Münafıkça Tavırlar: Riya ve Süm'a
İnanan bir insan, inancının gereği ne ise, onu yerine getirmekle mükellef ve sorumludur. Evet, bir mü'minin, nelere ve nasıl inanıyor, hangi güzelliklere gönül bağlamış ve ne şekilde düşünüyorsa, onları tavır ve davranışlarıyla dışa aksettirmesi icap eder. Mesela, Cenâb-ı Hak'la düzgün, kavi bir irtibatı, Resûl-i Ekrem Efendimiz'le sağlam bir münasebeti bulunan ve bu durumu tabiatının bir yanı, bir derinliği hâline getirmiş bir fert, kalbiyle benimsediği o inanç esaslarını, diğer uzuvlarıyla da ortaya koyacak ve hayatının her anında, o imanın gereklerini yerine getirecektir/getirmesi gerekir. Bu istikamette o, ibadetlerini tastamam ifa edecek, namazlarını hakkını vererek kılmaya çalışacaktır. Elbette ki bütün bunları, "falan görsün, filan duysun" gibi mülâhazalara bağlı olarak değil, sırf Allah'ın (celle celâluhu) emrini yerine getirip O'nun rızasına kavuşabilmek için yapacaktır.
Diğer taraftan salih amel yolunda bulunurken, ihlâsı bozan tehlikeler karşısında, yüreğimiz her zaman tir tir, duygu ve düşüncelerimizi temiz tutmanın, kalb safveti ve gönül duruluğunu muhafaza etmenin gayreti içinde olmamız gerekir. Bu istikamette günde belki yüz defa; "Allah'ım! Duygularımıza, hayal ve tasavvurlarımıza falanın filanın takdir etmesi gibi bir mülâhaza girmesin. Ne olur, bahtına düştük! Bizi bir lahza olsun ihlâstan ayırma!" diye dua edip Cenâb-ı Hakk'a sığınmalıyız. Çünkü insanız. Değişik zaaf ve boşluklarımız var. İçimizdeki bu boşluklar, delik ve kanallar şeytanın cirit attığı alanlardır. Şeytan bu menfez ve boşluklardan kalbimizin safvetini, niyetimizin duruluğunu bulandıracak sevimsiz şeyler akıtabilir; akıtıp kalb ve ruhumuzda yaralar açabilir.
Hemen ifade edeyim ki, insan, şeytanın bu tuzak ve vesveselerine karşı uyanık ve dikkatli davranıp, azimli ve kararlı bir tavır ortaya koymalıdır. Böylece -Allah'ın izniyle- şeytanın bu hücum ve tasallutlarına mağlup olmamış, hem vazifesini yapmış, hem de defter-i hasenâtına, niyetinin hulûs ve enginliğine göre büyük ecirler yazdırmış olur. Evet, hayal ve tasavvur dünyasına gelip toslayan ve onu sarsmak isteyen bu tür fırtınalar karşısında insan, dimdik durabiliyorsa, o duruşun mutlaka sevabını alır. Belki bire on, belki bire yüz, belki de bire yedi yüz ama kat'iyen o mevzudaki cehdinin mükâfatını elde eder.
Beşerî boşluk ve zaaflarımızdan kaynaklanan ve insanın kalb ve ruh hayatını felce uğratacak olan riya, süm'a gibi bu hastalıklar farklı şekillerde kendini gösterir. Kimi zaman doğrudan doğruya sırf başkaları görsün, başkaları duysun diye yapılan ameller vardır. Bu durum apaçık bir nifak sıfatıdır. Kimi zaman ise yapılan amelin keyfiyetini derin gösterme ve böylece yapılan o amellerde insanların takdir hislerini de nazar-ı itibara alma gibi bir durum söz konusu olabilir.
İstemeye İstemeye Namaza Gidenler
Münafıkların âdeta ayaklarını sürüye sürüye, gevşek gevşek, esneye esneye namaza gidiş hâlleriyle alâkalı Kur'ân-ı Kerim'de resmedilen şu tablo birinci duruma misal olarak verilebilir. Âyet-i kerimede şöyle buyrulmaktadır: "Münafıklar Allah'ı aldatmaya çalışırlar, Allah da onların hilelerine ve oyunlarına karşılık verir. Onlar namaza kalkarken üşene üşene ve sırf insanlara gösteriş yapmak için kalkarlar. Yoksa aslında Allah'ı pek az anar, pek az hatırlarlar." (Nisa Sûresi, 4/142)
Devr-i Risâletpenahîde Müslümanların hakim olduğu dönemde münafıklar, ya ganimetten istifade etmek, pay almak için veya kendilerince önemli gördükleri daha başka menfaat ve çıkar mülâhazalarından dolayı namaz kılıyor gibi görünme gayreti içinde bulunuyorlardı. Bundan dolayı mescide isteksizce geliyor, namazı kerhen kılıp, apar topar mescidden kaçmanın yoluna bakıyorlardı. Namaz için söylenen bu hususu diğer ibadetler için de düşünebiliriz. Mesela Cenâb-ı Hakk'ı zikir gibi bir derdi olmayan, saatlerce bir yerde oturarak "laklak" edip lakırdıya dalan biri, insanların bulunduğu bir yerde, sırf onlara gösterme ve duyurma maksadıyla eline tesbihi alıp birdenbire zikretmeye duruyorsa onun bu hâli de yukarıda resmedilen çerçeveye dahildir.
