Gıybetin en kahredicisi
İnsan güzel ahlak ile âlâ-yi illiyyîne yükseldiği gibi, kötü ahlak ile de esfel-i safiline düşer. İşte insanı aşağıların aşağısına düşüren günahlardan birisi de gıybet etmektir. Gıybet, Kitap ve Sünnet’in ona karşı onca tahşidatı, dinî, millî ve içtimaî onca zararlarına rağmen, âlim olsun cahil olsun, hemen hemen her kültür seviyesindeki Müslüman’ın müptela olduğu bir hastalıktır.
Bildiğiniz gibi; bir insanı, onun gıyabında, duyduğu zaman hoşuna gitmeyecek şekilde anmaya “gıybet” denir. Eğer söylenen söz doğru ise o gıybettir; fakat yalan ise, hem gıybet hem de iftiradır ve kat kat çirkin bir günahtır. Bununla beraber, gıybetin de çeşitleri ve derekeleri (aşağı doğru inen basamakları) vardır. Hak dostları olumsuz duygu ve düşünceleri bile bu kategoride mütalaa etmiş ve onlara “kalbin gıybeti” demişlerdir. Bir insanı, hafife alır şekilde elle göstermek ve kaş-göz işaretleriyle onu tahkir etmek de bir nevi gıybettir. “Falanın boyu kısa” ya da “Filanın ceketi münasebetsiz duruyor” türünden sözlerin gıybet olduğunda da şüphe yoktur. Bütün bu gıybet çeşitleri birer günahtır ve burada hayatın bereketini götürdükleri gibi ötede de insanı rezil rüsvâ ederler.
Fakat gıybetin öyle bir çeşidi vardır ki, o, diğerleriyle kıyaslanmayacak kadar tehlikeli ve kahredici bir günahtır. Öyle ki, bir hadis-i şerifte gıybetin bu türünün yirmi küsur zinadan daha büyük bir vebal olduğu ifade edilmiştir. Mesela, bir topluluğu, bir hareketi ya da bir cemaati temsil eden bir zatın gıybetini yapmak bu türden bir cürümdür. Çünkü o insanın kaderi, temsil ettiği cemaatle bütünleşmiştir; dolayısıyla onun hakkında yapılan bir gıybet bütün cemaatin gıybetini yapmak gibi sayılır.
Dahası, şayet böyle bir gıybet, herhangi bir insanla alakalı değil de, diyelim ki, Şâh-ı Geylanî gibi bir Hak dostu hakkında, ya da herhangi bir hareket veya sıradan bir cemaat değil de, mesela, Muhammed Bahauddin Nakşibendî Hazretleri’nin temsil ettiği bir daire etrafında yapılmışsa, bir de küçük bir gıybet gibi başlayan bu kîl ü kâller medya yoluyla ve ekran aracılığıyla çok geçmeden koca koca iftiralara dönüşmüş ve her yana yayılmışsa, işte bu öyle korkunç bir cinayettir ki, -Allah korusun- o günahta küfre açılan sadece bir değil pek çok yol vardır ve insanın imansız gitmesine bâdî olabilir. Evet, bu öyle öldürücü bir cürümdür ki, onun içinde Nakşibendî Hazretleri’nin hakkı olduğu gibi, onun altın silsilesinde bulunan Ubeydullah Ahrâr, Muhammed Zahid, İmam-ı Rabbânî, Abdullah Dihlevî, Mevlânâ Halid Bağdâdî gibi Hak erlerinin ve onların takipçilerinin de hakları vardır. Çünkü bu zatlar, Üstadlarından aldıkları ışıkla kendi dönemlerinden bugüne kadar yeryüzünü aydınlatmış ve nurlarını sürekli neşretmişlerdir; belki farklı versiyonlarıyla halkalar oluşturmuş ve hep irşada vesile olmuşlardır.
- Bir insanın gıyabında, hoşuna gitmeyecek şekilde söylenen söz doğru ise o gıybettir; fakat yalan ise, hem gıybet hem de iftiradır.
- Hak dostları, bir kimse hakkındaki olumsuz duygu ve düşünceleri bile gıybet kabul etmiş ve onlara “kalbin gıybeti” demişlerdir.
- Bir topluluğu veya bir hareketi temsil eden bir zatın gıybetini yapmak, diğerleriyle kıyaslanmayacak kadar büyük bir günahtır.
Gıybet, zinadan şiddetlidir
Bir de, bu cürmü işleyen kimse, “cı” ve “cu” ekleriyle o kötü fiilini biraz daha çirkinleştirirse, o zaman, o sözle işaret ettiği dairedeki bütün fertlerden teker teker helallik almadıktan sonra Cennet’e girmesi çok zordur. Zira Peygamber Efendimiz “Gıybetten sakının; çünkü gıybet zinadan daha şiddetlidir. Kişi zina edip tevbe eder de (bir daha yapmazsa), Allah Teâlâ onun tevbesini kabul eder. Fakat gıybet eden, gıybet edilen tarafından affedilmedikçe, o günahı bağışlanmaz.” buyurmuştur. Gerçi, Hazret-i Rahman, ekstradan bir lütufta bulunup mahşerde o mücrimi gıybetini ettiği kimselerle karşılaştırarak, “Benim şu kuluma hakkınızı helal edin.” diyebilir. Fakat böyle bir talihlilik sürpriz bir lütfa, ziyade bir ihsana vabestedir ve unutmamak lazımdır ki, ubudiyete dair meseleler ekstra lütuflar üzerine bina edilmez.
