduna geçer ve bununla ayrı bir zevk zemzemesine ererler. Buna mukabil, çıkış noktası yanlış olanlar, şevke ulaşmak şöyle dursun, kâbuslar yaşar, hatta –hafizanallah- bazen ye’se düşer, bazen de şımarıklığa girip firavunlaşırlar. Aksine, acz ü fakrı kuvvet ve gına kabul edenler “acizim”, “fakirim” dedikleri aynı anda sultanlara taç giydirirler. Buna mukabil her şeyi kendinden bilenler ise tabii olarak her şeyin sahibi olan Allah’a şükretmez, sultan olsalar dahi zilletle hep iki büklüm yaşarlar.
Bu itibarladır ki, günümüzde iman ve Kur’an’a hizmet edenler kendilerini, şükrün bütün çeşitlerini içine alan ibadete salmalı, hayat dantelâlarını hamd ü şükür atkılarıyla zenginleştirmeli ve zaman, mekânın sahibine karşı hep arz-ı ubudiyette bulunmaktadırlar. Aksine böyle yapmadıkları takdirde nimetlerin artması ölçüsünde –hafizanallah- nankörlüğe girer ve iç içe hüsranlar yaşarlar.
Haftanın duası
Ey bütün mevcûdâtın yaratıcısı ve yaşatıcısı olan Yüce Allah’ımız! Kudretinin azametine, ilminin ihatasına, iradenin şümûlüne, sem’ ve basarının da nüfûzuna dayanarak, bize de vahdaniyetinin esrarını duyurmanı istirham ediyoruz. Ruhlarımızı sıfât-ı sübhaniyenin tecellîleri ile pırıl pırıl hale getir ve kalplerimizi marifetinin nurları ile bütün kirlerden, paslardan ve ahlâk-ı zemîmeden temizle!
Sözün özü
Allah’tan başka en parlak şeylere bile iltifat, gölgeyi hakikatin yerine koymak demektir. Hâlbuki en sönük hakikatler, en parlak gölgelerden daha parlaktır. Allah ise hakikatler hakikatidir. O’nunla alâkalı bir yüce davada kaybetmek söz konusu değildir. Bir panayır gibi kazanç yollarının herkese açık olduğu bir davada, kendilerini riya ve süm’a ile tecrit eden talihsiz ruhların, er-geç iflas etmeleri kaçınılmazdır.
- tarihinde hazırlandı.