Bazen de ortaya konulan amel, sırf başkalarına gösterme-duyurma gibi bir maksada matuf olmamakla beraber, şahıs o ameli yerine getirirken, amelin keyfiyetini derin gösterme gibi bir inhirafa kendini kaptırabilir. Mesela şahıs, yalnız olduğu bir yerde namaz kılarken tadîl-i erkâna riayet etmeden onu geçiştirivermektedir. Öyle ki, bir kere dahi "Subhâne Rabbiye'l-Azîm -Yüceler Yücesi Rabbimi tenzih ü takdis ederim!" deyip demediği anlaşılmayacak şekilde rükûa gitmesi ile kalkması bir olmakta; rükûdan kalktıktan sonra da tam doğrulmadan hemen secdeye gitmektedir. Secdedeki hâli de rükûdan farklı değildir. Hâlbuki fukahadan bazıları en az üç defa, her harfin hakkını vererek, tastamam bir şekilde "Subhâne Rabbiye'l-Azîm " diyecek kadar secdede durmayı secdenin eksik olmaması için gerekli görmüşlerdir. Şimdi yalnız bulunduğu zaman, bu şekilde -bağışlayın- "süb.. süb.." diyerek rükûu ve secdesini geçiştiren bir insan, başkalarının yanında özene bezene namaz kılıyor gibi bir tavır içine giriyorsa, hadisin beyanıyla o şahıs, "gizli şirk" kokan bir davranışta bulunuyor demektir. Evet, o tür davranışlara şirk bulaşır. Çünkü orada Allah ve rıza-yı ilâhî mülâhazası gözetilmemiş, aksine başkalarının hoşnutluğu nazar-ı itibara alınmıştır. Hâlbuki dışa akseden derinlik kalbde varsa bir kıymet kazanır. Yoksa kendini beğendirmeye yönelik derin görünme çok tehlikeli bir durumdur ve hafizanallah kişi mü'min de olsa onun defterine bu bir şirk ameli olarak kaydedilir.
Hâlbuki Müslümanlık temelde insanları şirkten kurtarmak için gelmiş İlâhî kanunlar mecmuası bir nizamın unvanıdır. Burada bir kez daha ifade edelim ki, Allah (celle celâluhu), Allah olduğu için mâbud, mahbûb, maksûd ve matluptur. Yoksa ibadet edildiği için Allah değildir. Dolayısıyla bütün mülâhazaların Zat'ına bağlanarak kulluk edilmesi ve bu kulluk vazifesinde hiçbir şeyin O Zât-ı Ecell ü A'lâ'ya ortak koşulmaması O'nun hakkı, biz kapıkullarının da vazifesidir. Bu vazifeyi yerine getirirken başka mülâhazaları işin içine katmak o işi kirletmek demektir.
- İnsanoğlu değişik zaaf ve boşluklarla yaratılmıştır. İçimizdeki bu boşluklar, delik ve kanallar şeytanın cirit attığı alanlardır. İmkân elverdiğince bu boşlukları kapatma gayreti içinde olmalıyız.
- Münafıkların en belirgin özellikleri; onların namaza giderken âdeta ayaklarını sürüye sürüye, gevşek gevşek, esneye esneye gitmeleridir.
- Dışımıza aksedecek derinlik kalbimizde varsa bir kıymet kazanır. Yoksa kendini beğendirmeye yönelik derin görünme çok tehlikeli bir durumdur ve müşrikçe bir davranıştır.
Sporun da Bir Üslûbu Var
Tarihi çok eskilere dayanan ve geçmişte bizim kültürümüzde de, güreş, koşu, cirit gibi değişik dallarıyla icra edilen spor müsabakaları, ne acıdır ki, günümüzde kin ve nefrete, şiddet ve kavgaya açık bir zeminde gerçekleştirilmektedir. Evet, günümüzde oyuncular arasında olduğu gibi, taraftarlar arasında da çok üzücü hâdiselere sebebiyet veriliyor; stadyumlarda bir kısım odaklar, tahrik unsuru olarak harekete geçip seyircileri provoke edebiliyorlar.