Bundan dolayıdır ki, mü’minler öyle kötü bir akıbete düşmemek için gıybetin her türlüsünden uzak kalmaya bakmalı ve dillerini o çirkin sözlerden arındırdıkları gibi zihinlerini de kötü duygu ve düşüncelerden temiz tutmaya çalışmalıdırlar. Zinadan daha beter bir felaket olan gıybet çeşidinden korunmak için kîl ü kâlin en küçüğünden bile kaçınmalıdırlar; farkına varmadan en büyüğüne maruz kalmamak için en küçüğünden de içtinab etmelidirler. Allah’ın belası olan o Cehennem zakkumunun kendi hisselerine düşmemesi için sürekli Cenâb-ı Hakk’a sığınmalı ve dil afetlerinin hepsine karşı tetikte olmalıdırlar.
Fitnenin böylesi
Kur’an-ı Kerim, “Fitne, adam öldürmekten daha beter bir günahtır.” (Bakara, 2/191) buyurmaktadır. Yani, her fitne adam öldürmek gibi olmasa bile, fitnenin öyle bir nev’i vardır ki, o, katilden daha şiddetlidir. Mesela, kaba kuvvet kullanarak baskı ve zulüm yoluyla dinsizliği yaymak, Müslümanları öz değerlerinden uzaklaştırmaya kalkışmak ve nesilleri kendi mana köklerinden kopararak onları hem dünyada hem de ukbâda elim bir azabın içine atmak, öyle ağır bir suçtur ki; o, adam öldürmekten, bir mazlumun kanını dökmekten ve hayatını yok etmekten daha tehlikeli bir cürümdür.
Hele bir de öyle cinayetler vardır ki, onlarda fitne ile katil birbirine karışır. Mesela; biri kalkar büyük bir insanı öldürür ve ortadan kaybolur. Sonra fâili meçhul olan bu cinayet masum bir insana ya da bir zümreye fatura edilir. Dolayısıyla, bir kan davası baş gösterir. Hem maktulün tarafında olanlar hem de kendilerine suç isnad edilenler karşılıklı eza ve cefaya maruz kalırlar. Böylece o cinayet, mukabil atf-ı cürümlerle büyür, genişler ve kocaman bir fitne halini alır. Hadise, sadece bir adam öldürme veya bir fitne çıkarmadan ibaret kalmaz; önü alınamaz iç içe fitnelere ve binlerce cinayetin işlendiği bir anarşiye dönüşür.
Maalesef, İslam tarihinde bu türden fitneler de meydana gelmiştir ve bunlar bir adam öldürmekten çok daha fecî cinayetlere sebebiyet vermiştir. Mesela; Hazreti Ömer Efendimiz’in (radiyallahu anh) şehid edilişini sıradan bir cinayet gibi görmek mümkün değildir. Değildir; zira Huzeyfe b. Yemân’ın ifadesine göre, Hazreti Ömer fitnelere karşı kilitli bir kapıdır; onun şehadetiyle o kapı açılmış ve hatta kırılmıştır. Evet, bir gün Hazreti Ömer, Peygamber Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) “denizin dalgalanıp kabardığı gibi kabaran ve kuduran fitne” hakkındaki sözlerini sorunca, Hazreti Huzeyfe, “Ey mü’minlerin emiri, bu fitneden sana bir zarar yoktur. Çünkü seninle onun arasında kilitli bir kapı vardır” der. Ömer Efendimiz “Kapı kırılacak mı, yoksa açılacak mı?” diye sorar. “Kırılacak!” cevabını alınca, “Demek ki, kıyamete kadar bir daha da kilitlenemeyecek!” der. Bir dostu, Hazreti Huzeyfe’ye “O kapı kimdir?” sualini tevcih edince, onun verdiği cevap “O kapı, Ömer’in kendisidir.” şeklinde olmuştur. Bu itibarla, Hazreti Ömer’i öldürme sıradan bir cinayet olarak kabul edilemez; o, fitne kapısını kırma ve bir manada kıyamete kadar cereyan edecek fitnelerin önünü açma manasına gelir. Kur’ân-ı Kerim’in, haksız yere birini öldüren insanın ebedî Cehennem’de kalacağını vurgularken işaret ettiği caniler de İkinci Halife’nin kanına giren Ebu Lü’lü Firuz gibi kimseler olsa gerektir.
Haftanın duası
Ey merhametine, şefkatine, ihsan ve lütuflarına nihayet olmayan Rahmet Sultanı! Senin hoşnut olmadığın ne kadar günaha bulaşmışsak hepsi için bağışlanma diliyor ve yüce dergâhına iltica ediyoruz. Gaffâr ism-i cemîlinin hakkı için, ne olur, günahlarımızı ört ve bizi onların kirinden, isinden, pasından, tozundan, dumanından arındırarak zâhir ve bâtın latîfeleri dupduru insanlar haline getir!
Sözün özü
Velilerin, insanın cesedini ihmal ettiğinden şikâyet ederler. Oysaki bedeni de veli yapmak yolu İslâm’da açıktır ve onu kapatmaya kimsenin gücü de yetmez. Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) miraca çıkarken, bedenini de beraberinde götürmüştür. Benim bedenim ahirette ruhuma refakat edecekse -ki akidemize göre edecek- onu böylesi bir şeyden mahrum etmeye hakkım yoktur. Bence gerçek velilik de işte budur.
- tarihinde hazırlandı.