Kanaatimce her türlü içtimaî hastalık ve problemde olduğu gibi, bu önemli meselenin kalıcı ve köklü çözümü de kendi değerlerimize yönelmemizde ve o değerler istikametinde oluşan bir terbiye ve ahlâk anlayışıyla insanımızı yetiştirip eğitmemizde aranmalıdır. Bağırıp çağıran, küfürlü laflar eden insanların bizim terbiye anlayışımızdan fersah fersah uzak kaldıkları açıktır ve bu durum aynı zamanda umumi manada toplumun çok ciddi bir rehabilitasyona ihtiyacı olduğunu, iyi bir eğitimden geçmesi gerektiğini gösterir. Eskiden mektepler, medreseler hem talim hem de terbiye yerleriydi. O mekânlarda talebelere bir şeyler öğretmenin yanı başında, onlara kendi kültürümüz, kendi geleneklerimiz ve atalarımızdan tevarüs ettiğimiz değerler de öğretilirdi. Centilmenlik, insana saygı, nezaket ve rakibi dahi olsa karşısındakine kibarca muamelede bulunma da işte bu değerlerimiz arasındaydı.
Maalesef şimdi yetişen nesillerin böyle bir talim ve terbiyeden geçtiğini söylemek oldukça zordur. Bu sebeple, bakıyorsunuz kendi değerlerinden mahrum o nesil cadde ve sokaklarda saldırgan ve azgın bir hâlde hem kendine hem çevresine zarar veriyor. Başka bir yerde silahlı bir anarşist hâline gelmiş, masum insanları öldürme peşinde koşuyor. Bir başka yerde ise değişik provokasyonlarla insanları tahrik edip polis ve askere saldırı gibi menfur bir hâdisenin içinde yer alıyor. İşte yüce ve yüksek değerlerden mahrum böyle bir nesil futbol sahalarına indiğinde de kavga ve kargaşaya sebebiyet veriyor.
Bundan dolayı eğer bu konuda hakikaten kalıcı ve köklü müspet bir netice almak istiyorsak, o zaman yapılması gereken; bu camiada bulunan insanımızı, dinimizin yüce ve yüksek insanî değerlerinden haberdar etmek, onları kötülüğü iyilikle savma ahlâkına çağırmak, insana saygıyı bir ibadet şeklinde kendilerine benimsetmek, Peygamber Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadis-i şeriflerinde ifade buyurduğu gibi bir insanın yüzüne gülmenin bile ibadet olduğunu (Tirmizi, Birr 36) onlara hatırlatmak, hâsılı onları potansiyel insan olma seviyesinden hakikî insan olma ufkuna yükseltmektir. Böylece onları, birilerini kasten, iradî olarak inciten, rencide eden, yaralayan kişiler olmaktan çıkarıp, yoldan geçen kimselerin ayaklarına batmasın diye yürüdüğü yoldaki dikeni bertaraf eden, yolcuları rahatsız etmesin diye yoldaki taşı kaldırıp bir kenara atan kimseler durumuna getirmeye çalışmaktır. Bütün bunlar ahlâk-ı âliye-i İslâmiye'de yer alan dinamiklerdir.
Haftanın Duası
Yeri beşik, dağları direk, güneşi kandil, ay'ı nur, geceyi istirahat için örtü, gündüzü maişet zamanı yapan.. Uykuyu huzur ve sükûn vasıtası kılan, gökleri de bir çatı gibi başımıza koyan ve bütün bunları insanoğlunun emrine musahhar kılan Âlemlerin Rabbi Allah'ımız! Tâhâ ve Yâsin hakkı için, Peygamberlerin Efendisi yüzü suyu hürmetine, bütün şerlerden ve şerirlerden Senin Hafiz (koruyup kollayan, himaye eden) isminle ve sevdiğin kullarını siyanet edip koruduğun diğer isimlerinle bizi de muhafaza buyur!...
Sözün Özü
İnsan farkında olsun olmasın, hayal hanesine iyi duygular gibi fena duygu ve düşünceleri de misafir edebilir. Fena şeyleri hayal etmek, insanı fena tasavvurlara, fena tasavvurlar, fena tefekkürlere, fena tefekkürler de fena plânlara itebilir. Bu türlü tasavvur ve hayallere yelken açan insanların -hususiyle de gençlerin- her zaman hiç istenmeyen ve zararı telâfi edilemeyen fenalıkları yapmaları mümkündür. Bu açıdan fıska açılan her hayal, dalalete doğru atılan bir adım demektir.
- tarihinde hazırlandı.